Menü Kapat

MEVLİD-İ NEBİ

BİR DÜŞÜN DOSTUM!
Bir mağara düşün dostum!
İpinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Dediler, çıkılası değildir kuyu
Karanlıktır, inilir.
İn/dir.
Dedim, nedir ki in?
Mağara, dediler.
Bilgelerine götürdüler.
Bir mağara düşün dostum,dedi
Duvarına gölgeleri yansır hakikatlerin
Gerçek sanırsın.
Ne zaman çıksan dışarı
Görürsün hakikatleri
Güneşi görür söyleyemezsin
Bir mağara düşün dostum yanılgılar ülkesi
Bu yüzden atıyor herkes kendini dışarı
Bu yüzden mi dışarıda hayat?
Bu yüzden mi sergilemek her şeyini güneşin altında ?
Ve hayatı güneşlere taşımak?
Karanlık korkusu bu yüzden mi?
Balkonlar, sokaklar, kalabalıklar…
Bin parçaya bölünmüş gösterişli bedenler
İçeri korkusu mu mahremlerin sergisi?
Özü mağaradan çıkmak olan bir medeniyet düşün
Bir mağara düşün dostum
Bir Hira düşün
Öyle bir mağaraya gir ki
Gölge olduğunu göstersin sana dışardakilerin
Ve öğretsin sana
Merhamet olduğunu karanlıkların
Bil ki bazen görmek için örtmek gerekir
Bazen örtünmek gerekir korkmamak için
Bakmak gerekir bazen
Sırtını güneşe çevirip girmek ıssız mağaralara
Zirvesine çıktığın dağları alt ettim sanma
Mağaralarına in
Merhamet’e sığın Rahman’ın
Bir çocuk gördüm dostum annesini yitirmiş
Bir kadın su verirken bir cana
Bir yolcu gördüm dostum
Yörüngesi şaşırmış
Bir gemi gördüm yaklaşmazken limana
Bir nebi gördüm dostum yetim başı okşarken
Bir nebi
Cennetle müjdelerken
Yörüngeyi taşıdı yolcunun ayağına
Gemiyi liman yaptı denizin ortasına
Dediler, imkansızdır denizi liman yapmak
Bir mağara var dostum
Karanlığı aydınlık
Aydınlık mı? dediler
O tam bizim işimiz
Güneşten gelir bize ekmeğimiz, aşımız
Aydınlanma istersen yoktur bizim eşimiz
Bir bilge var şu dağda yüreğimiz başımız
Görmek istiyorsan ışığa sığın
Güneşi al arkana aydınlansın önlerin
Mağarandan çık
Gözünü kullan
Yine de bil
Bir ateştir aydınlık
Bil yine de dedi bilge
Bir ateştir aydınlık
Bu yüzden mi bu güneş?
Bu yüzden mi bu sahil?
Bu yüzden mi yakıyor geceri aydınlık
Azalıyor yıldızlar karardıkça geceler
Bu yüzden mi benziyor silahlar güneşe?
Çözülmüş beyin gibi çıkıyor gökyüzüne
Bu yüzden mi gözlerim yüreklerimden üstün?
Bu yüzden mi bilincim kulaklarıma küskün?
Bir medeniyet düşün dostum
Aklı fikri göz olan
Bir kulaktı oysa karanlıkları gören
Bir vahiy bir ses
Bir elçiyi dinledim merhametten bir halka
Etrafında çevrilmiş anlatıyordu bir halka
Bir nebi dinledim dostum
Sözü yıldız parçalar
Dinledikçe gönlümde birleşiyor parçalar
Bir nebi gördüm dostum
Bir çocuk taşıyordu sonsuz secdelerinde
Merhamet taşıyordu
Taşımak mı? dediler
O işi bize bırak
Deniz bize deredir
Yakındır bize ırak
Taşımakla kuruldu bu belde bu saltanat
Bir şair var orada
Her kelimesi sanat
Dedi,bak şu tepeye kanat yüklü insanlar
Dedim,nedir ki bunlar neden kanatları var
Dedi, bazısı var kanatla uçayım der
Gökyüzüne varayım bulut olsun bana yer
Dedim, uçmak için değil mi bu kanatlar
Dedi ,uçası değil acınası insanlar
Dedi, onlar hayatta aşağı düşecekler
Unutma her düşenin mutlaka kanadı var
Dedim ki, her birimiz düşesi değil miyiz?
Öyle buyurdu şair susası değil miyiz?
Bu yüzden mi bu düşüş, bu çöküntü, bu uçuş?
Kanatlarımız var da uçmaya mı çalıştık?
Ya da düşmek bitmezken kanada mı alıştık?
Gözlerimiz bundan mı her daim yukarılarda?
Uçamaya çalışırken kırıldı kanadımız
Bu yüzden mi uçaklar, füzeler, salıncaklar?
Bu yüzden mi bulutlar, ulaşılmaz umutlar?
Bir medeniyet düşün dostum düşmeyi uçmak sanan
Bir kanat düşün dostum düşmek için olmayan
Bir kanat düşün dostum alemleri kapsayan.
Dostum
Bir rahmet düşün
Bir kanat
Bir ufuk
Bir kanat nasıl tutar düşmeyi diye sorma
Düşmek mekanda olur
Bunu mekana yorma
Bir nebi düşün dostum
Mekanı zaman kılan
Bir düşüş düşün dostum
Zaman içinde olan
Bir düşüş düşün dostum
Zamanda uçmak olan
Mekan zaman, dediler
Anahtarı bizdedir
Dünyayı biz küçülttük
Zaman elimizdedir
Bilgeleri şairi artık geçmişte bırak
Zaman senin zamanın
Sadece kendine bak
Kendime baktım şimdi
Kıılmış bir çift kanat
İster düşlere uyan
İstersen gerçeğe yat
Bir düşüş düştü alem
Ayrıldık sandı Senden
Sen gelince gül oldu
Gül oldu güller senden
Şimdi ipinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Ve burası kuyu değilse?
Ve bu çıkış inişse?
Ve bu ip Seninse?
İstersen beni burda bırak
Burda ne düşmek, ne kalkmak
Ne mağara, ne uçmak
Ne kanat çırpışı
Ne durmak için zahmet
Her şey düşer gibiyken
Mağaranın dışına
Yalnız Seni düşünmek…
Seni düşünmek Rahmet…
Merhamet Peygamberi…
                                                                                                                       Cemil Meriç
Eğer Bir Gün Peygamber Efendimiz Ziyaretimize Gelse…
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretimize gelse, 
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapımızı… 
Merak ediyorum neler yapacağımızı…
Biliyorum ama…
Böylesine şerefli bir konuğa açacağımızı en güzel odamızı, 
Ona sunacağımız yemeklerin en iyisi olacağını, 
Ve inandırmaya çalışacağımızı… 
 
 
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretimize gelse, 
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapımızı… 
Merak ediyorum neler yapacağımızı…
Biliyorum ama…
Böylesine şerefli bir konuğa açacağımızı en güzel odamızı, 
Ona sunacağımız yemeklerin en iyisi olacağını, 
Ve inandırmaya çalışacağımızı, 
Onu evimizde görüyor olmaktan mutluluk duyduğumuzu; 
Gerçekten evimizde ona hizmet etmekten alacağımız hazzı. 
Fakat söyleyin bana, 
Efendimizi evimize doğru gelirken gördüğümüzde, 
Onu kapıda karşılayacak mıyız? 
Yoksa onu içeri davet etmeden önce,
o sabah aldığımız gazete ve dergileri toplayacak mıyız aceleyle?
Onların yerine dini kitapları serpiştirecek miyiz telaşla?
Peki açık bırakacak mıyız pembe dizi oynayan televizyonumuzu? 
Yoksa kapatmaya mi koşacağız aceleyle, 
O bize darılmadan önce? 
Kim bilir? 
Belki de ağzımızdan hiç çıkmamış olmasını dilerdik, 
gün içinde ediverdiğimiz bir sürü yalan ve hakaretin… 
 
Peki ya cd’lerimizi, hızlı müziklerimizi, yeni çıkan starların son albümlerini de gizleyecek miyiz aceleyle? 
Ve bunların yerine, tozlu raflarımızdan
kitaplar mı koyacağız özenle?
Peki hemen evimize girmesine izin verecek miyiz? 
Yoksa, ne olur bir dakika diyerek kapıda,
hangisini kaldırayım, neyi gizleyeyim telaşıyla
koşturacak mıyız evimizin içinde?
Merak ediyorum: 
Eğer Peygamber Efendimiz, 
bir kaç günlüğüne bizimle birlikte yaşasa, 
Yapmaya devam edecek miyiz, 
Her zaman yaptığımız şeyleri? 
Ailemizdeki sohbetler eski halini koruyacak mı? 
Her yemekten sonra sofra duası etmeyi, 
Yine zor mu bulacağız? 
Hiç yüzümüzü asmadan, 
Oflayıp puflamadan, 
Her vakit namazımızı kılacak mıyız? 
Ya sabah namazı için, 
Sıcacık yatağımızdan, 
Erkenden kalkacak mıyız? 
Peki ya yine mırıldanacak mıyız, 
Her zaman söylediğimiz şarkıları? 
Ve okuyacak mıyız, 
Her zaman okuduğumuz kitapları? 
Peki bilmesine izin verecek miyiz, 
Aklımızın ve ruhumuzun beslendiği şeyleri? 
Yoksa hiç bilmemesini mi isteriz? 
Şöyle diyelim yada: 
Gideceğimiz her yere götüre bilecek miyiz Peygamberi de? 
Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi planlarınız? 
Tanıştırmaktan onur duyacak mıyız en yakın arkadaşımızı onunla? 
Yoksa hiç karsılaşmamalarını mı umarız, 
Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle? 
Simdi söyleyin açık yüreklilikle, 
Onun kalmasını ister miyiz bizimle? 
Sonsuza dek, hep birlikte… 
Yoksa rahat bir nefes mi alacağız, 
Ziyareti bitip gittiğinde?
Gerçekten bilmek ilgi çekici
olabilir değil mi,
bilmek ve düşünmek?
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretimize gelse 
Yapacağımız şeyleri… 
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretimize gelse, 
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapımızı, 
Merak ediyorum neler yapacağımızı…

VİDEOSU için Tıklayınız..

 Hz MUHAMMED VE GÜVEN TOPLUMU 
Bugün emin peygamberin ümmeti olarak bizlere
düşen güvenilir müminler olmaktır. Eğer bizler
güvenilir müminler olursak işte o vakit Rabbimizin
emanı, himayesi bizimle olur. O, bizi her türlü korku ve
hüzünden, endişe ve kederden korur. Eğer bizler
güvenilir müminler olursak işte o vakit çevremizden
güven bekleyebiliriz. Eğer bizler güvenilir müminler
olursak işte o zaman hanelerimiz, işyerlerimiz,
mahallelerimiz, şehirlerimiz, ülkemiz ve dünyamız
güvende olur. Zira güvende olan bir dünya ancak
güvenilir insanlar, emin müminler eliyle inşa edilecektir.
Unutmayalım ki; din güvendir. Mümin güvenilendir.
İnsanlık insana emanettir.

NEBİDEN NEBİYE MEKTUP
İsmini anarken, rahmet dileriz aynı zamanda…
 
Medine’de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetul Bakiye defnedildi.
 
Tabii ailesi mecburi istikamet Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları.. 
 
( Bu yazıyı; sessiz bir ortamda, sesli okumanızı tavsiye ederim).
 
Bir seni güneşim, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geldiğim yerde.
 
 
Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine’de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravzanın hemen yanıbaşında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş.
 
 
Babam gelipte daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım. İlk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış, ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmişim. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben. Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni. Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik.
 
 
Çocuklar evde sıkılınca babaları parka,eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medinede yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmazmıydı acaba hiç? Sanırım Medinedeki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı.çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kımbilir, korkardık belkide bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun bu da bizim hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde
 
 
-Babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye.
 
Babam da:
 
– evladım Medinede iki tane güneş var da ondan, derdi.
 
– Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi? derdim.
 
Babam gülerek;
 
– Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor.
 
 
Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçektende ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşinde, sıcaklığında içimizi ısıtıyordu. Medineden ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor.
 
Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi
 
kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravzasında yalınayak koşmam lazımdı.
 
 
Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okurki Medine müezzini ezanı, sanki Bilali Habeşi okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütünların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam ‘incitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyrenin kedileri’ derdi, biz de inanırdık. Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü.
 
 
Çarşamba günleri hep Uhud’a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye, o bizim de amcamızdı.Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik. Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk.
 
 
Uhudda senin Ravzanın kokusu gibi gül kokardı.Orasıda ayrı bir gül bahçesi idi sanki.
 
İşte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti. Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım,bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi.
 
 
Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım. Taki güneşin içimi ısıtana kadar. Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın.
 
 
Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki. Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Hani sana Medineyken komşuydukya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, arasıra da olsa evimizi şereflendiriver.
 
 
Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım.
 
 
Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medineden ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim.
 
 
Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken abimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü abimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde bende kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı.
 
 
Evet demiştim ya bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliklerim hep o oradaydı, gelemezlerdi. Ama güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı? Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum.
 
Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim.
 
Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.
 
Birgün sana gelişim geç bile olsa,
 
Bana gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et.
 
Ta ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun.
 
Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun.
Sakın Terk-i Edepten (naat) Şiiri ve Hikayesi
 
                Osmanlı Devleti’nin ünlü arif ve şâirlerinden Yusuf Nâbî (rah.), 1678 senesinde bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede Osmanlı Devleti’nin ileri gelen paşaları da vardı. Kafile, Hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nâbî’yi iyice sardı. Öyle ki vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyuyamadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya’nın beldesine girerken gördüğü bu manzara Nâbî’ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
 
 Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu! 
 Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
 Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
 Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
 
(Günümüz Türkçesi: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala’nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.)
 
 
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî’ye dönerek:
 
– Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî:
 
– Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
 
– Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler.
 
 
 Sakın Terk-i Edepten Şiiri ve Hikayesi
Sakın Terk-i Edepten (naat) Şiiri ve Hikayesi
Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah’ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin: “Sakın terk-i edepden…” beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:
 
– Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
 
– Resûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:
 
– O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin:
 
– Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
 
 
İşte o muhteşem şiir:
 
Sakın Terki Edepten
 
Sakın terk-i edebten kuy-ı Mahbub-i Huda’dır bu
 Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafadır bu
 
Felekde mah-i nev, Babüsselem’ın sine çakıdır
 Bunun kandili Cevza, matla-i ziyadır
 
Habib-i Kibriya’nın habgahıdır fazilette
 Teveffuk-i kerde-i Arş-ı Cenab-ı Kibriyadır bu.
 
Bu hakin pertevinden oldu deycur-i adem zail
 Amadan açdı mevcudat düş çeşmin tutiyadır bu.
 
Muraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergaha
 Metaf-ı Kudsiyandır cilvegah-ı enbiyadır bu

SUDANLI AŞIK

İstiklal marşı şairimiz merhum Mehmet Âkif Ersoy, hayatının son zamanlarını İslâm coğrafyasında dolaşmakla geçirir.

Zihnindeki gam, keder ve elemi temizlemek, Rasûl-i Ekrem’e duyduğu sevgi ve muhabbet gereği o kutsal beldelerde dolaşır durur.

Yer yer Mısır, Suriye, Mekke-Medine arasını dolaşarak ümmetin dertleriyle dertlenir.

Bu geziler esnasında müşahede ettiği pek çok şey vardır.

İşte bunlardan bir tanesini Mehmet Âkif şöyle nakleder:

“Ravza-i Tâhire’nin yanı başında duruyordum ki, birden bire bir ses yükseldi:

‘Ya Nebi, şu halime bak!’ diyordu bu ses.

Sağıma döndüğüm zaman parmaklıklar üzerine abanmış Sudanlı bir genç gördüm.

Kendi kendine Efendimiz’e (a.s) şunları söylüyordu:

‘Nasıl ki çöle güneş vurduğu zaman bağrı yanar, ben de senin hicranınla senelerce yandıkça yandım Ya Rasûlallah!

Senelerce arzu ettiğim halde, Harem-i Pâkine gelip başımı ayaklarının dibine koymayı düşündüğüm halde; memleketim, evlâd ü iyâlim karşıma çıktı, bu ziyaretimi geciktirdi.

Nihayet hepsini yıktım, çevremi terk ettim, Sudan’dan ayrıldım.

Tihâme Çölü diye üç çölü teptim durdum, senin çölün diye…

Senin çölünde gezerken, burcu burcu senin kokunu duydum. Eğer senin kokun imdadıma yetişmeseydi, ben bu yolu kat edemezdim Ya Rasûlallah!’

Sudanlı âşık, demir parmaklıklar üzerinde hasbi hale devam ediyor Rasûl-i Ekrem’le…

‘Elli üç yaşına kadar senin hicranının azabını sinemde taşıdım.

Yanına geldiğim zaman şu başımı çarptığım demir kafes de nedir Ya Rasûlallah!

Hala vuslat olmayacak mı?

Tihâme Çölü’nü kat ettim, gözlerime uyku girmedi.

Arzu edersen yıldızlara sor, sor ki şu üç aylık zaman içinde bu gözler bir kere uyudu mu?

Uyumadı, diyecekler Ya Rasûlallah!

Dağlarla, taşlarla bütün hilkat ehli ile hasbi hâl ettim Ya Rasûlallah!

Derdimi geceye döktüm, leyâle/gecelere derdimi anlattım, cibâli/dağları söylettim Ya Rasûlallah!

Nihayet huzuruna geldim Yâ Rasûlallah!”

Âkif etkilenmiş, hislenmiş, coşmuş… bu Sudanlı gencin feryadı figanıyla.

Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s) karşısına geçerek bir aşkın nasıl dolu dolu yaşandığını müşahede etmiş o anda.

Efendimiz aleyhisselâmın kabrinin parmaklıklarından tutunan bu insan, son sözlerini söylerken sesi kısılmaya başlamıştır.

Âkif şöyle bitiriyor.

“Kısa bir sessizlikten sonra adam şöyle diyordu:

‘Şu kadar mesafeyi tepip huzuruna geldim, bu hasta gönlümü bir daha hâk-i pâyinden ayırma Ya Rasûlallah!

Tahammülüm yoktur artık…’

Sonra bir sessizlik oldu, bir “Ah!” feryadı duydum.

Döndüğüm zaman parmaklıkların dibine yıkılıp kalmıştı.

Sudanlı gözlerini kapatıyordu.

Bir kaç dakika sonrada bir iki gassal, bir iki taşıyıcı geldi, Cennetü’l-Bâkî’ye kaldırdılar mübarek cenazesini.

Fakat ruhu, muhtemelen Ravza-i Tâhire’nin parmaklıklarına takılıp kalmıştı.

Rasûlullah’a yürekten âşık bu genç;

‘Artık bu hasta gönlümü hâk-i pâkinden ayırma Ya Rasûlullah!’ diyordu.”

 

Yâ Nebî, şu halime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın;

Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!

Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum,

Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.

“Tahammül et!” dediler, hangi bir zamana kadar?

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!

Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak,

Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak…

Yıkıldı hepsi, ben aştım diyâr-ı Sûdân’ı,

Üç ay “Tihâme!” deyip çiğnedim beyabanı.

Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada,

Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada.

Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;

Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin.

İrâdem, olduğu gündür senin irâdene ram,

Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbi hâl ettim;

Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim…

Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözüm,

Nücûma sor ki, bu kirpikler uyku görmüş mü?

Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir,

Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?

Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,

Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?

Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden;

Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!

Nedir o meşale? Nurun mu, Yâ Resûlallâh!

MESTANİ ve DESTANİ AŞKLA PEYGAMBERİ SEVMEK!

        “İslamı aşkla yaşama sanatı “ denmiş tasavvuf için. Hakka doğrudur. Küçükken Kuran kursu hocamız vardı, Allah rahmet eylesin, hep şöyle derdi:

 

Aşkı olmayan insan sarhoşa benzer,

Kafası boşa benzer, yolda kalmışa benzer.

 

Alim değildi ama arif bir insandı. Kuran öğretiminin yasak olduğu yıllarda kaçak köçek bir şeyler öğrenmiş ve bildiği kadarıyla hocalık yapıyordu.Yukarıdaki hikmetli sözü kendisinden birkaç defa dinlemiştim.Geçtiğimiz hafta Bosnalı Mestan’ın  hayatının finali olan  olaya şahit olan bir hocanın ses kaydını dinleyince aşkın nasıl bir mevhibeyi ilahi olduğunu anladım.Tıpkı Mestan’ın destansı aşkı gibi.

         

Mestan Bosnalı ayyaş bir genç Müslüman. Yıl 1999. Herkesin illallah dediği, görünce yolunu değiştirdiği belalı biri.Bir gece rüyasında Rasul ü Kibriya Efendimizi görür. Peygamber yakasından tutup iyice sarsar. “Yeter bu hali bırak ve çabuk bana gel” der. Mestan muhtarın kapısını çalar, gördüğü rüyayı heyecanla anlatır . “Muhtar sen bu köyün emirisin, beni Peygambere götür” der. Muhtar içki için para istiyor diye bir miktar para verip başından gönderir. Mestan köyü kapı kapı dolaşıp rüyasını anlatır. Herkes muhtar gibi biraz para verip başından savar.Mestan tekrar muhtara gelip işte para beni Medine’ye peygamberime götür muhtar deyip tehdide başlar. ”Vallahi evlerinizi yakar ahırlarınızı, harmanlarınızı dağıtırım, beni rasulullaha(s.a.v) götür. O(s.a.v) beni çağrdı bekliyor.” diye inler.

      

Muhtar çaresiz üç beş hayvanını satıp Mestan’la beraber hacca yazılır. Otöbüsle yolculuk başlar.Günler sonra Medine’ye otelin önüne otöbüsleri yaklaşır.Mestan otöbüsten iner inmez birine peygamberi sorar.Sorduğu kişi   eliyle  mescidi tarif eder etmez Mestan koşmaya başlar.Muhtar “Dur nereye gidiyorsun, valizleri odamıza yerleştirelim.” Dese de; Mestan “Valizlerde, otelde senin olsun, ben rasulullaha(s.a.v) gidiyorum.” deyip koşmaya devam eder.Muhtar çaresiz arkada Mestan önde Mescidi Nebevinin avlusuna varırlar.Mestan heyecanla “Ben geldim Ya Rasulallah(s.a.v). Sen çağırdın ben geldim.Bir yolunu bulup geldim.” Der. Hem ağlar, hem aynı sözleri tekrar eder.Hac mevsimdir, mescid son derce kalabalıktır.Mestan o kalabalıkta nasıl Ravzayı Mutahharaya ulaşır kimse bir şey anlamaz. Mestan, rasulullahın huzurunda gözlaşları sel olup inler     “Tevbe ettim geldim Ya Rasulallah. Beni çok mu sevdin, davet ettin?” diyerek yere çöker. O zamanlar mescidi nebevi gece on ikide kapanıp, sabah teheccüt vaktinde açılıyor olmasına rağmen Mestan Ravzada kalır.Tam üç gün üç gece sadece zemzem içip ibadet eder.Sonunda mescidin görevlileri onu çıkarma emri alır.Bir şeyler yiyip tekrar gelirsin diye iknaya çalışırlar.Ama nafile Mestan direnir, beni ayırmayın Rasulümden, ben O’nun(s.a.v) misafiriyim, dese de karga tulumba Mestan’ı çıkarırlar.Mestan çıkarken  “Beni senden ayırıyorlar , gönderme ya Rasullah(s.a.v)” der ve can verir. Mestan!ı dışarıda mermere yatırıp hayata döndürmeye çalışsalar da çabalar boşadır.Aşk kahramanının ruhu Ravzadan ayrılmamış ceset güler vaziyette adeta “aşk destanı böyle yazılır” mesajı vermektedir…

  

Evet değerli dostlar Peygamber böyle sevilir, emrine böyle uyulur, yoluna böyle baş koyulursa ona aşk derler ve o aşıklar Mestan olur.Mestan olanın son nefesi bir destan olur!..
Süleyman Özer Hocamız bir şiir kaleme alır! ve besteler:

Seher vakti esen RÜZGÂR beni Medine’ye götür

Yüreğimde bin yaram var beni Medine’ye götür

 

Medine’ye Medine’ye götür beni Medine’ye

Medine’ye Medine’ye götür beni Medine’ye

 

Kanadım ol kuş olayım gözden akan yaş olayım

Bir kenarda taş olayım beni Medine’ye götür

 

Yeşil Kubbe’yi göreyim yüzümü ona süreyim

Canımı orda vereyim beni Medine’ye götür

 

ŞİMDİ BİZLER YOLLARDAYIZ, sevdan ile heyecanlıyız

SEN OLMADAN BİZ YANLIZIZ, BİZİ MEDİNEYE GÖTÜR!

Bir Bayram Sabahı / Saadet Asrından

Peygamber Efendimiz, bir bayram günü, sokakta çocukların neşe içinde oynadığını gördü. Ancak içlerinden bir tanesi, yırtık ve eski elbiseler içinde idi. Diğer çocuklar gibi gülüp oynamıyor, bir kenarcıkta oturmuş ağlıyordu.

Peygamber Aleyhisselâm onun yanına gitti.

“Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. “Neden çocuklarla beraber oynamıyorsun?”

Çocuk, üzüntülü bir şekilde cevap verdi:

“Babam, falan savaşta Peygamber Aleyhisselâm ile birlikte savaşırken şehid oldu. Annem ise başka biriyle evlendi. Üvey babam beni evinden kovdu. Yiyecek, içecek, giyecek ve sığınacak bir yerim de yok. Analı babalı çocukların, böyle yeni yeni elbiseler giyerek oynamalarına imrendiğim için ağlıyorum.”

Resulullah Efendimiz, çocuğun elinden tutarak şöyle dedi:

“Benim, senin baban olmamı, Aişe’nin annen, Hasan ve Hüseyin’in de kardeşlerin olmasını ister misin?”

Çocuk, konuştuğu kimsenin Allah’ın Resulü olduğunu anladı ve sevinçle:

“Nasıl istemem yâ Resulullah” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Aleyhisselâm çocuğu alıp evine götürdü. Onu yedirip içirdikten sonra, güzelce giydirdi. Çocuk sevinç içinde arkadaşlarının yanına döndü.

Diğer çocuklar onu gördüklerinde:

“Az önce ağlıyordun.” dediler. “Sana ne oldu da sevinç içinde yanımıza geldin?”

Çocuk olanları anlatınca, arkadaşları ona şöyle dediler:

“Keşke bizim babalarımız da o savaşta şehid olsalardı ve keşke biz de senin gibi olabilseydik!”
                                   Nasıl ki, Resûl-i Ekrem Efendimizin merhamet nazarına uğrayan bu yetîm çocuk bayram yaptıysa, sen de Resûlullah’ın böyle bir nazarına uğrarsan yani nazar-ı iltifât-ı Muhammediyyeye nâil olursan o vakit bayram yapacaksın.

Yetîmi himâye eden kişi cennetde benimle komşu olacakdır. (Hadîs-i Şerîf)

Zaman Medine zamanı bir bayram sabahıdır

Ardında ashabı vardır nebinin o imam ashabı cemaattir bayram namazı kılınmaktadır

Bir bayram sabahıdır Medine’de kılarlar namazı

Sevgiliyle sarılır nebi sevenlerine sonra

Mescidi saadetten dışarı çıkarlar sevgili

Bir köşede oynayan çocukları görür sevinir

Onları görünce sevgili yüzünde tebessümler belirir

Sonra bir köşede ağlayan çocuğa gözleri ilişir

Herkes oynarken o çocuk neden ağlar diye yanına gider ey nebi

Bir bayram sabahıdır çocuk başını avuçlarının

Arasına almış ağlamaktadır

Sevgili başını okşar çocuğun kafasını kaldırır çocuk

Karşısında âlemlere rahmet gelen nebi vardır

Sorar derdi ve sıkıntısını?

Arkadaşların oynarken sen neden ağlıyorsun der

Niçin ağlamaktasın? Derki benim babam benim babam en

Sevgilinin yolunda şehit düştü der Uhut’da

Annem başkasıyla evlendi herkes babasının

Elini öperken ben elini öpecek bir baba bulamadım der çocuk

İşte o an sevgilinin gözünden yaşlar akıyordu..

Damla damla toprağa toprak taşı emerken,

Nebi çocuğu bağrına basıyor elinden tutuyor ve evine götürecekti

Hz. Aişe’nin hücresinde çocuğu güzelcine doyuracaklardı

Güzel elbiseler giydireceklerdi..

Onun gönlünü hoş edeceklerdi

Sonra nebi alehhisselativesselam çocuğu severek diyecekti ki

İstemezmisin? Hasan kardeşin Hüseyin kardeşin

Fatıma kardeşin olsun Aişe annen olsun!

İstemezmisin? çocuk bir anda çehresi değişir..

Ağlayan çocuğun yüzü gülmeye başlar!

Oynayarak yeni elbiseleriyle o arkadaşlarının

Yanına gider o değişimi görünce arkadaşları

Sana ne oldu derler vallahi der benim kardeşlerim

Hasan ve Hüseyin benim annem Aişedir Fatıma ablamdır..

Çocuklar derki keşke bizim babalarımızda onun yolunda şehit düşseydi de

Bizde senin gibi sevineydik derler!..

Bağrına basıyordu nebii’

Sen gittin gideli Ya Rasulallah

Er-Refiki Ala’ya dedin diyeli bizde öksüz kaldık!

Bizde yalnız kaldık bizde kimsesiz kaldık!

Bayramlarda sensiz kaldık Ya Rasulallah!

Bayramlarda yetimler ağlamakta sen gittin gideli

Bir Suriye’de ağlamakta bir Filistin’de ağlamakta!

Bir ülkemde ağlamakta sen gittin gideli!

Ey Nebi Rüyalarımız sensiz kaldı gittin gideli..!

Enes’in rüyalarını süslediğin gibi,

Bilal’in rüyalarını süslediğin gibi,

Bizlerinde rüyalarını süsler misin Sevgili?

Bilal’e buyurduğun gibi:

‘Özlemez misin bizi Bilal?’ dediğin gibi,

Bizlerede rüyalarımızda der misin Ya Nebi?

Özlemediniz mi Yeşil Hadra’yı?

Özlemediniz mi Medine’yi?

Özlenmez mi Ya Nebi..

Ey Sevgili Seni..

Gelirsen evlerimiz şenlenecek Ya Rasulallah!

Gelirsen gönlümüz şenlenecek!

Gelirsen bir Erkam’ın evi olacak evlerimiz bir

 Eba Eyyüb el-Ensari’nin evi olacak gelirsen ülkem!

 Medine olacak! Ensarlar ve Muhacirler olacak, gelirsen

Ey Sevgili gel! Ne olursun gel!

Dayanamıyoruz Ey Nebi gel! Gel! En sevgili gelllll!…

İLAHİ

Ya Rasul Bugün Bayram

Sensiz Bayram Olmuyor Gel

Şu Gönlüm Sana Hayran

Sensiz Bayram Olmuyor Gel

 

Oy Gülüm Oy Gündüzüm

Oy Gecem Oy Yıldızım

Sensiz Ben Çok Yalnızım

Sensiz Bayram Olmuyor Gel

 

Sen Yoksun Ya Her Bayram

Ben Garip Ben Gariban

Biçare Kaldım Ama

Sensiz Bayram Olmuyor Gel!

İLAHİYİ DİNLEMEK İÇİN TIKLAYINIZ!..

HUZURUNDA NAATIMI OKUMADAN RABBİM CANIMI ALMASIN!
                       Kemâl Edip Kürkçüoğlu hayatı boyunca devamlı aşkı ve bu aşk yolunda yürüyenlerin tarihini anlatmasına rağmen,
 bu kutlu kervana bir türlü maddi yüklerini atıp manen katılamamıştı. “Aşk aranmakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlar 
olmuştur” sözü tekrar tecelli etmiş, Kemâl Edîb Bey’in gönlündeki mana perdesi aralanmaya başlamıştı. Bir ilahi neşve ile 
Mahmud Sami Ramazanoğlu’na intisap edip bende olmuş, nice yıllardır içindeki mana hazinesi ortaya çıkmıştı. Bu intisaptan 
sonra şeyhine aşk dolu şiirler, methiyeler yazdı. Yılların ağır yükü, köy köy, şehir şehir gezip yaptığı hocalık hizmeti 
bedenini haylice yıpratmış; yer yer nükseden bazı hastalıklar artık cem olup bedenini istila etmeye başlamıştı.
              Geçirdiği şiddetli ağrılar üzerine hastaneye kaldırılıp da yapılan tetkikler üzerine kanserin bedenini 
sardığı anlaşıldı. Doktorlar artık çok geç olduğunu, hastayı eve götürüp son günlerini iyi geçirmesini ailesine tavsiye 
etti. Bu kara haberle yıkılan aile ne kadar metaneti koruyarak bu haberi Kemâl Edîb Bey’den gizli tutmaya çalışsalar da 
göz ve gönül aynasına yansıyan hüzün ile hakikat akisleri ifşâ oluyordu. Artık canını, canana teslim etme vakti gelmişti. 
Ömrü boyunca binlerce talebeye âlemlerin sultanı Peygamber ’i anlatan şiirleri, naatları ve edebiyatı anlatmıştı. Her 
alanda başarılı şiirler yazmasına rağmen, bir şiirde eksiklik vardı. O yüce nebiye ithaf edebileceği, kıyamet günü şefaate
nail olmaya vesile olacak bir naat yazmaya niyet etti. Ve ellerini açıp “Allah’ım, âlemlerin efendisi için yazdığım şu naat
i tamamlamayı nasib et” diye yüce yaratıcıya niyazda bulundu. Bu duanın bereketi ile vücudundaki ağrılar dinmiş, naati beyi
t beyit bir gergef gibi 7 sene de işledi.
              Kemâl Edîb Kürkçüoğlu, na’tını tamamladıktan sonra ilk okuyucu olma şerefini biricik mürşidinin damadı Ömer 
Kirazoğlu’na verdi. Umreye gidecek olan Ömer Kirazoğlu, naati okudukça duygulanmıştı. Kemâl Edîb Bey, Ömer Kirazoğlu’dan 
Medine’ye Peygamberlerin Serveri’ni ziyarete gittiğinde “Yâ Rasûlullâh, ümmetinden günahkâr Kemâl’in size hediyesidir” 
diyerek Huzur-ı Nebi’de bu naati okumasını rica etti. Seve seve bu isteği yerine getirmeyi kabul eden Ömer Kirazoğlu, 
emaneti sahibine ulaştırmak için yola düştü. Umreye varıp vecd içinde salât ve selâm getirerek naatı kısık sesle okuyor, 
her beyitte gözden yaşları döküyordu. Naati okuduktan sonra, okuduğu saati not edip Ravza-ı Mutahhara’dan ayrılarak otele 
geldi. Emanet yerine ulaştı, demek için Kemâl Edîb Kürkçüoğlu’nu aradığında, telefona ağlamaklı sesle Kemâl Edîb Bey’in 
evladı çıktı. Ömer Kirazoğlu, konuşmakta zorluk çeken gözü yaşlı delikanlıya, Kemâl Edîb Bey’i sordu. Telefondaki evladı 
babasının az önce şu saatte vefat ettiğini söyledi. Ömer Kirazoğlu dona kalıp, elindeki “naat şu saatte okudu” notuna 
baktığında, tam naatini bitirdiği anda Kemâl Edîb Bey’in ruhunu teslim ettiğini görünce hayret içinde kaldı. Allah, 
biricik sevgili peygamberine bu kadar muhabbet duyan kulunun duasını bu şekilde kabul buyurmuş, bu kulun hediyesini 
sevgilisine kavuşturmuştur.
              Allah, o Peygamber’i seven Kemâl Edîb Kürkçüoğlu’nu ve bu naatı okuyan diğer âşıkları o yüce nebinin sancağı
altında cem olanlardan eylesin.
Ebediyyen sevecek cân onu cânân olarak
Şart-ı peymân olarak, hüccet-i îmân olarak
 
Tanırım ben yalınız Hazret-i Fahr’ür-Rusülü
Gönül iklîmine şâhenşeh-i zişân olarak
 
Yeter âyetleri Kur’ân’ın eğer lâzımsa
Rif’at-i zâtının i’lâmına burhân olarak
 
Öyle bir menbâ-ı ihsân ü keremdir ki ona
Katre hâlinde giden gelmede ummân olarak 
 
Yüz süren südde-i dergâhına, bir zerre iken 
Feyz alıp dönmede hurşîd-i dırahşân olarak
 
Cah lâzımsa eğer âşık-ı hasret-keşine
Elverir kulluğu her vechile unvân olarak
 
Koklayan bastığı me’mûn ü mübârek hâki
Nefhasından yitirir kendini sekrân olarak
 
Kalır Allâh, onu hoşnûd kılandan hoşnûd
Affı kâfildir onun müjde-i gufrân olarak
 
Yâr-ı gar eyledi Sıddîk’ı seçip hicrette
Nesl-i Hâşim var iken mazhar-i rüchân olarak
 
Saldı ün her yana Faruk, ona îmân getirip
Farık-ı hikmet-i mektûme-i Furkân olarak
 
“Feseyekfîkehümullah”* ile Zinnûreyn’i
Kıldı ma’rüf-i cihan, Câmi-i Kur’ân olarak
 
Buldu şan, yattı firaşında Aliyy’ül-Kerrâr
Şeh-i merdân olarak, Hayder-i meydân olarak
 
Hatemiyyetle edip kadrini i’lân ebeden
Onu gösterdi Huda âleme sultân olarak
 
“Ahmediyyet”le giren çille-i “mim”i mecde
“Ahadiyyet”te erer izzete pinhân olarak
 
Gösterir Hakk’ı gören gözlere âyine gibi
Rûh-i nevvarı tecellîgeh-i Sübhân olarak
 
Zâr ü giryân uyuyup, rûyunu rü’yâda gören
Uyanır neşve-i dîdar ile handân olarak 
 
Şeb-i Mi’racda sîmasını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak
 
Can atar her gece Rûh’ül-Kudüs, ihrâma girip
Harem-i muhterem-i kûyuna mihmân olarak
 
Bir gören bir daha görsem diye, Allâh Allâh
Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak
 
Âteş-i aşkına bin kerre yanıp İbrahîm
Görse eylerdi fedâ kendini kurbân olarak
 
Tatmayan Kevser-i in’amını İblîs gibi
Yanacak hasret ü hirman ile atşân olarak
 
İltifatından uzak düşmesi eyvâh! eyvâh!
İki dünyada yeter gâfile hüsrân olarak
 
Onun anlattığı tevhîd-i hakîkî bir gün
Saracak âlemi bir seyl-i hurûşân olarak 
 
Onun öğrettiği irfân inanın kâfidir
Beşerin derd-i derûnîsine dermân olarak
 
Bize dünyada emânet bırakıp gittiği dîn
Duracak haşre kadar koskoca bünyân olarak
 
“Ya Muhammed! Bana kıl merhamet” avâzı gelir
Her seher sine-i pür-sûzdan efgân olarak
 
Bulurum belki deyip yollara düşsem gözüme,
Görünür hâr-ı mugaylân bile reyhân olarak
                                                                   
Sözlerim düre döner, feyz bulup kıymet alır,
Onu medh eyler isem peyrev-i Hassân olarak
 
Âdem evlâdının ondan daha mümtâzı Kemâl
Dehre bî-şüphe ayak basmamış insân olarak.
Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Medine Müdaafası
Fahrettin Paşa Kimdir?
             Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahrettin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst, cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber’in kabrini sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O, tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.” diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa, Hz. Peygamber’in kabrine giden yolları genişletmiş, Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık göstergesidir…
Günümüzde pek çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahrettin Türkkan’dır. 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçük bir kasaba olan Rusçuk’ta doğmuştur. Babası Nizam-ı Cedid Topçubaşısı Ömer Ağa’dır. Annesi Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan gelen Fatma Adile Hanım’dır. Henüz on yaşındayken yaşadığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Ömer Fahrettin’de asker olma isteği uyandırmıştı. Zira bu savaşta binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş binlercesi de göçe zorlanmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin Balkanları İslamlaştırma ideali doğrultusunda 14. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleştirilen Türkler, 19. yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi üzerine “tersine göç” ile karşı karşıya kalmışlardı. Sahip olunan pek çok kıymetin terki anlamına gelen bu hüzünlü vedayı yaşayanlardan biri de Ömer Fahrettin olmuştur. Osmanlı-Rus Harbi sonrasında ailesiyle İstanbul’a gelen Ömer Fahrettin, Harp Okulu’nu ve Harp Akademisi’ni başarıyla bitirdikten sonra 1891’de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görev yaptı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yarbaylığa terfi edip İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanı olarak atandı. Balkan Savaşları’ndaki başarılı hizmetlerinin ardından I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu Komutanlığına bağlı 12. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Bu vazifede iken Musul ve havalisinde başarılı hizmetler yürüttü. 1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliğine tayin edilen Fahrettin Paşa bölgedeki Ermeni isyanları ile uğraştı. 23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderildi. Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutsal beldeyi 2 yıl 7 ay savundu. Bu sırada şehrin yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahrettin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine 7 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmek zorunda kaldı.
Bu beklenmedik durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahrettin Paşa daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından 30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelen Paşa, Kabil Büyükelçiliği’ne atandı. Afganistan ve havalisinden Milli Mücadele için toplanan yardımların Ankara’ya gönderilmesinde önemli payı olmuştur. 1926’da İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da Tümgeneral rütbesiyle TSK’dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden Fahrettin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Rumelihisarı kabristanında medfundur.
FAHRETTİN PAŞA’NIN UNUTULMAZ MEDİNE MÜDAFAASI
Medine savunması, askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber sevgisinin yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla, bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber’in kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren Fahrettin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah edebiliriz. Zira Fahrettin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel bir önem vermektedir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Fransız İhtilali’nin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik isyanları ve emperyalist devletlerin kışkırtmaları neticesinde 19. yüzyılda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. 20. yüzyıl başlarında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Trablusgarp’ın İtalya tarafından işgali ile Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı son bulmuştu. Ardından gelen Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya topraklarını kaybetmesine neden olduğu gibi fırsattan istifade eden Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etmişti. Netice itibariyle I. Dünya Savaşı başlarında Osmanlı Devleti, yüzyıllardır adalet ve hoşgörü ile hâkim olduğu Balkanlardaki ve Afrika’daki topraklarını yitirmişti. Arap memleketlerinde de durum hiç iç açıcı değildi. Zira İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü oyuna başvurmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de girecektir.” diyerek Arapları Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber Efendimiz’in kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahrettin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’ye görevlendirildi.
CAN VERİR, CANAN’I (SAV) VEREMEZ TÜRKLER
İşte tarihe altın harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (sav) bağlılığını ortaya koyan, “Can Verir, Cananı (sav) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan “MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahrettin Paşa ve askerlerinin yazdığı bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir. İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber’in kabrini düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek üreterek yemişlerdi…
 
MEHMETÇİKLERİN KUMANYASI KAVURMA NİYETİNE ÇEKİRGE 
Büyük komutan Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır. Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Askerlerine, Hz. Peygamber’in “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.
“SON ERE, SON MERMİYE VE DE SON DAMLA KANA DEK…” MÜCADELE
Yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan bir milletin evladı olan Fahrettin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı günlerde ortaya konulan direniş, Fahrettin Paşa’nın subaylarından İdris Bey tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (s.a.v.) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber Efendimiz’e bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu dizelerinde…
 
BÜTÜN İSLAM’IN SIRTINI DAYADIĞI YER, MANEVİ GÜCÜNÜN DESTEĞİ: MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Fahrettin Paşa ve askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahrettin Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu: “… Ey Nas! Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teala bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimiz’dir…”
 
FAHRETTİN PAŞA “TESLİM OL” EMRİNİ DİNLEMİYOR!
Fahrettin Paşa, Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma” yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe devam ediyordu.
Bu arada başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahrettin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Halife/Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
MEDİNE’Yİ GÖNÜLSÜZ TESLİM 
Gelinen noktada mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzağı tükenmişti. Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu nazik durum karşısında Fahrettin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak Fahrettin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir konudur: İslam toplumu için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahrettin Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimiz’in kabrini ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimiz’in kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimiz’i bırakmam, diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal toprakları sonuna kadar savunan Fahrettin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar, son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet olsun…
Gençliğimizin ve gelecek nesillerimizin Fahrettin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…
EZAN DÜŞMANLIĞINDAN, MEKKE MÜEZLLİĞİNE!
Peygamber Efendimiz Aleyhisselam’ın gönüller üzerinde ne derece büyük bir tesir oluşturduğunun en büyük örneklerinden biridir daha sonra müezzini olacak Ebu Mahzûre ile ilk münasebetleri.
 
Peygamber Efendimiz Aleyhisselam’ın üçüncü müezzini olarak anılan, Mescid-i Nebevi’de ve Mescid-i Haram’da müezzinlik hizmeti ifa eden Ebû Mahzûre, Kureyş’in Cumah koluna mensup bir zat-ı şeriftir. Ebû Mahzûre, Mekke’nin fethedildiği yıl Huneyn gazadan dönen Hz. Peygamber ile karşılaştıktan sonra Müslüman olur. Resül-i Ekrem Efendimiz ashabıyla birlikte gazadan dönüş yolunda Cirane de namaz molası verirler. Namaz için ezan okunur. Efendimiz Hazretleri’ni henüz tanıyamayışlarından ötürü zat-ı şerifelerine kin ve düşmanlık besleyen Kureyşli gençler, ezan sesini işitince, müezzinin dilinden dökülen güzelim kelamı alaya alarak taklit ederler.
 
Güzel sesin sahibini yanına çağırır Efendimiz
 
Peygamber Efendimiz Aleyhisselam içlerinden birinin güzel sesinin farkına vararak, o güzel sesin sahibine yanına çağırtır. Yanına çağırdığı kişi Ebû Mahzûre’dir. Onu yanına çağırır Peygamber Efendimiz ve ezan kelimelerini ona talim ettikten sonra, elini başını koyup alnını okşar ve öğrendiklerini uygulamasını, ezan okumasını ister. Ebû Mahzûre, Peygamber Efendimiz Aleyhisselam’ın bu ricasını istemdışı bir şekilde kabul etmek zorunda kalır. Bu başına bir şey geleceği korkusundan yahut başka türlü bir endişeden ziyade karşı koyamadığı bir istektir.
 
Peygamber Efendimiz Hazretleri Ebû Mahzûre’yi okuduğu ezan dolayısıyla tebrik eder, kendisine bir miktar gümüş para hediye eder ve dua eder. Gönlü İslam’a ısınan Ebû Mahzûre oracıkta Müslüman olur ve Efendimiz Aleyhisselam’dan bir ricada bulunur. Ebû Mahzûre, Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Haram’a müezzin yapılmasını ister. Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhisselam bu isteğini kabul eder ve o sıra Mekke valisi Attab b. Esid’e gitmesini ve kendisinin Mescid-i Haram’daki yeni görevini ona bildirmesini söyler.
 
Mekke okuyuşunun kurucusu
 
Ebû Mahzûre, Resul-i Ekrem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den ayrılana kadar Bilal-i Habeşi ile birlikte ezan okur. Hz. Ömer, Ebû Mahzûre’ye “bağırdığın vakit göbeğinin altı yarılır diye korkmaz mısın?” diyerek sesinin gürlüğüne karşı hayretini ifade edermiş. Ebû Mahzûre, ezanda Mekke okuyuşunun kurucusu kabul edilir.
 
İslam’la müşerref olmadan önce büyük kin güttüğü Resulullah Efendimiz Aleyhisselam’a öylesine âşık olur ki, okşadığı alnına düşen saçlarını hiç kesmez Ebû Mahzûre. Alem-i ahirete irtihaline kadar Mescid-i Haram’da müezzinliğe devam eder. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini oğlu ve torunları yüzyıllarca devam ettirirler.