TEBLİĞ ETMEK! AMA NASIL?!
Teblîğ, İslâm dînini ve onun esaslarını anlatarak, insanların bu emirler istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. En meşhur tâbiriyle teblîğ “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker: İyi ve güzel olanı emretmek, kötü ve çirkin olan şeyden menetmek” diye bilinmektedir.
Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde teblîği bütün mü’minlere bir vazîfe olarak emretmektedir:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولَئِكُ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ…
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)
Peygamber Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Bizden bir şey işitip, onu aynen başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ak etsin! Kendisine bilgi ulaştırılan nice kimseler vardır ki, o bilgiyi bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbîk eder.” (Tirmizî, İlim, 7)
“Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbî olanların sevâbı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)
Şefkat ve merhametin mutlak menbaı olan Yüce Rabbimiz, kullarının Hak dîne çağrılmasında tâkib edilmesi gereken METODLARI şöyle beyan buyurmaktadır:
اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ
“(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et…” (en-Nahl, 125)
وَلاَ تُجَادِلُوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلاَّ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ اِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا اَمَنَّا بِالَّذِى اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلَهُنَا وَاِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel bir yolla mücâdele edin ve deyin ki: «Bize indirilene de, size indirilene de îmân ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslîm olmuşuzdur.»” (el-Ankebût, 46)
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنِى مِنَ الْمُسْلِمِينَ وَلاَ تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ
“Sâlih ameller işleyip de: «Ben Allâh’a teslîm olanlardanım.» diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî (denk) değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış.[4] O zaman (göreceksin ki) Sen’inle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 33-34)
قُلْ هذِهِ سَبِيلِى اَدْعُو اِلَى اللهِ عَلَى بَصِيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِى وَسُبْحَانَ اللهِ وَمَا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“De ki: İşte benim yolum budur; basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allâh’ı tesbîh ederim ve ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 108)
Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbîki netîcesinde târihte nice dikenleşmiş rûhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra gark olmuştur.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı Firavun gibi hakîkaten azmış ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:
فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشَى
“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasîhat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44)
Bu âyet-i kerîmede teblîğ metodunun iki esâsı görülmektedir:
Hakîkati muhâtaba teblîğ ederken, onun enâniyetini tahrîk etmeden yumuşak bir üslûp kullanmak:
Nitekim Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm’ın mûcizeleri karşısında pek çok defâ îmâna temâyül ettiyse de, Hâmân ve etrâfı ona mânî oldular. Kendisi de gurûra ve kibre kapılarak îmân etmedi.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a “kavl-i leyyin, yâni yumuşak lisan” kullanmasını emir buyurarak bizlere bir teblîğ metodu tâlîm etmektedir. Buna göre önce kalpler yumuşatılacak, ondan sonra teblîğ edilecektir.[5] Peygamberler ve Allâh dostlarının hayâtında hiçbir zaman münâkaşaya yer yoktur. Hâl ile teblîğ, mühim bir esastır.
Güzel ahlâkla kābil-i telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûb ile yapılan hizmetlerinden hayır umulamaz. Bilhassa insanın rûhuna hitâb eden eğitim, irşad ve teblîğ gibi hizmetlerde, bu husus çok daha ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete hitâben:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ
“(Ey Habîbim!) Allâh’tan (Sana gelen) bir rahmet sebebiyle, onlara yumuşak davrandın! Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrâfından dağılıp giderlerdi…” buyrulmuştur. (Âl-i İmrân, 159)
Hangi durumda olduklarına bakılmaksızın, teblîğin bütün insanlara şümûllendirilmesi:
Firavun, îmân etmeye yanaşmayan bir zâlim ve bedbaht olduğu gibi aynı zamanda Mûsâ aleyhisselâm-’ı yok etmek uğruna binlerce mâsum yavruyu katletmiş bir cânî idi. Böyle olduğu hâlde ilâhî teblîğe muhâtab oldu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Ebû Cehil’e defâlarca teblîğde bulunmuştur. Ebû Cehil ise, Peygamber Efendimiz’in apaçık nübüvvetini vicdânen kabûl ettiği hâlde nefsâniyetinin galebesi ve kibri sebebiyle bunu ikrâr edememiştir. Lâkin Allâh Rasûlü’nün bu üstün davranışı, Ömer bin Hattâb, Ebû Süfyân, Hind ve Vahşî gibi başlangıçta İslâm düşmanı olan nice kimselerin hidâyetine vesîle olmuştur.
İşte bu bakış açısı, gerek İslâmî hizmetlerde ve gerekse bütün beşerî münâsebetlerde muhâtapların fiilî durumarı kadar, muhtemel hâllerinin de dikkate alınmasından doğan bir güzellik, yumuşaklık ve zarâfeti gerçekleştirme imkânı sağlar.
Varlık Nûru’nun ibretlerle dolu yirmi üç senelik teblîğ hayâtını tedkîk ettiğimizde, bir teblîğcinin yolunu aydınlatan şu hususları müşâhede ederiz:
Allâh Rasûlü teblîğe en yakınlarından başlamıştı. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ
“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214)
يَااَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا قُوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi (öyle) bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Onun başında gâyet katı ve şiddetli melekler vardır, onlar Allâh’a isyân etmezler ve emredildikleri her şeyi yaparlar.” (et-Tahrîm, 6)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvette, tedrîcîliğe riâyet etmiş, basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol tâkib etmiştir.
Allâh Teâlâ’nın ilk emri اِقْرَاْ “Oku!” (el-Alak, 1) âyeti idi.
Sonra Efendimiz’e risâlet vazîfesi verilmiş, قُمْ فَاَنْذِرْ “Kalk ve îkâz et!” (el-Müddessir, 2) buyrulmuş, bundan sonra ise:
وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ
“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214) emr-i ilâhîsi gelmiştir.
Bunu müteâkıben vazîfenin sınırı bütün şehri ihâta edecek şekilde genişletilerek şöyle buyruldu:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِى اُمِّهَا رَسُولاً يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اَيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِى الْقُرَى اِلاَّ وَاَهْلُهَا ظَالِمُونَ
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o belde halkını helâk edici değildir. Zâten Biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59)
Bir sonraki merhalede, çevre vilâyetleri de kapsayacak şekilde dâvetin sınırları genişledi:
وَهذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا
“Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki Kitapları tasdîk eden, şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübârek bir Kitap’tır…” (el-En’âm, 92)
Nihâyetinde teblîğ vazîfesinin hudutlarının bütün insanlığı içine alacak kadar geniş olduğu îlân edildi:
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
“(Ey Muhammed!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
BİZ NASIL YAPACAĞIZ?
Aziz Müslümanlar! Dört Hüsnüye dikkat edeceğiz! Hüsnü güzel demektir. İşte bu dört güzel şartı muhakkak uygulamalıyız ki başarılı olabilelim. Dört ana unsurun muhakkak alt unsurları da vardır. Önce asıl unsurları sayalım, Sonra da detaylandıralım:
1-HÜSNÜ HAL (GÜZEL BİR HAL)
2-HÜSNÜ ZAMAN(GÜZEL BİR ZAMANDA)
3-HÜSNÜ MEKÂN(GÜZEL BİR YERDE)
4-HÜSNÜ LİSAN( GÜZEL BİR DİLLE)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, muhâtapları husûsunda tedrîcîliğe(yavaş yavaş, aşama aşama) riâyet ettiği gibi teblîğ edeceği ahkâmı anlatırken de aynı usûle başvurmuştur. Namaz ve orucun emredilmesi, içki ve fâizin yasaklanması gibi pek çok husus buna birer misâl teşkil eder.
Varlık Nûru, îman, ibâdet ve ahlâkıyla mükemmel bir seviyeye getirdiği ashâbını, ânî bir değişimle değil, hissedilmeyen, yavaş ve tedrîcî bir gelişimle ulvî bir seviyeye çıkarmıştır. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona yaptığı tavsiyeler bunu açıkça göstermektedir:
“Muhakkak ki sen, halkı ehl-i kitâb olan bir memlekete gidiyorsun. Onları, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şâyet buna itaat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabûl edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaya kalkma! Mazlûmun bedduâsını almaktan sakın, çünkü onun bedduâsı ile Allâh arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63; Müslim, Îman 29-31)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, teblîğ ve tâlîm için muhâtabının zaman, mekân ve hâlet-i rûhiye açısından en müsâit ânını kollardı.
Sahâbeden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, insanlara perşembe günleri vaaz ederdi.
Bir kimse ona:
“−Ey Ebû Abdurrahmân! Keşke bize her gün vaaz etsen!” dedi.
İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ona şunları söyledi:
“−Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” (Buhârî, İlim, 11, 12)
Kamil Efendi at bakıcısıdır. Bir cuma günü, camiye gelir. Bakar ki, hiç kimse yok! Vaaza hazırlanan hoca, cemaat olmadığını görünce: “Senden başka kimse yok. Ne dersin; Vaaz edeyim mi, yoksa etmeyeyim mi?” Kamil Efendi, “Ben seyisim, bu işlerden anlamam. Benim yirmi atım var. Hepsi kaçıp gitse biri kalsa, onu ihmal etmem, yine bakarım” der. Bunun üzerine hoca, uzun uzun vaaz eder. Namaz sonrası Kamil Efendi’ye sorar: “Nasıl, vaazımı beğendin mi?”
Kamil Efendi şöyle der: “Ben seyisim, vaazdan anlamam. Ancak ben, yirmi atın suyunu ve yemini bir ata verip onu çatlatmam!”
Mekke Fethi esnâsında Abbâs -radıyallâhu anh-, müslüman olmayı kabûl eden Ebû Süfyân’ı getirdi ve Allâh Rasûlü’ne şöyle dedi:
“−Yâ Rasûlallâh! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Doğru söyledin! (Şehre girerken îlan edin:) Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir.” buyurdu. (Ebû Dâvud, Harâc, 24-25/3021)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman kendisine soru soran kimselere, bu kişilerin durumlarına göre cevap vermiş, şahsa münhasır metodlar tâkib etmiştir.
“Amellerin en fazîletlisi hangisidir?” diye soran muhtelif kimselere durumlarına göre şu farklı cevapları vermiştir:
Peygamber Efendimiz, her hususta kolaylaştırmayı ve müjdelemeyi hayâtının esâsı kabûl etmiş, teblîğ esnâsında da buna âzâmî derecede riâyet etmiştir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)
Nitekim Cenâb-ı Hak da:
يُرِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ
“…Allâh size kolaylık diler, güçlük istemez…” (el-Bakara, 185)
وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ
“…Rahmetim her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurmaktadır.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyeti tefsîr sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ varlıkları yarattığı zaman, kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitâbına: «Rahmetim gerçekten gazabıma gâliptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, l4-l6)
Ashâbdan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise nakleder:
Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîği esnâsında insanları ilâhî azâb ile uyarmış, onları âhirete hazırlanmaya teşvîk etmiştir.
Âlemlerin Efendisi, dâvete ilk başladığında, Hâşimoğulları’na şöyle hitâb etmişti:
“Ben sizi «Lâ ilâhe illâllâhu vahdehû lâ şerîke leh: Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur! O birdir! O’nun, ortağı yoktur!» diyerek şehâdet getirmeye dâvet ediyorum. Ben de, O’nun kulu ve Rasûlü’yüm. Bunu böylece kabûl ve ikrâr ettiğiniz takdirde, sizin Cennet’e gireceğinize kefîl olurum.
Siz, kıyâmet günü iyi amellerinizle gelmez de dünyâyı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise şöyle derim.”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Şöyle derim.” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi ve bu hareketi iki defâ tekrarladı. (İbn-i İshâk, s. 128; Ya’kûbî, II, 27)
Peygamber Efendimiz teblîğ ettiği hususları, sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayâtında tatbîk etmek sûretiyle hâliyle de insanlara arz ediyordu. Nitekim Rabbimiz ne buyuruyor Saf Suresi 2 ve 3. Ayetinde:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ:كَبُرَ مَقْتاً عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَاتَفْعَلُونَ:
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”
İmam-ı Azam Ebû Hanife, oğlu Hammad’ı bundan sakındırmıştır. Bunun üzerine oğlu Hammad: “Babacığım!.. Bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum” dedi. İmam-ı Azam buyurdu ki: “Evlâdım!.. Bizler münazarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle herbirimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranırdık, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münazara ederken, herbiriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını (sapmasını) istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kâfir olmadan kendisi, kâfir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmaktaki ölçü de böyledir.”
İslâm’ın yaşanarak teblîğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Ashâb-ı kirâm, dünyânın en ücrâ köşelerine kadar îman sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ın güzelliklerini dünyâya sergilemek, en güzel bir teblîğ metodudur.
İslâm’ı yaşayarak ve anlatarak teblîğ etmek, imkân nisbetinde her mü’minin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Günümüzde imkânların genişlemesi ve iletişim vâsıtalarının çoğalması sebebiyle, bu vazîfenin mes’ûliyeti de iyice ağırlaşmıştır. Dünyânın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanlar bir tarafa, yakınımızda bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmâlkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve hesap soracaktır.
Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Şunu duyardık:
Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasına yapışarak dâvâcı olacak. Adam:
«–Benden ne istiyorsun? Birbirimizi tanımıyoruz ki!» diyecek.
Diğeri ise:
«–Dünyâda beni hatâ ve kötü işler üzerinde görür de alıkoymaz, îkâz etmezdin.» cevâbını verecek.” (Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
NE ÖĞRENDİK?!
1-TEBLİĞ, HER MÜMİNİN GÖREVİDİR. VE ECRİ DE BÜYÜKTÜR…
2-YAPTIKLARIMIZI SÖYLEMELİYIZ Kİ, ETKİ ETSİN..
3- DÖRT HÜSNÜYÜ UNUTMAMALIYIZ:
1-HÜSNÜ HAL (GÜZEL BİR HAL)
2-HÜSNÜ ZAMAN(GÜZEL BİR ZAMANDA)
3-HÜSNÜ MEKÂN(GÜZEL BİR YERDE)
4-HÜSNÜ LİSAN( GÜZEL BİR DİLLE)
4-KARŞIMAZDAKINI MAT EDIP YENMEK IÇIN DEĞIL, ONUN HIDAYETINE VESILE OLMAK IÇIN KONUŞMAK LAZIM!
5-AZ SÖZLE SIKMADAN ANLATMAK LAZIM!
6- NIYETIMIZ ALLAH RIZASI OLMALIDIR
7- DOĞRU KAYNAKLARDAN KENDIMIZI IYI YETIŞTIRMELIYIZ!