Menü Kapat

İLGİNÇ ŞEYLER

Şubat ayı neden 28 gündür?

          Takvim tarih boyunca birçok aşamadan geçerek bugünkü haline ulaşmıştır. Günümüzde kullanılan takvim ise Roma imparatoru Julius Caesar’ın dönemin astronom bilgini Sosigenes’e düzenlettiği takvimden kaynaklanır. Takvime imparatorun adından yola çıkılarak Jülyen takvim adı verilmiştir. Bugün bildiğimiz veriler bu takvimde de aynen geçerlidir, her yıl 365 gündür ve 1 yıldan 6 saat artar. Bu rakam 4 yılda bir 366 güne ulaşır ve Şubat ayına 1 gün eklenir. Bir yılda 12 ay olduğu düşünülürse 366 günün 12 aya eşit olarak dağıtılması mümkün değildir. Bu nedenle de bazı aylar 31, bazı aylar da 30 gündür. Yine bu takvime göre yılbaşı, şu an kullanılan takvimden farklıdır. Jülyen takviminde yılbaşı mart ayına denk gelir ve şubat ayı da bir yılın son ayıdır.
          Jülyen takviminde imparatorlar bazı aylara kendi isimlerini vermişlerdir. Julius Caesar kendi adını ingilizce karşılığı July olan temmuz ayına vermiştir. Daha sonraki dönemlerde imparatorluk yapan Augustus ise ağustos ayına kendi adını verir. Ancak bir problem vardır. Ceasar’ın ad verdiği temmuz ayı 31 gündür ve Augustus kendi ayının 30 gün olmasını istemez. Bu nedenle de ağustos ayının 31 gün olmasını emreder. Bundan sonra da günümüzde olduğu gibi hem temmuz hem ağustos ayı 31 gün olacak şekilde takvim düzenlenir. Ağustosa sonradan eklenen 1 gün, yılın son ayı olan şubat ayından eksiltilir. Bu nedenle de şubat ayı 4 yılda bir 29 gün, diğer yıllar da 28 gün sürer.
 Safer ayının uğursuz ve musibet ayı olduğu söylentisi doğrumudur?
 
         ~Safer Ayı ve Yanlış Bilinenler~
-Safer ayı için bela ayı diyorlar, bu doğru mudur? Peygamberimiz (asm)’in bu ayda belaya uğrayıp hasta olduğu doğru mudur ve bu ay için özel bir ibadet veya korunma duası var mıdır?
Değerli kardeşimiz;
-Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bilindiği gibi Muharrem ayıdır ve içinde aşûre günü vardı. Üçüncüsü ise Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza ve gönlümüze teşrif etti.
Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde farz kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşrî kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği sahih hadislerde beyan edilir.
İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde ve Zi’l-Hicce aylarının hürmet duyulan aylardan olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor.
Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Arefe gün ve geceleri, Kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûre günü vs. gibi. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler yapılır.
Görüldüğü gibi İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; âfetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen her hangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Belli ayları İlâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın irâdesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz.
İlâhî îkâz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını farz etsek bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir.
Safer ayı, cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise “Umre her zaman helâldir!” buyurarak bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı. (Buhari, Hac, H. No:777)  Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında yer yer varlığını sürdüre gelen hurafelerden olduğunu görüyoruz.
Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İslâm’da taşe’üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe’ül (iyiye yorma) dır.” (Buharî, Tıb, 54)
Böylece buu zararlı anlayışın İslam’da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
“Eşya da uğursuzluk yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur.” (Müslim, Selâm, 102)
   SONUÇ:
            Safer ayının uğursuz olduğu ve bu ayda bela ve musibetlerin çokça meydana geldiği şeklinde bir anlayış cahiliye dönemine ait olup (Ebû Davûd,Tıb, 24), dinimizde yeri yoktur. Dolayısıyla böyle bir anlayış hurafedir. Şöyleki bu ayın diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle bir anlayışı reddetmiştir. Ebû Hureyre (r.a.)’den gelen rivayete göre Rasûlullah(s.a.s.); “Hastalığın, sahibinden bir başkasına kendi kendine sirâyeti yoktur,eşyada uğursuzluk yoktur. Baykuş ötmesinin te’sîri ve kötülüğü de yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. Bunlar Cahiliyet hurâfeleridir. Fakat (ey mü’min!)sen cüzzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!” (Buhari, Tıb 19) buyurmuştur.
           Safer ayına has özel bir dua veya ibadet şekli de yoktur.Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yaptığı günlük ibadet ve dualar, bu ayda dayapılır. (Geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi’nin”Safer” maddesine (XXXV/450-451) ve Mehmet Zeki Pakalın, OsmanlıTarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’ne (M.E.B. İst. 1993, III/89-90)bakabilirsiniz.)
İslam dinine mal edilmeye çalışılan yanlış sözler?


YOBAZ(DİNDAR İNSANLAR KASTEDİLİYOR) 

 
Kelime anlamı olarak öncelikle “kaba saba, incelikten yoksun” anlamında bir kelime olmasıyla birlikte “bir inanca dışarıyla etkileşime kapanacak şekilde kendisini kaptırmış kişi” anlamına da gelir Fakat neden se islamı kötülemek amaçlı müslüman insanlara yapıştırılmaya çalışılan bir kelimedir inş biz müslümanlar böyle kelimeleri yemiyecez ALLAH ıslah etsin diyorum böyle kişileri 
 
 
HAY DAN GELEN HUYA GİDER 
 
 Hay demek allah demektir yani bu kelime yanlış söylenmiştir veya anlaşılmıştır ALLAH tan gelen kötü huya gitmez bu söz çarpıtılmıştır, HU kelimesi de ALLAH demektir fakat burda HU kelimesi geçmiyor HUY kelimesi yani nefsin arzularından bahsediliyor 
 
HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR…
 
İslama atılan bir yanlışta budur arkadaşlar çünkü islamda bananecilik yoktur .nasıl yani bir yerde bir kötülük veya yanlışlar varsa gerek kendi ailesi gerekse yabancı birileri dahi olsa o yanlışlıkları kayıtsız kalamaz müslüman bir hadiste 
peygamber efendimiz şöyle buyuruyor bir yerde bir yanlışlık varsa elinizle düzeltin elinizle düzeltemiyorsanız dilinizle düzeltin düzeltemezseniz kalbinizle buğz tutun fakat bu imanın en alt tabakasıdır 
 
 
BUNLAR HEPSİ İRTİCACI (dindar insanları kastederek) 
 
İrtica kelimseninin manası gerikalmak geriye dönmektir yani dindar insanlara dininiz sizi geri bırakıyor izlenimi verilmektedir 
oysa peygamber efendimiz bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor ilim çinde dahi olsa alın yani islam dini ve müslümanlar geri kalmış değil tam tersine ilim ve bilimin yanındadır böyleliklede ilticacı yakıştırması doğru değildir. 
 
BEN MÜSLÜMANIM AMA ŞERİATA KARŞIYIM 
 
ŞERİAT Kelimesi türkçede yol anlamına gelir yani kuran yolu dur şeriat demek kuranın bütünü demektir yani kuranı kerime inanan herkes ŞERİATE DE inanması zorunludur müslüman halkı aslında şeriat kelimesini saptırarak KURANI KERİME düşman edilmek istenmiştir dikkatli olmak gerekir ben müslümanım ama şeriata karşıyım gibi kelimeler ALLAH KORUSUN BEN KURANI KERİME KARŞIYIM ANLAMINDADIR 
 
KURANI KERİME İNANIYORUM FAKAT ŞU AYET BU ZAMANA UYMUYOR
 
Buda tuzak kelimelerden ne yazikki insanlara gerek basın gerekse televizyonlardan empoze edilmeye çalışıyor ALLAHÜ TEALA KURANI KERİMİNDE şöyle buyuruyor ,kuranı biz indirdik biz koruyacağız ,yani Kuranı kerim bozulmadan kıyamete kadar ulaşacaktır peki kafamıza veya aklımıza uymayan veya anlamadığımız ayetleri ne yapacaz onları din alimlerine sorarak gerçekte ne anlam geldiğini öğreneceğiz kendimiz anlam vermiyecez ve KURANI KERİMİN TAMAMINA TÜM KALBİMİZLE tastik edecez inanacaz KURANIN BİRKISMINA İNANIP BİRTANE DAHİ AYETİNİ HAFİF GÖRMEK BİZİ İSLAM dininden çıkarır ALLAH KORUSUN dikkatli olalım 
 
KARA FATMALAR (Halkımız içinde ferace veyahut çarşaf giyenlere ve haşerelere) 
 
Bu kötü kelimede arkadaşlar aslında hz fatıma anamıza atfen bütün müslüman kadınlarımıza atılmış bir iftiradır peygamber efendimizin kızına sen bütün müslümanların ANASISIN demesi hz fatımaya büyük bir lutuftur;nasılki hz meryem hırıstiyanlar için özelse hz fatımada biz müslümanların ALLAH tarafından sembolik ANASIDIR peki küfür rahat dururmu tabiki durmaz ;onlarda fatıma anamızın giyindiği çarşafı onun sünnetini kötülemek için kara fatmalar demişlerdir ayrıca bununla yetinmeyip hadlerini aşıp çeşitli ******larada kara fatma ismini koyup bizim hafızalarımıza empoze etmişlerdir alimallah kendi kendimize hakaret etmekteyiz inş bu gibi şeylere dikkat ederiz o küçük ******lara haşere demeliyiz hz fatıma hakında hadisler 
 
Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: 
 
“Dünya kadınlarının en üstünü dört kişidir: “İmran’ın kızı Meryem, Muhammed’in kızı Fatıma, Huveyled’in kızı Hatice ve Firavun’un hanımı Asiye.”[14] 
 
Yine Peygamber (s.a.a) buyurmuştur ki: 
 
“Fatıma (a.s), ilklerden ve sonrakilerden bütün cennet kadınlarının en üstünüdür. 
 
Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Fatıma’ya şöyle buyurmuştur: 
“Allah Teala senin gazabınla gazap eder, senin hoşnutluğunla da hoşnut olur. 
 
Yusuf bin Zebyan dedi ki; Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: 
 
“Fatıma (a.s), Allah katında dokuz isimle çağrılır: ‘Fatıma, Siddika, Mübareke, Tahire, Zekiyye, Raziye, Merziyye, Muhaddese, Zehra.’ Sonra ‘Fatıma’nın ne anlama geldiğini biliyor musun?’ buyurdu. Ben; ‘Efendim bana açıkla’ dedim. Bunun üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdu: ‘Fatıma denilmesinin sebebi, şer ve kötülüklerden masum ve mahfuz olduğu içindir.’ Sonra da şunu ekledi: ‘Eğer Ali (a.s) olmasaydı, Adem’den kıyamete kadar yeryüzünde Fatıma için layık bir eş bulunmazdı. 
 
İNEK ŞABAN 
 
BELKİ ÇOĞUMUZ GÜLÜYORUZ BU KELİMEYE fakat oynanan oyunlar içinde ne yazikki buda var bu filmin kitabını yazan kişiyi herkes tanır kendisi zaten ateist olduğunu açıklamıştı. 
Resul-i Ekrem Efendimiz diğer aylara göre bu ayda daha çok ibadet ve taatte bulunurlardı. 
 
“Şaban benim ayımdır.” 
 
“Şaban günahları temizleyendir” buyurarak kadrini yüceltirdi. 
 
Receb ayı geldiği zaman da “Allahım, Receb ve Şaban (ayını) bize mübarek ve bereketli kıl” buyururdu. 
anlıyacağımız arkadaşlar şaban kelimesiyle boşuna dalga geçilmediğidir;hatta ve hatta bir arkadaşımızın ismi ŞABAN olsa hepimizin içinden ne geçer tahmin edebilirsiniz filmin kahramanının isminin KEMAL olmasına rahmen inek kemal yerine serileri devam ettirilerek inek şaban denilmiştir inş bundan sonra bu kelimenin ve ayın önemine dikkat ederiz 
 [ YİNE RECEB İVEDİK (İĞRENÇ TİPLEME), RAMAZAN (ÜÇ KAĞITÇI), HOCALAR (PASAKLI, SAHTEKAR VE CİNCİ) GİBİ TİPLEMELERLE İSİMLER VE ÜNVANLAR KİRLETİLİYOR! ]
 
KALBİN TEMİZ OLDUKTAN SONRA İBADETE GEREK YOK
 
Şimdi diyorlarki kalbi temiz olanlar ibadet etmesede olur buda tuzaklardan biri RABBİMİZ bilmiyormu bunları onun içinmi islamın şartları 5 tir KELİMEYİ ŞEHADET GETİRMEK NAMAZ KILMAK ORUÇTUTMAK ZEKAT VERMEK HACCA GİTMEK bunların içinde kalbi temiz olanın ibadet etmesine gerek yoktur varmı?hem kalbimiz temiz olacak hemde ibadetimizi yapıcaz 
 
 
EVLENENE KADAR GÜNAH OLMAZ EVLENDİKTEN SONRA GÜNAH 
 
Halka bir nifakta bu arkadaşlar omuzumuzda bulunan iki melek biri günah ları biride sevapları yazar nezaman peki akıl baliğ olunduğu zaman akıl baliğ olma yaşı değişir kişilere göre ama yaklaşık 11 12 yaş arasıdırbazen biraz daha ileriside olabilir dikkatli olalım 
 
HU CULAR
 
HU demek ALLAH demektir genelde zikir yaparken kullanılır fakat kötü niyetli insanlar tarafından sanki anlamı başka bir şeymiş gibi kullanılır oysa ALLAHI Anmakta kullanılır 
önemlidir kimseyi bu kelimeden dolayı hafif görmemek lazım bilakis zikir yapanları takdir etmeliyiz 
 
İÇKİ MASASINA OTUR MEZESİNİ YE AMA İÇME 
 
Burada anlatılmak istenen içki masasından meze yiyip ama içki içemiyebileceğimizdir ama asıl olan bu olmamalı çünkü o masadan yemek içmek biryana dursun oturmak bile günah yani bize haram kılınan bir masaya oturamayız. 
 
 
Müslümânın kanûnlara uyması lazımdır.Fitne çıkarmak
Böyle söylüyen kimse, kanununa uymuyan iş yaparmı? Hasedcilerin, kendileri gibi münafık zannetikleri anlaşılıyor. Çok yanılıyorlar münafık kelimesi burada kafir manasında kullanılmıyor. Dışı içine uymuyani iki yüzlü demek isteniyor.
 
 
İSLAMİ TERORİZM 
 
         Şu son 5 senedir özellikle ABD ve işbirlikçilerinin katkılarıyla arkadaşlar gerek film sektöründe gerekse basının desteği ile müslümanları dünyaya terorist olarak gösterme çabaları sürüyor kendi kurdukları gizli örgütlerle kendi kendilerini bombalatıp sonrada ortadoğuda katliam yapıyorlar ve dünyaya işte müslümanlar teroristir onların dini hep insan öldürür imajı veriyorlar Dünyada hızla ilerleyen İSLAM DİNİne engel olmaya çalışıyor zavallılar bir ayeti kerimede ALLAH şöyle buyuruyor Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. 
 
İSLAMDA OLMAYAN HURAFELER 
 
      Kabirlere ve ağaçlara türbelere bez bağlamak islamdininde olmayan fakat sonradan dinimize mal edilmeye çalışılan hurafelerdendir 
Halkın bir kısmı da bu tarz, İslam’a zıt davranışlar sergileyenlerin “inançlı kişi” olduğuna inanıyor. Oysa bu inanç her neyse Kuran’ın inancı olmadığı kesindir. Bu tarz fiilleri sergileyenler, Kuran’ı üfürük kitabı gibi değerlendirirken, ıslık çalma, gece aynaya bakma tipindeki yasakları dîni bir hüküm, dînin bir gereği sanmaktadırlar. 
 
KURAN ÜFÜRÜK KİTABI DEĞİLDİR 
 
      Kuran Bizleri doğruya ulaştıran bir rehber (Huda) Yolumuzu aydınlatıcı bir ışık (Nur) Doğruyu yanlıştan ayıran bir ölçü (Furkan) İhtilaf içinde bocalayanlara bir delil (İlim) Tüm beşeriyet için bir mucize (Ayet) Kalplerinde manevi hastalık bulunanlara bir ilaç (Şifa) Sıkıntıdaki müminlere bir müjde (Büşra) Tüm insanlara bir öğüt ve hatırlatma (Zikr) 
Her şeyi detaylı olarak açıklayan bir yasa (Mufassal) Düşünenlere bir bilgelik kaynağı (Hikmet) Her şeyi açıklayan bir kitap (Tıbyan) Haklıyı belirleyen bir kanıt (Beyyine) Müminler için bir bağış (Rahmet) Geride kalmayıp ilerlemek isteyenler için bir uyarı (Zikra) Akleden müminler için apaçık bir kitap (Kitabul Mümin) Adalet arayan toplumlar için evrensel bir yasa (Hüküm) Peygamber’in risaletini devam ettiren ölümsüz bir elçi (Resul) Birbirine düşmüş insanları birleştirici bir ip (Hablullah) Müslümanlar için kıyamete dek yaşayan bir önder (İmam) Dirileri uyarsın diye gönderilen bir kitap (Kuranun Mübin) 
İşte böyle nitelikteki bir Kitab’ın tüm bu niteliklerini gizlemek ve amacı dışında kullanmak için insanlardan ve cinlerden olan şeytanlar elele vermişler ve ne yazık ki bu şeytani tuzaklarına insanların çoğunu düşürmüşlerdir. İnsanları ortak koşuculuğun ve zulmün karanlığından Allah’a imana ve adaletin aydınlığına çıkaracak bir rehber olan Allah’ın kitabını yüzyıllardır sahtekarlar ve cahiller bir aspirin veya bir merhem gibi değerlendirmiş ve mikroplu üfürükleriyle istismar etmişlerdir. Allah’ın yüce kelamını basur, ishal, kabızlık gibi hastalıkları iyileştirmede büyüvari yöntemlerle kullanarak Kuran’a hakaret eden ve uydurdukları yalanları Allah adına halka yutturan üfürükçüler ve muskacılar toplumumuza çok büyük zararlar vermişlerdir.
Atasözleri Hakkında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
            Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır. Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır…   Öteden beri, devletimizi ve milletimizi bölmek ve parçalamak amacıyla pek çok ülkenin ülkemize misyonerlerini sızdırdığını biliyoruz. Dış güçler, misyonerlerini gerek “İslami” konularda, gerekse “Türk Sosyal Yapısı” anlamında çok iyi yetiştirmiştir. Türk toplumunda görev alan veya ferdi olarak faaliyet gösteren devşirme din ve siyaset adamları, saf Türk toplumunun dini ve içtimai inançlarıyla oynayarak Türk Milleti’ne ait olan inanç biçimlerini dejenere etmişlerdir. Yüzyıllar boyu, kendi inançlarıyla ve kendi kararlarıyla ayakta kalmış, pek çok devlet ve imparatorluklar kurmuş olan milletimiz, adım attığı her coğrafyaya hoşgörüyü, mimariyi ve sanatı taşımıştır.   Özellikle Türklerin Müslüman olmasından sonra, Türklerin dünya siyasetinde öncü rol oynaması Hıristiyan âlemini endişelendirmiştir.
           Avrupalılar, Türklerin ilerleyişini önleyebilmek için dünya devletlerinden oluşan kalabalık ve güçlü bir haçlı ordusu oluşturmuştur. Haçlı orduları, Anadolu’ya Türklerin girişini engellemek için Selçuklularla Malazgirt’te (1071) savaşmış ancak Muvaffak olamamıştır. Osmanlı dönemlerinde de Türkleri tarih sahnesinden silmek için tarihin kayıt edebildiği on yedi haçlı seferi düzenlenmiş, ama yine Türklerin ilerleyişine engel olamamışlardır. Batılı din ve siyaset adamları, savaş yoluyla Türkleri durdurmanın imkânsız olduğunu fark edip, farklı stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. Konuya ışık tutacağını düşündüğüm tarihi bir olayı aktarmakta fayda görüyorum.   Siz içeriden, biz dışarıdan yıkmaya çalışıyoruz ama…   Sultan Abdülaziz, Paris’te açılan 1866–1867 sergisi münasebetiyle yaptığı seyahatte Keçeci-zade Fuat Paşa’yı refakatine almıştı. Seyahat sırasında Compte de Montauban de Palitan Üçüncü Napolyon’un başvekili idi. Üzerinde seraskerlik vazifesi de vardı. Üçüncü Napolyon, Süveyş Kanalı’nı açtırmak, Girit’i Yunanistan’a bağlamak istiyordu.   Compte de Montauban de Palitan ile Fuat Paşa arasında mühim siyasi görüşmeler yapıldı. Nihayet bu konuşmalar sırasında bir gün Compte de Montauban, Keçeci-zade’ye şöyle demiştir: “Neye beyhude ısrar ediyorsunuz? Hangi kuvvetinize güveniyorsunuz? Osmanlı Hükümeti’nin ne derece zaafa düştüğünü görmüyor musunuz?”   Fuat Paşa derhal karşılık verdi: “Hayır Kont! Osmanlı zaafa düşmemiştir. Bütün kuvvetini muhafaza ediyor ve edecektir. Osmanlı en kuvvetli, en duyarlı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz de içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” Fuat Paşa’nın bu cevabı karşısında Fransız başvekil ister istemez kahkaha attı. Girit meselesi bir nükte ile böylece halledilmiş oldu.   Bu tarihi vakıa, politik bir vakıadır. Osmanlı, topraklarının büyük bölümünü politik oyunlarla, bir kısmını da haçlı saldırıları sonucunda kaybetmiştir; ama bu tür girişimler Türk Milleti’ni tarih sahnesinden silmeye yeterli olamamıştır. Avrupalılar, bu necip milleti yeryüzünden silebilmek için onların dini ve milli inanç sistemlerini yok ederek amaçlarına ulaşmayı planlamışlardır. İşte, misyonerleri vasıtasıyla yaptıkları yozlaştırma çalışmalarından bazı örnekler:  
         1-) Üzümünü ye, bağını sorma: Bu sözü enine boyuna analiz ettiğimizde şu çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor.   a-) İkiyüzlü olmamız isteniyor, b-) Hırsızlığa davetiye çıkartıyor, c-) Kul haklarını ortadan kaldırıyor,  
         2-) Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Bu sözün analizini yaptığımızda da şu sonuçları elde ediyoruz.   a-) Misyonerler, doğru söyleyenlerin başlarına türlü belaların geleceğini ileri sürerek; yalan söylemenin en meşru yol olduğuna insanlarımızı inandırmışlardır. b-) Yalan söylemek genellenmiştir. Sır doğrular ile sıradan doğrular birbirine karıştırılmıştır. Amaç; toplumun ahlak, yardımlaşma, hoşgörü ve birbirine olan güven duygularını ortadan kaldırmaktır.   Sonuç olarak; doğruları konuşmak, hak ve adaletin tecelli etmesi bakımından çok önemlidir. Ancak doğrular, doğru ortamlarda doğru kişilere söylenmelidir. Aksi halde toplumda fitnelerin çoğalmasına sebebiyet verir.
         3-) Bal tutan parmağını yalar: Bu söz üzerine biraz dikkat kesilip, düşündüğümüzde; bu sözün ardında buram buran menfaatçiliğin yattığını rahatlıkla görebiliriz. Bizler, bu sözden şu sonucu çıkarabiliriz: Çıkar elde edebileceği bir işte çalışan bir kişinin, kamu menfaatlerini ikinci plana atıp, yaptığı bu işten önce kendine pay çıkarmalıdır. Faziletin kaybolmasına sebebiyet verecek bu söz kesinlikle bize ait değildir. Kabul edilir ki; İslam inancıyla yaşayan Müslümanlar, yaptığı işi devleti ve milleti adına yaparlar. Her ne kadar kaynağın başında otursalar da asla o kaynaktan sebeplenme hakkına sahip değillerdir. İslam inancı, inananlarını fedakâr olmaya yöneltmiştir. Devlet kaynaklarının yetişmediği dönemlerde, görev yapanların da fedakârlık yapmasını istemiştir.  
        4-) Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: İlk bakışta pek zararlı gibi görünmeyen bu söz üzerinde biraz düşünülürse; yine buram buram fitne ve felaket koktuğunu anlayabiliriz. O felaketlerden bazıları:   a-) Toplumda dayanışmayı yok etmek, b-) Şer işlerle iştigal edenlerin işlerini kolaylaştırmak, c-) Toplumda korkuyu ve baskıyı hâkim kılmak,  
        5-) Her koyun kendi bacağından asılır: Asırlardır, yaşam tarzımızda varlığını kuvvetlendirerek sürdüren bu fitne sözün kısa bir analizini yaptığımızda kafamızda şu düşünceler oluşuyor: İnsanların işlediği suçların cezasını sadece kişinin kendisi çeker. Bu haliyle çok masum gibi görünüyor; ancak suç işleyenler, bizim akraba veya komşumuz olabilir. Bu durumda, atasözüdür diyerek yapılan yanlışların seyircisi olamayız. Her aile, kendi yakınının yanlışlarını düzeltmekle mükelleftir. Çünkü toplumda düzen ancak bu şekilde sağlanabilir. Şunu da akıllardan uzak tutmamak gerekir ki; kişilerin işlediği suçların bedelini toplum olarak hepimiz çekmekteyiz.  
        6-) Merhametten maraz doğar: Bu yanlış söz için şu tespitlerde bulunabiliriz: Merhamet, acıma duygusudur. İyilik yapmak, saygıdeğer bir davranıştır. Zor durumda kalan bir insanın yardımına koşmak insana manevi bir haz verir. İnsanlar, birbirlerine iyilik yaparken kesinlikle menfaat peşinde olmazlar. Aksi halde, karşılık beklenerek yapılan yardımlar, yardım olmaktan çıkar, çıkar ilişkisine dönüşür.   Şimdi merhametten maraz çıkacağını düşünerek müşkül durumda bulunan insanlara yardımcı olmaz isek, gün gelip bizlerde müşkül durumlara düşünce, tutunacak bir dal, bir dost eli aramaz mıyız? O zaman mı anlamalıyız bu sözün yanlış ve maksatlı olduğunu? Yardım ile merhameti birbirinden ayrı tutmak asla mümkün olmamıştır. Zaten yardım etmekten kaçınan bir kişide merhamet duygularının olmadığı çok açıktır.   Merhamet, yardım duygusunu beraberinde getirdiği için bir toplumda asla vazgeçilemeyecek bir kaynaşma ve yardımlaşma kaynağıdır. Merhamet, bir toplumun her türlü zorluğa karşı dimdik ayakta kalmasını sağlayan ahlaki prensiplerdendir.   Merhamet ve yardımlaşma duygusunu yitirmiş toplumlar, en ufak bir sarsıntıda yerle bir olmaya mahkûmdur. Bizler, dini ve milli inançlarımızın gereklerini yerine getirmekten büyük onur duymaktayız ve bizi biz yapan inançlarımızdan asla ödün vermemeliyiz.   Bu sözü, toplumsal yardımlaşma ve merhamet duygularımızı tamamen ortadan kaldırmak isteyen misyonerlerin ortaya attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sözün hamisi olanlar, bir gün başları sıkıştığında; “Sakın bana merhamet etmeyin, maraz doğar” diyerek, kendisine uzanacak yardım elini geri çevirebilecekler mi acaba?  
               Son söz olarak gerçek Atasözlerimiz için şu bilgileri ilave edebiliriz: Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır.   Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır.   Bize ait olan atasözlerinin özellikleri; değiştirilmeden bir kalıp olarak kullanılması, kısa ve özlü olmaları dikkat çeker. Diğer yönüyle baktığımızda, yaşanan olaylar karşısında Türk insanının ileri görüşlülüğü, çevik bir zekâya sahip olması, hayal kurma kabiliyeti ve ince bir espri yeteneğine sahip olmaları yönüyle Türklerin kültürel zenginliğini ortaya koymaktadır.
           Bu bakımdan bize ait olmadığı hemen anlaşılan fitne atasözlerini bir an evvel hayatımızdan kaldırıp atmalı, bize ait olan atasözlerimize kültür mirasımız olarak sahip çıkmalıyız. Aksi halde yozlaşmalarla birlikte toplumsal çözülmeler kaçınılmaz olacaktır. …
Dolar için kullanılan $ sembolü, dolar banknotunun üzerinde bulunmamaktadır. Dolar için kullanılan resmi $ sembolünün, banknotun üzerinde bulunmaması son derece gariptir. DOLLAR (Dolar) kelimesi banknotun her iki yüzünde de birer kez olmak üzere toplam iki kez görülmektedir.
 
           Dollar (dolar) kelimesi, Amerika’ya Almanya’dan gelmiştir.Dollar (dolar) kelimesi, Alman taler kelimesinden türemiştir. Taler adı, ilk kez 1519 yılında basılan gümüş paralar için kullanılmıştır. Bu metal, günümüz Çek Cumhuriyeti’nde olan Joachimsthal’dan (Joachim vadisi ya da thaler) çıkarılmaktaydı.
          Bir thaler’i incelediğimizde paranın üzerinde çarmıha gerilmiş İsa’yı görürüz. Paranın arka yüzünde haçtan sarkan bir yılan bulunmaktadır.
            Yılanın başının yakınlarında NU’dan oluşan iki harf görülmektedir ve haçın diğer tarafında 21 rakamı bulunmaktadır. Bu rakamlar, Kitabı Mukaddes’teki 21. bölüme karşılık gelmektedir. Bu bölümde, sıkıntıları nedeniyle ve yaban topraklarda ölebilecekleri korkusuyla Tanrı’yı suçlayan İsrail halkından bahsedilir. Bir ceza olarak, Tanrı onların üzerine kızgın yılanlar gönderir. Bunun üzerine İsrail halkanın çoğu yılanlar tarafından ısırılarak öldürülür. Günahlarını anlayan İsrail halkı, bağışlanmaları için af diler. Tanrı, Musa’ya kızgın bir yılan yapmasını ve bunu bir direğin üzerine koymasını söyler. Bunun üzerine, başını kaldırıp bu imgeye bakan herkes iyileşir. Musa, kendine emredileni yapar ve pirinçten yapılmış bir yılanı bir direğe asar; bu yılana bakan herkes yaşar. İşte, thaler’in arka yüzünde görülen imge bu metal yılanın imgesidir.
             Bu imgede, sanatçı, çarmıha gerilmiş olan İsa’nın şifa gücü ile pirinç yılanın büyülü şifa gücü arasmda bir paralellik kurabilmek amacıyla, direği haça dönüşmüştür. İşte, bazı tarihçilerin dolar işaretinin kaynağı olarak thaler üzerindeki yılan-haç simgesini göstermelerinin nedeni budur:
Dolar sembolünün, çarmıha gerilmiş İsa’dan kaynaklandığı düşüncesi, yeni dolar banknotu tasarlanmadan on beş yıl önce 1920 yılında, Amerikan edebiyatı tarafından yeniden anımsandı.
Sinclair Lewis, Main Street (Ana Cadde) adlı romanında, “yarı Yanki, yan İsveçli” Bjomstam ile romanın kadın kahramanı Carol arasında geçen bir konuşmayı kaleme almıştır. Bjornstam, bankacıların sahip olduğu güçten yakınarak, dolar işaretinin “haritadan kalkmış haçı aradığını” söyler. Bu yarı şaka, yalnızca dolar işaretinin gerçek anlamın bilen birisi tarafından yapılabilir. Nitekim, birkaç satır sonra Bjomstam, bir kitap kurdu olduğunu itiraf eder.
             Paranın üzerindeki “E Plurubis Unum” yazısıyla ilgili Wikipedia’da şu bilgi yer alıyor: «E pluribus unum, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk resmi sloganlarından biridir. Latince olan bu slogan çoktan tek anlamına gelir. Başlangıçta bu slogan ABD’yi ilk oluşturan Onüç Koloni’nin birliği anlamında kullanılmıştı. Sonraları ABD vatandaşlarının değişik kökenlerden gelmelerine rağmen bir birlik oluşturduklarını vurgulamak için kullanılmaktadır.»
            Peki bu sözün, üstü kapalı olarak “çok devletten tek devlete” anlamına da gelebileceğini düşünmek, sizce fazla hayalperestlik mi olur? Amerika’nın simgesi olan kartalın ağzındaki şeritte de aynı ifade geçiyor: Çoktan tek! İngilizcedeki “Out of many, one” cümlesini karşılıyor. Dıştan görünüşte, “unity in diversity” ifadesini karşıladığı söyleniyor. Endonezyan’ın “Motto”su gibi. Serbest çeviriyle ise “Seçilmiş halk.” Seçilmiş halk ifadesi, daha çok Yahudiler için kullanılan bir terim. Aynı armada kartalın sol bacağında tuttuğu 13 ok, yine “on üç koloni”yi simgeliyor. Bu da başlangıçtan beri Amerika’yı dolaylı olarak yöneten meşhur 13 Yahudi ailesini akla getiriyor. Şeref Mercan, “Dünyanın Efendileri” adlı kitabında İlluminati’nin tanımı yapılırken “…dünyayı dolayısıyla da bizi, siyonizm doğrultusunda Mesih’in gelmesini hızlandırmak iamacıyla yöneten 13 ailenin çekirdeğini oluşturduğu bir örgüt” diye bir ifade kullanıyor. 
  
        “Para ilk tasarlanırken bu hayvan aslında kartal değil Phoenix’miş. Çünkü Phoenix yeniden doğuşu simgeleyen mitolojik bir canlıdır. Yanmış ve külleri içinden tekrar yükselmiştir. İlluminati için bunun Lucifer’i sembolize ettiğine dair iddialar var ama tabi ki diğerleri gibi kesin değil. Kartal konusuna devam edelim. Dikkat ettiyseniz kartalın çevresindeki her şey 13 sayısıyla ifade edilmiş. Bir pençesinde 13 yaprak, diğer pençesinde 13 ok, ortadaki amerikan bayrağında 13 tane şerit, kafasının üstünde ise 13 tane yıldız olduğu görünmektedir. 
         Öte yandan bu 13 yıldıza dikkatsiz bir şekilde bakanlar bile iç içe geçmiş iki adet üçgen görmekte zorlanmayacaklardır. Yani bir hexagram, yani yine bir Davut yıldızı. İlginç değil mi? 
        13 sayısının ise bu kadar çok göze sokulması biraz ilginç olmuş. Çünkü 13 sayısı Hıristiyan toplumlarda uğursuz sayı olarak biliniyor. 13 sayısı ile alakalı bilinen 3 hikaye var. 
        Birincisi “son akşam yemeği” (the last supper) ile ilgili. Son akşam yemeğinde İsa + 12 havarisi vardı. Yani toplamda 13 kişi vardı ve orada 13. ve aynı zamanda fazlalık olan kişi Judas (Yahuda) idi. Bu yüzden Hıristiyanlık’taki ilk uğursuzluk inancı buradan çıkar. 
        Başka bir hikaye ise İskandinav mitolojisinde karşımıza çıkar. 12 tanrı’nın katıldığı bir yemekte, kötü tanrı Loki 13. olarak katılır ve yemeği mahveder. Bu tanrı Balder’in ölümüyle sonuçlanır. Bu yüzden 13 sayısı uğursuz olarak kabul edilir. 
        Bence konuyla en alakalı olay ise 13 Ekim 1307 Cuma günü Papa’nın vaazıyla Kral 4. Philip Templar’ları tutuklar ve hepsini işkence yaparak öldürür. Bunun nedeni Papa’nın çıkardığı hutbesinde; Templar’ların şeytana taptığını, insanlara türlü işkenceler yapıp onları öldürdüklerini, sodomi gibi ölümcül günahlar işlediklerini söylemesidir. Bu tarihe kanlı 13. cuma olarak geçer. Templar’ların masonlarla tarih boyunca süre gelen ilişkisi, aynı zamanda kimi ritüellerde 13 sayısının Lucifer’i temsil etmesi 1 dolar’ın üzerindeki masonik göndermelerle beraber incelendiğinde sanırım biraz daha anlam kazanacaktır.
        Kartalın her bir kanadında 33 tüy olmasının da bir anlamı olması lazım ki var. 33 ile ilgili elimizdeki tek mantıklı açıklama masonluğun en yüksek derecesi olması. Mesela George Bush ve Tony Blair’in 33. dereceden mason olduğu biliniyor. Aynı zamanda satanist Aleister Crowley de 33.dereceden mason olmuştur. Kartalın üstündeki yıldızların genel şekline baktığınızda ise heksegram; yani Davut’un Yıldızı’nı oluşturacak şekilde dizildiğini fark ediyorsunuz.
 
           1 dolara tekrar dönüyoruz. Yarım piramit şeklinin hemen arkasında, üstteki yazıda da verdiğim arma yer alıyor. “The Department of the Treasury”. İlluminati’den 13 yıl sonra kurulmuş. Hemen üstteki terazi sembolü, yine İlluminati’ye ait. Alttaki anahtar ise ezoterik bir sembol olabilir. Ezoterizmin tanımında şu ifadelere de yer veriliyor: «Herhangi bir dinin , sadece sırra ve gizli bilgiye ermiş olanlara açıklanan yönüne içrek bilim adı verilir. Kabala’cıların içrek elyazmaları ,” açkı “ ve ya “anahtar “ adıyla anılır. İçrek öğreti , oyun kağıdı falı , simyacıların sırları, sihir , büyü , kabala gelenekleri gizli dini törenleri vb. kapsıyordu. Apokalipsis’in açıklanması , Hezeikel’in gördüğü hayallerin yorumlanması da içrek konular arasında yer alır.”»
 
          Tekrar “tamamlanmamış piramit” sembolüne dönelim. Piramidin hemen altında “MDCCDXXVI” tarihi yer alıyor. Roma rakamlarından hiç anlamam. Sağolsun, MalcomX’in yardımlarıyla 1776 tarihine ulaşıyoruz. Yani İlluminati’nin kurulduğu tarihe. Yine Wikipedia’da bu tarihi aratırken tek bir olay geliyor hemen karşıma. 4 Temmuz 1776, yani Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzalandığı tarih. 
 
         Bir alıntı: “Bunca şeyden sonra para üzerindeki onca masonik ve İlluminati ile bağlantılı sembollere rağmen hala piramit üstündeki 1776’nın bağımsızlık bildirgesi’ni temsil ettiğini düşünmek biraz garip kaçıyor. Amerikalılar ise tüm bu sözlerin Amerika’nın gelişimi ile bağdaştırıldığını düşünmekteler. Yani Amerika’nın yükselmesi, güçlü bir devlet olması vs. vs. Peki öyleyse bunlar söylenirken neden ulusal bir politikadan bahsedilmiyor da new world order diyerek yeni bir dünya düzeninden bahsediliyor? Garip(!)…Ayrıca tüm bu sözlerin latince olarak para üzerine konması gerçekten de takdire şayan bir cesaret gösterisi. Bu latince sözleri öneren kişinin (Charles Thomson, kongre sekreteri) ve de parayı tasarlayanların (ki aralarında Benjamin Franklin de vardır) mason olması tesadüften biraz fazlasını gerektiriyor.” 
 
      “Novus ordo seclorum yazısı da bunu doğrular niteliktedir. “Novus ordo seclorum”, Latince “yeni dünya düzeni” yani “new world order” anlamına gelir. 1991 yılında baba Bush bu sözü insanların beynine kazımıştır. Bu Irak’taki Körfez Savaşı zamanlarına denk gelmektedir. Baba Bush Irak’a yaptığı saldırılar sayesinde kendi petrol şirketine milyonlarca dolar kazandırdığı dönemlere denk gelmiştir bu sözün yaygınlaşması. Ama savaş sonrası yönetime el konmamış, Saddam Irak’ın başında tutulmuştur. Neden? Çünkü savaş=para’dır. Zamanında Saddam’a kimyasal silahları satan zaten Amerika’dır. Her potansiyel savaş yeni dünya düzeni ortaklarının cebini dolduracak olan bir gelir kaynağıdır. Bu arada, Amerika’nın II. Dünya Savaşından sonra saldırdığı ülke sayısı “30” dur. Piramidin üstündeki “annuit coeptis” kaba bir çeviriyle “girişimlerimiz başarı ile tamamlanacaktır” anlamına gelmektedir. Bunu da henüz bitmemiş olan piramitten anlayabiliriz.” 
 
           Sembolü çözmeye çalışırken, Google’den şu bilgiye ulaştım: “Piramit’in üstündeki göz, All-Seeing Eye diye bilinen her şeyi gören göz, yani Eye of Horus, yani Horus’un Gözü’dür. Bu sembolün masonlarca kullanıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda bu İlluminati denen gizli örgütün sembolü olmuştur. Her şeyi gören göz bir anlamda yapılan her şeyin tek bir yerden kontrol edilmesi, dünyanın tek bir yerden yönetilmesi anlamına gelmektedir.”
Birden, Hıristiyan ve İslami kaynaklarda, Deccal yada Mesih karşıtının TEK GÖZLÜ olacağı bilgisini hatırlıyorum. Bu kez, göz sembolüne daha da odaklanıyorum. 
          Aynı kaynakta, 1 doların hemen arkasında bulunan “George Washington” resmi için şunlar söyleniyor: “Kendisi, köle sahibi bir masondur. Bu da bilinen bir gerçektir. Peki masonlukta satanizmde sıkça kullanılan Baphomet’i bilir misiniz? O zaman George Washington’un oturan heykeliyle baphomet arasındaki benzerlik dikkatinizi çekecektir.”
 
 
            Son olarak 1 dolar’ın ön yüzünde sağ üstteki 1 rakamının çevresindeki kalkan gibi şeye bakalım. Bu şeyin sol üst taraftaki çeyrek çember oluşturan kıvrımında gizli bir nesne olduğu görülür. (büyüteç lazım) Yakından incelendiğinde ortak görüş bunun bir baykuş olduğudur. Uğursuz hayvan olarak bilinen bu hayvanın başka bir özelliği de “herşeyi gören kuş” olarak bilinmesidir. Bu kez de Bohemian Grove (Bohemian Kulübü)’nün simgesinin baykuş olduğu aklıma geliyor. “Bohemian Grove (BG) aynı Skulls and Bones Society gibi gizli amaçlar ve yöntemler için 1880lerde California’da kurulmus bir cemiyettir. Üyeleri, törenleri, ritüelleri ve ne yaptıkları çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik aynı anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir. ABD’nin hemen her eyaletinde tapınakları vardır. Sembolleri BAYKUŞtur. Ritüellerde baykuşa hitap edilir ve bir fetiş olarak baykus motifi kullanılır. Bohemian Grove’ye üye olanlar, başka masonik klüplere de üye olduklari için bu rituellere ve sembolizme alışıktırlar.” (Kaynak: Bohemian Grove)
          “Şimdi vereceğim örnek bir tesadüf olabilir ama gerçekten de dikkate değer bir şey. 1 dolar’ın üzerindeki piramide ters bir üçgen çizip bir heksegram elde edelim. yani Davut yıldızı (star of David, Siyonizm’in sembolü) yıldızın köşelerinin denk geldiği harflerden mason yazabiliyoruz.” 
        “Öte yandan, biraz zorlama olsa da yine ilginç bir tesadüf olarak görülebilecek bir şey var. 3 tane üçgen çizelim. her üçgenin tepesinden başlıycak şekilde piramidin altındaki Romen rakamlarını üçgenlere yerleştirelim. Piramitin altında 600, 60 ve 6 sayıları çıkacak. six hundred and sixty six. 666. Şöyle bir şey:” 
 
Kaynak: Dolar Banknotundaki Gizli Semboller, David Ovason, Klan Yayınları, 2005
(Unuttuk Maalesef…)
 
Birinci Dünya Savaşı’nda
İngilizlere,
150 bin askerimiz esir düştü.
Bu askerlerden bir kısmı da Mısır’ın
İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı’na
Hapsedildi.
 
********
 
Kampın tam adı,
‘Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı’ idi.
Bu kampta,
 1918’de
 Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı
 Osmanlı Askerleri
 Tutuluyordu.
 
********
 
12 Haziran 1920’ye kadar
 Iki yıl boyunca
 Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar.
 
********
 
İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi…
 
********
 
Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların
 Yalan yanlış çevirileri ve
 kışkırtmaları nedeniyle,
 kampların İngiliz komutanları,
 azılı Türk Düşmanı haline
 gelmişlerdi.
 
********
 
Savaş bitmişti.
Ancak,
 Kamptaki ağır koşullar nedeniyle
 ölenler dışındaki askerleri
 Teslim etmek,
İngilizlerin işine
 Gelmiyordu.
Çünkü,
olası yeni bir savaşta,
 Bu askerlerin
Yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından,
İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.
 
********
 
Çözüm
 Toplu katliamdı…
Askerlerimiz,
 Mikrop kırma bahanesiyle,
süngü zoruyla
 Dezenfekte havuzlarına sokuldu.
Ancak;
Suya normalin çok üzerinde
‘krizol’ maddesi
katılmıştı..
Mehmetçik,
Suya daha ayağını soktuğunda,
aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu.
Ancak,
 İngiliz Askerleri,
 dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.
 
Mehmetçikler,
Bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler.
Ancak,
Bu kez İngilizler havaya
 (başlarının üzerine)
ateş etmeye başladı.
Askerlerimiz,
 ölmemek için,
 çömelerek  başlarını suya soktular.
Ancak,
başını Sudan kaldıran artık göremiyordu.
Çünkü gözleri yanmıştı…
 
********
 
Dışarı çıkanların halini gören
sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi
Ve 15 000 (15 bin) askerimiz
 kör oldu.
Bu vahşet,
25 Mayıs 1921 tarihinde
TBMM.’ de  görüşüldü.
Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler
 Bir önerge vererek,
Mısır’da esirlerin
 Krizol banyosuna sokularak,
15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini,
 Bunun faili  olan
 İngiliz doktor,
 Garnizon Komutanı ve
Askerlerin
cezalandırılması için,
TBMM’ nin teşebbüse geçmesini istediler.
 
********
 
Ancak,
Yeni kurulan devletin bin türlü derdi vardı.
Ağır sorunlarla uğraşan TBMM’ de
 Bu hesap sorma işi
Unutuldu gitti.
Ama onlar
Unutmuyorlar…
 
 
Kendi ihanetlerini bile
 soykırım ambalajına sarıp,
dünya kamuoyuna
Sunuyorlar.
 
 
En üzücü olanı da
 Malum birilerinin,
Bu karalama kampanyalarına
çanak tutması…
 
********
 
ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR.
BİZİM
 TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK.!!!
ASLINDA İSİMLERİN ANLAMI

        İşte İslam’a göre koyulması sakıncalı, yasak ve yanlış olan kız çocuk ve erkek çocuk isimleri:

Dinen Caiz Olmayan İsimler
      Bebek doğacağı zaman aileler isim arama telaşına düşer. Özellikle pek çok aile, isiminKurna-ı Kerimde geçen isim olmasını ister. Fakat Kuranı- Kerimde geçen her kelime isim olarak kullanılamaz. İsim seçerken önemli olan, ismin anlamının güzel olması ve yaşanılan toplum kültürüne yabancı olmamasıdır. Bu gün sizlere, insanların Kuranda geçtiği için çocuklarına koyduğu fakat dinimizde caiz olmayan isimler:
Sanem İsminin Anlamı ; 
Put anlamına gelen bir sözcük olduğu için çocuğa konulması uygun değildir.
Samet İsminin Anlamı ; Samet ismi son zamanlarda pek çok çocukta rastlanılan bir isim.   ‘hiç kimseye muhtaç olmayan’ demektir. Bu sadece Allah’a mahsus bir durumdur, dolayısiyle isim olarak kullanılamaz.
Aleyna İsminin Anlamı ; Aleyna da son zamanlarda kız çocuklarında en çok rastlanılan isimlerden bir tanesi..  üstümüze bela, sıkıntı aksın  demektir.
Kezban İsminin Analamı ; Kezban eskilerden çok kullanılan bir isim.. Şimdilerde çok sık rastlanmayan Kezban İsminin Analamı Yalancıdır. Kuran-ı Kerimde geçiyor olmasına rağmen dinen caiz olmayan isimler arasındadır.
Ayrıca; Resul, Nebi, Cebrail,Azrail, Mikail, İsrafil isimlerin konulması dinen hoş değildir.
Bekir İsminin Anlamı ; ‘deve yavrusu’ demektir. Bu isim belki Hz.Ebubekir’den dolayı konuyor ama; aslında Hz. Ebubekir’in esas ismi Abdullah’tır, Ebubekir ise lakabıdır.
Asiye İsminin Anlamı ; ‘isyan’ eden anlamına gelir.
Berre İsminin Anlamı ; Peygamber Efendimiz”in, güzel manalı olan bazı isimleri daha güzeliyle değiştirdiği de olmuştur. Mesela Peygamberimiz, “iyi insan, kusursuz kimse, günahsız” anlamına gelen Berre/Berra ismini Zeynep”e çevirmiştir. Bu ismi taşıyanın zihninde, kendini beğenme gibi bir mana oluşabilir. Bu da ismi taşıyan kişinin karakterini olumsuz yönde etkileyebilir.
Cemre İsminin Anlamı ; Peygamberimiz bazı isimleri anlamlarının kötülüğünden dolayı değiştirirken ateş parçası manasına gelen Cemre’yi de güzel kız manasına gelen Cemile’yle değiştirmiş.
Melis İsminin Anlamı ; Melis Melisa’nin kisaltılmışı sanılıyor çoğu zaman.
Bu yüzden ‘Yunan mitolojisinde geçen bir rahibenin adı, Bir tür kokulu bitki, bal, sevgili’ gibi anlamlar yaziliyor Melis için,
fakat bu anlamlar Melisa’nin anlamlari.. Melis’in degil! 
Gerçek anlam:
1. Şişman ve tenbel olan kişi
2. Bir şeyi şiddetle tutmak
Gülsüm İsminin Anlamı ;‘gariban, zavallı, kimsesiz anlamındadır.
Julide İsminin Anlamı ; Farsça’da dağınık,perişan’ demektir.
İrem İsminin Anlamı ; ‘Cennet bahçesi’ olarak bilinir ama aslinda ‘Allah’ın gazabına uğrayan sahte cennet’ tir.
Bade İsminin Anlamı ; ‘içki’ demektir.
Hannas İsminin Anlamı ;‘şeytanın’ ismidir.
Alara,Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil ‘gayrimüslim’ isimleridir.
Rumeysa İsminin Anlamı ;  ‘gözü çapaklı kadın’ demektir.
Hüreyre İsminin Anlamı ;  ‘kedicik’ demektir.
Kayra İsminin Anlamı ; Kayra eski Türk mitolojisinde ‘tanrı’ demektir, Allah’tan başka ilah olmaz. Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır.
Tuanna İsminin Anlamı ; Tuananın anlamı çogu insan tarafından beğeniliyor, çünkü bu ismin anlamını Cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlası sanıyorlar. Fakat Tuana Cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlası anlamına gelmiyor!Kuran-i Kerim’in Arapça yazıldığını herkes biliyor. Tuana ise Arapça kökenli bir isim olmadığı için Kuran’da geçemez ve cennet ile ilgili bir anlam taşıyamaz! 
Tuananın gerçek anlamları ay ışığı, güçlü, kuvvetli.
Sude İsminin Anlamı ; 
1. Ezilmiş, dövülmüş,sürülmüş
2. Terleyen
3. Boyalı, sürmeli
Suden İsminin Anlamı ;  Sudenin anlamı bazı sitelerde Peygamber efendimizin Cennetteki en çok sevdiği ağaç olarak belirtilmiş. Fakat Suden kesinlikle Hz. Peygamberimizin Cennetteki en sevdiği ağaç değil!Kuranda her geçen kelimenin isim olarak konulmaması gerektiğinin en iyi örneklerden biri Suden kelimesidir. Evet, Suden Kuranda geçiyor, ama başıboş, sorumsuz gibi kötü bir anlam taşıyor. Bu yüzden Suden önerilmeyen bir isim.
Melis İsminin Anlamı ;  Yunan mitolojisinde ‘tanrıça’ demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir.
Ecrin İsminin anlamı, Allahın Hediyesi olarak bilinse de aslında, ‘ücret’ anlamına gelir. Bir insan ücret olamaz.
Buğlem İsminin Alnamı ;Internette yazan anlamı: Cenneti müjdeleyen melek Gerçek anlami: eski bir kızılderili dilinde ‘bereket yüklü buluttur.
Ceylin İsminin Anlamı ;Çoğu yerde Ceylin’in anlamı ‘Cennet kapısı’ olarak belirtilmiştir. Fakat Ceylin Kuran-ı-Kerim’de geçmeyen ve ‘Cennet kapısı’ anlamına gelmeyen bir isimdir! Cennetin sekiz kapısı vardır: Salat Cihad Reyyan Sadaka Hac Af Eymen ve Zikir-İlim kapısı. Gördüğünüz gibi Ceylin bu kapılar arasında yer almıyor. Ceylin Ingiliz bir isim olan Jaylin’in Türkçeleştirilmiş halidir. Jaylin ‘sakin’ manasına gelen bir isimdir. Ceylin veya Jaylin ismini koymak bir Müslüman için uygun değildir. Ceyl Farsçada ‘yengeç’ demek. Ceylin’in baska bir anlami: yengeç yuvası.

Yılbaşında neden hindi yenir?

 
Amerika’nın keşfinde bulunan hindi, Avrupa’da zamanın Hristiyan liderine hediye olarak götürülür; bunun üzerine Papa hindiyi görünce ve ilk defa gördüğü hindiye bakarak: “Ne tür bir hayvan bu böyle, aynı Türkler gibi kırmızı suratlı, kabararak yürüyor, bunun adı Türk olsun.’’ der ve Hristiyanlar’ın inanışlarınca her yıl başında Hz. İsa’ya bir Müslüman-Türk kurban etmek borç bilinirdi.
 
Bunun üzerine Avrupalı Hiristiyanlar her yılbaşında bir Türk kurban edemedikleri için Türklere benzettikleri ve de isimleri ne gariptir ki Turkey (hindi) olan bu hayvanı keserler…
 
NOT: GELENEK VE ADETLERİNİ BİLMEDEN YILBAŞINI BÜYÜK BİR NEŞE İÇİNDE KUTLAYAN TAKLİTÇİLERE DUYURULUR

BAY NECATİ’NİN ÖLÜMÜ

 
Ankarada meşhur (!) Necati Bey Caddesi vardır. Bu caddeye adı verilen şahsiyet. Tarih 1928. 
“ESKI HARFLERLE BIRLIKTE KUR’ANI TARIHE GÖMDÜK” sözünün kahramanı (!) zamanın maarif (milli egitim) bakanı Bay Necati.
 
Konyanın tek gazetesi olan BABALIK GAZETESİ başyazarı Onkoloji doktoru Rahmetli Haluk Nurbaki’nin bir yazısına birlikte göz atalım.
“Mustafa Necati Konyaya gelmiş ve latin harflerinin üstünlügünü(!) anlatmak üzere konferans düzenlenmiş ve şehrin her yanına asılan ilanlarda:
“Eski harflerle birlikte Kur’anı tarihe gömdük” yazıyor ve konferansın ertesi gün saat  10:00’da verileceği belirtiliyordu.
 
Akşam bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati ani bir apandist krizine yakalandi. Hemen hastaneye kaldırılıp ameliyat edildi. Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok, bütün hastane, hatta Konya ayaktaydi. Bay Necati kurtulmuş fakat ne çare ki haddini aşmış KUR’ANa dil uzatmısti.
 
Gece yarısı imkansiz denecek bir şey oldu. Bay Necati’nin yatağı yan demirinden kırıldı ve hasta yere düştü. Ameliyat yeri patladı. Ertesi gün saat 10:00’da, konferansın
yapılacağı saatte öldü.
 
Evet kardeşim! 
KUR’ANI tarihe gömmek isteyenler tarihin en kokuşmuş sayfalarina gömüldüler… Elhamdulillah! Ateşi bol olsun.

 

 
 
TAKKECİ İBRAHİMİN AĞANIN HİKAYESİ 
Zenginlikte bir imtihandır…
 
Her insan bulunduğu halde imtihandadır. Yoksul yoksulluk halinde imtihanda, varlıklı da varlıklı halinde imtihandadır. 
İnsanlar bulundukları halin imtihanını verebilmek için ekonomik imkanı mütevazi durumda olanlar, bulundukları hale şükretmeli, tahammül göstermeli, “Bu da geçer ya Hu” diyerek Rabbimizden iyi günlerin geleceğini ümitle beklemeliler.
Müsait durumda olanlar da şımarmamalı, isyana, günaha sapmamalı, onun mükellefiyetini yerine getirmeli ki, o da zenginlikte imtihanını kaybetmesin. Size ibretli bir olay:
 
Topkapı’da Takkeci İbrahim Ağa Camii adında bir cami vardır. Bu cami, geçmiş devrin çini sanatını da bugüne taşımıştır. Bu Caminin enteresan bir yapılış hatırası vardır. O zaman bu caminin olduğu yerde Takkeci İbrahim Ağa diye bir adamın gecekondusu vardı. Bu adamın mesleği de fes, kalpak ve takke yapmaktı. Bu adam yaptığı takkeleri fesçiler çarşısında satar, oradan kazandığı imkânlarla hayatını devam ettirirdi.
 
Birgün şöyle der: “Ya Rabbi, bu mütevazı imkânla ben ömrümü sürüp gidiyorum. Sen bana bir servet lütfetsen de bu civarda cami yok, şuraya bir güzel cami yaptırsam.”
 
Takkeci İbrahim Ağa böyle dua ederken birgün bir rüya görür. Ak sakallı, nur yüzlü bir zat buna der ki: “İbrahim Ağa sen boşuna buralarda kısmet arama. Senim kısmetin aslında Bağdat’ta. Bağdat Meydanında köprünün yan tarafındaki avlunun içinde bir hurma ağacı var. Hurma ağacına sarılı vaziyette bir üzüm asması var. Senin kısmetin orada. Sen Bağdat’a gideceksin, o hurmadan ve üzümden yiyeceksin. Ondan sonra kısmetin açılacak.”
 
Bu rüyayı İbrahim Ağa bir defa görür, önemsemez, ikinci defa görür, yine ehemmiyet vermez. Aynı rüyayı üçüncü defa görünce İbrahim Ağa bu işe takılır, der ki: “Bunda bir hikmet var, demek benim kısmetim Bağdat’ta. Gideyim, kısmetimi bulayım.”
Ve İbrahim Ağa çarığı çeker, heybesini sırtına alır, azığını doldurur, yola düşer. Nihayet Bağdat’a varır. Tarif edildiği şekilde hurma ağacını ve ona sarılı asmayı bulur. Hemen hurma ağacından hurma, asmadan da üzüm yer. Derken yol yorgunluğunun da etkisiyle rehavet basar ve olduğu yerde uyuyakalır. İbrahim rüyasında karşısına yine aynı zat çıkar, tebessüm etmektedir:
“Hayrola, İbrahim Ağa, ne işin var burada?”
“Ne işim olacak,” der, “mesele malum. Geldim bakalım, burada bize servet nereden gelecek?”
Ak sakallı zat başlar gülmeye. “Sen de amma saf adammışsın. Bir rüyaya takılır da, insan tâ Bağdat’a gelir mi?”
“Ama,” der, “bir defa değil ki, üç defa gördüm aynı rüyayı.”
“Olsun, üç defa gör,” der, “ben de üç defa bir rüya gördüm. İstanbul’a gidiyormuşum”
“Hayrola inşallah, sen ne rüya gördün?”
“Bana rüyamda, ‘İstanbul’a git, Topkapı surlarının dışında Takkeci İbrahim Ağa diye birisi vardır. Onun evinin bodrumundaki kömürlüğünda hazine var, bir yolunu bul, o evi satın al, oradaki hazineyi çıkar, zengin olursun’ dediler. Üç defa ben bu rüyayı gördüm, ama kalkıp da İstanbul’a gidiyor muyum?” ve kaybolup gider ak sakallı zat.
Neden sonra İbrahim Ağa gözlerini açar bakar ki, ak sakallı zat yoktur, fakat rüyada da enteresan birşey söylemiştir, kendi evinin bodrumunda hazine olduğundan bahsetmiştir.
 
Takkeci İbrahim Ağa, “Kısmetimiz açıldı demek ki” diyerek tekrar yola çıkar. Yaya, dağları aşar, çölleri geçer, sıkıntı, yorgunluk derken nihayet İstanbul’a gelir. Evine gece gelir. Ama uyuması mümkün değildir. İlla kömürlüğe girip öyle birşey olup olmadığını tespit edecektir. 
 
Kısa bir yorgunluk attıktan sora, gece yarısı kazmayı alır, kömürlüğe iner, daha ilk kazmayı vuruşta kazma birşeye takılır. Yavaş yavaş toprağı kaldırır, bakar ki bir küp. Ağzını açar, çil çil altınlar. Hemen üzerini kapar. Bundan sonra ibrahim Ağa’nın gözüne uyku girmez. Artık hazinenin üzerinde oturmaktadır. Şimdi ne yapacak, sözünde, durabilecek mi?
Sabaha kadar uyuyamaz. Ama uyuyamayışı bu serveti camiye kullanmayayım duygusundan değildir. Düşündüğü şey şudur: “Ben bu küpü buradan” çıkarırsam, bu hanım da bunu duyarsa, bu sırrı saklayabilir mi?” Hanımım kendisi herkesten iyi tanımaktadır. “Saklar, saklayamaz” derken, “Bu hanım bu sırrı saklayamaz, herkese duyurur, başıma işler açar, benim de bu servet elimden gider, bu camiyi yaptıramam” diye endişeyle düşünürken, “Şu hanımı bir deneyeyim bakayım,” der, “acaba sır saklayabilecek mi?”
İbrahim Ağanın hanımını enteresan şekilde bir denemesi vardır. “Karnım ağrıyor, rahatsızım” diye yatakta kıvranmaya başlar. Hanımı merak eder:
“Ne var, ne oldu?”
“Yolda ne olduysa bilemiyorum hanım, karnım ağrıyor.” diye biraz daha kıvrandıktan sonra, daha evvel yanında getirdiği yumurtayı çıkarır:
“Oh be rahatladım, elhamdülillah, kurtuldum” der. Hanım, “Ne oldu?” der.
Yumurtayı gösterir, “Kimseye söyleme, yumurta yumurtladım. Demek ki, o karnımdaki rahatsızlık bu yumurtadanmış. Ama sakın ha kimseye söyleme.”
“Söyler miyim bey, söyler miyim hiç, aramızda sır kalacak” der. İbrahim Ağa bir daha ısrarla kimseye söylememesini tenbihler.
Sabah olur, Ağa abdestini alır, Cuma namazına gidecektir. Yola çıkar. Yan taraftan birisi, ” Hey İbrahim Ağa, geçmiş olsun, yumurta çok mu büyüktü?” Şaşırır.
“Ne yumurtası?” “Hadi hadi saklama” diye üsteler adam.
 
Biraz daha ileri varır, bir başkası, “İbrahim Ağa iyi yumurta yumurtlamışsın, bir daha dünyaya geldik yahu. İnsanın yumurta yumurtladığını da ilk defa duyduk” diye arkasından bağırır.
Biraz daha ileriye varır. İki kadın konuşmaktadır: “Hey komşu duydun mu? İbrahim Ağa yumurta yumurtlamış.” “Nereden duydun?”
“Hanımı geldi söyledi, ama tenbih etti bana, sakın kimseye söyleme dedi, ben sadece sana söylüyorum.”
İbrahim Ağa, herkesin diline düşmüştür, yumurta yumurtladığı dillere destan olmuştur. Der ki:
“Bu hanım bir yumurta sırrını saklayamadı. Şimdi nasıl olacak da, şu bizim mahzendeki içi altın dolu küpün varlığım saklayacak? İyisi mi bu hanımın ve çocuklarımdan hiç kimsenin bu altından haberi olmasın.”
 
İbrahim Ağa, bu tecrübeden sonra hanımına bir daha sır verir mi? Doğruca mimarlar odasına gider. O grubun başını bulur. Onunla gizlice pazarlık yapar, planı programı herşeyi çizdirir. Ve bulunduğu yere, kendi arsasına güzel bir cami yaptırır. Ve yaptırdığı caminin parasını gizli gizli öder. Çalışanlara ücretlerini ve masrafları vererek hazineyi tümüyle o caminin yapımında kullanır.
Yani İbrahim Ağa, “Ya Rabbi, bana servet verirsen ben bununla cami yaptıracağım” deyip de servet eline geçince vaadinden dönmez. Eline geçen hazinenin tümünü camiye harcar ve caminin adını halk, Takkeci İbrahim Ağa Camii koyar. İbrahim Ağa bu camide iki sene namaz kılar ve 1594 yılında vefat eder.
 
Takkeci İbrahim Ağa imtihanını başarıyla vermiştir. Önce fakirliğiyle, sonra da zenginliğiyle… Evet, insanlar fakirlikte de imtihandalar, zenginlikte de…
 FİRAVUNUN KUAFÖRÜ 
Peygamber Efendimiz Havzın üstünde dururken
Mis kokulu bir rüzgar esti
Şöyle buyurur, “Ey Cebrail, bu hoş koku nedir?”
Nedir bu güzel koku?
Bakın
Hoş manzaralar
Hoş sesler
Ve hoş kokular
Cebrail der ki,
‘Bu koku Firavun’un kızının kuaförü ile çocuklarının kokusudur’
Efendimiz sorar, ‘Bu kadının hikayesi nedir?’
Cebrail der ki, ‘Kadın Firavun’un kızının saçlarını tararken,
Bir gün
Tarak yanlışlıkla yere düşer
Tarak yere düştüğünde kadın der ki ‘Bismillah!’ (Allah’ın adıyla)
Böylece Firavun’un kızı ‘Babam mı?’ der
Sen Allah’ın adıyla dedin, yani babamı kast ettin değil mi?
‘Babam mı?’
Kuaför ‘Hayır!’ der
‘Benim Rabbim ve babanın da Rabbi Allah’tır!’
Kız der ki, ‘Ona söylememi istediğinden emin misin?’
Kuaför ‘Evet!’ der
Böylece kız ona söyler
Firavun kuaförü çağırtır
Der ki, ‘Ey kadın,
Benden başka Rabbin mi var!?’
Kadın şöyle der ‘Evet! Benim Rabbim de senin Rabbin de Allah’tır!’
Böylece kocaman bir bakır kazanın getirilmesini emreder
Kazanın altı yakılır
Kadının ve çocuklarının içine atılmasını emreder
Kadın ona der ki,
‘Tek bir isteğim var’
Adam der ki, ‘İsteğin nedir?’
Kadın der ki, ‘Çocuklarımın kemikleriyle benim kemiklerimi tek bir mezara koyun,
Ve bizi öyle gömün’
Adam der ki, ‘Bu senin hakkındır, bunu yerine getireceğiz’
Böylece adam emri verir, çocuklar kazana atılır
Kadının gözlerinin önünde tek tek tüm çocukları atar
Ta ki sadece emzirdiği bebek kalana kadar
Ve kadın bebeği gördüğünde tereddüt etmiş gibi görünür
Böylece bebek der ki, ‘Anne!’
‘İleri yürü! (Kazanın içine)’
‘Çünkü bu dünyada çekilecek azap, ahirettekinden daha kolaydır’
Böylece kadın ileri yürür
Bebek der ki, ‘Ah Anne, sabret! Sen Hak yolunda olanlardansın!’
Ah Anne
Sen Hak yolunda olanlardansın
Böylece kadın alevlerin içine doğru ilerledi
Vallahi bu dirayet karşısında şaşkınlığa düştüm
Bir KADIN!
Bu tüm kadınlar için Müslüman bir kadından gelen mektuptur!
Başörtüsü için dik duramayanlara!
Günde beş vakit namaz için dik duramayanlara!
Bu kadın tüm dünya karşısında dik durdu!
‘Ben senin Tanrınım’ diyen bir adamın karşısında!

 
 Maşite hatunun imanı(DETAYLI)

Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu. 
 
Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki:
-Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin?
-Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır. 
 
Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki:
-Seni babama şikayet edeceğim. Hak ettiğin cezaya çarptırılacaksın. 
 
Durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki:
– Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yüzünde tanrı var mıdır?
– Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah’tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat Allah ebedidir. Fâni değildir. Musa aleyhisselam da Onun Peygamberidir. 
 
Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavunun kini günden güne fazlalaşıyordu. Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi:
-Ey Maşite, beni tanrı olarak kabul edersen seni serbest bırakacağım.
 
Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavunun hâline baktı. Sonra dedi ki:
– Ben ancak bir olan Allah’a inanıyorum. 
 
Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite’nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu:
– Söyle, benden başka tanrı var mıdır?
– Allah birdir, Allah’tan başka ilâh yoktur.
 
Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı. 
 
Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavuna Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam ”Rabbim sensin” diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki:
– Hayır anne, hayır! sabreyle! Rabbim sensin deme! İmanından asla dönme. Firavuna inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah’ın Cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hurileri de görüyorum. 
 
Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tevbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun, kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.

 
HOCALI KATLİAMMI!..
Azeri ve Ermeni güçleri arasında 1988 yılında başlayan Karabağ savaşı devam ederken Azerbaycan Cumhuriyeti Dağlık Karabağ bölgesinde yer alan Hocalı kasabası Ermeni güçlerinin saldırısına uğradı. 25-26 Şubat gecesi Ermeni güçleri Hocalı kasabasının giriş ve çıkışlarını kapatarak 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olarak toplam 613 Azeriyi vahşice öldürdü. 487 kişi de yaralı olarak kurtuldu. Saldırı sonucunda 1275 kişi esir alınırken sekiz ailenin tamamen yok edildiği ifade edildi. Esir alınanlardan 150 kişinin ise yaşayıp yaşamadığı bilinmiyor.

Hocalı Katliamının 25. yıl dönümü nedeniyle Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, bir mesaj yayımladı. Kurtulmuş, “Uluslararası toplumdan 26 Şubat 1992’de Hocalı’da yaşanan bu insanlık dışı hukuksuzluğa daha fazla seyirci kalmamalı, Ermenistan, işgal ettiği Azeri topraklarından bir an önce çekilmelidir.” ifadelerini kullandı. Kurtulmuş, Azerbaycan yurdu Hocalı’da, 25 yıl önce Ermeni çeteler tarafından gerçekleştirilen katliamı nefretle kınadığını ifade ederek “Unutmadık, unutturmayacağız.” dedi.
Kurtulmuş, Hocalı Katliamı’nın 25. yılı dolayısıyla yayımladığı mesajında, Azerbaycan yurdu Hocalı’da, 25 yıl önce Ermeni çeteler tarafından gerçekleştirilen katliamı nefretle kınadığını belirterek, şu ifadeleri kullandı; “Uluslararası toplum, 26 Şubat 1992’de Hocalı’da yaşanan bu insanlık dışı hukuksuzluğa daha fazla seyirci kalmamalı, Ermenistan, işgal ettiği Azeri topraklarından bir an önce çekilmelidir. Türkiye ve Azerbaycan halkı, iki devlet çatısı altında tek bir milletin fertleri olarak hüzünde ve sevinçte bir olmaya, birlikte olmaya devam edecek, kardeşliğimiz ilelebet sürecektir. Azeri kardeşlerimin acısının bizim acımız olduğunu hatırlatıyor, Hocalı şehitlerimizi bir kez daha rahmetle anıyorum.”
DİRİ DİRİ YAKTILAR
Konu hakkında açıklama yapan Ermeni gazeteci Daud Kheriyan, yaşanan dehşeti şu cümlelerle gözle önüne sermişti; “Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı Kasabası’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu”
UNUTMA! UNUTTURMA!

11 Madde İle İngilizlere Karşı Kazanılan
Kutul Amare Zaferi ve Önemi

                  Bugünlerde sıkça gündemde olan Kutul Amare zaferi, tıpkı Çanakkale gibi, Osmanlı’nın 1.Dünya Savaşında kazandığı önemli zaferlerden birisidir. Kutul Amare, Çanakkale’nin aksine savunma yaptığımız değil, kuşatmada bulunduğumuz bir savaştır.İngiltere tarafından bakıldığında ise 1781 Yorktown Kuşatmasından beri, kaybedilen en vahim mücadeledir.

  1. Kutul Amare neresidir ?
 

Kutul Amare neresidir ?

Esasında Amare ve Kut iki ayrı şehri ifade etmektedir. Kutul Amare Muharebesi, Amare şehrinin kuzeyinde, Kut kalesinin bulunduğu bir yarımadadaki kuşatmadır. İki şehir de sırasıyla, Basra Körfezinin kuzeyindedir. Fırat ve Dicle nehirleri arasında, Sümer, Akkad, Babil, Asur gibi ilk eski uygarlıkların ortaya çıktıkları coğrafyada yer almaktadırlar.

  1. İngiltere’nin Irak’ta savaşmasının sebepleri
 

İngiltere'nin Irak'ta savaşmasının sebepleri

Yıllarca tarih derslerinde bize anlatıldığı üzere en büyük sebep tabi ki de Orta doğudaki petroller idi. Fakat bundan ziyade İngiltere, Basra Körfezi’ni ele geçirerek denizlere tam hakimiyet sağlamayı ve Hindistan ile arasına hiçbir engel girmemesini de amaçlıyordu.

Aynı zamanda bölgedeki Arap aşiretlerine hükmederek Osmanlı’ya karşı bölgede üstünlük sağlamak hedefleniyordu. O bölgedeki aşiretleri kontrol altına almak demek, bölgeyi kontrol altına almak demekti.

  1. İngiltere’nin harekatı
 

İngiltere'nin harekatı

İngiltere bu amaçlarla 22 Kasım 1914’te Basra’yı işgal etti. Osmanlı, İngilizlere karşı savaşmak üzere bölgeye, Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli isimlerinden Süleyman Askeri Bey’i gönderdi. İngiltere’nin silahları ve askeri üstünlüğü bizim askeri imkanlarımızdan çok daha fazlaydı. Bu sebeple İngilizler Bağdat’a doğru hızla ilerlemeye başladılar.

Süleyman Askeri Bey, İngilizleri Rota mevkisinde durdurmayı başardıysa da kuvvetlerimiz, 14 Nisan 1915’te Şuayyibe Muharebesinde yenilerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Süleyman Askeri Bey iki bacağından yaralandı. Bunu kendi başarısızlığı kabul eden Süleyman Askeri Bey tabancasıyla intihar etti. Bunun üzerine bölgeye, Albay Nurettin Bey tayin edildi.

  1. İngiltere’nin durdurulamaz ilerleyişi
 

İngiltere'nin durdurulamaz ilerleyişi

İngilizler Bağdat’a doğru ilerleyişlerini sürdürmekteydiler. Nurettin Bey, gücü hat safhada olan İngiliz ordusuna karşı Kut şehrinin savunulamayacağını anlamıştı. Bunun üzerine Bağdat’a yaklaşık 30 km mesafede bulunan Selman-ı Pak bölgesine çekildi. İngilizler 29 Eylül 1915’te Kut şehrini ele geçirdiler. Bunların üzerine Osmanlı, 6.Ordu adıyla büyük bir ordu tertip ederek Alman Mareşal von der Goltz’u bu ordunun başına getirdi.

Nurettin Bey, Selman-ı Pak bölgesinde, İngiliz ordusunun ilerleyişini durdurmayı başardı. General Townshend kumandasındaki İngiliz birlikleri 25 Kasım 1915’te geri çekilmeye başladılar. Birlikler 3 Aralık 1915’te Kut şehrine geldiklerinde, askerlerin çoğu yürümekten yorulmuştu ve 800 kadar hasta, yaralı bulunmaktaydı. General Townshend bu bölgedeki bir savunma hattı oluşturmaya karar vererek 7 Aralık tarihine kadar bir dizi hazırlıklar yaptırdı. Yaralıların tümünü bir gemiyle Basra Körfezi’ne göndertti. Şehrin dört bir yanını üç kat demir tellerle çevirterek çeşitli mevziler kazdırdı. Kut kalesinin çevresindeki savunma hatlarını güçlendirdi.

  1. Kut Şehri ve İngiliz savunması
 

Kut Şehri ve İngiliz savunması

Kut şehri coğrafi olarak bir yarım ada şeklindeydi. Bu da kuşatılmasını zorlaştırıyordu. 7 Aralık 1915’te Türk kuvvetleri şehri kuşattı. General Townshend, Basra’dan gelecek olan destek ile birlikte Osmanlı askerlerini mağlup edeceğini düşünmekteydi. Fakat Osmanlı, aynı 1453’de İstanbul’un kuşatılması gibi, bölgeye gelecek bütün destek yollarını kesmişti. İngiliz kuvvetleri ve bölgedeki halk ile birlikte toplamda 20.000’e yakın insan şehrin içerisinde kıstırılmış vaziyetteydi. Şehirdeki iaşe git gide azalmakta, zaman giderek tükenmekteydi.

Şehirdeki yiyecekler bir kaç ay içerisinde tüketilerek bitti. Orduyu ve insanları doyurmak için başta atlar ve katırlar olmak üzere hayvanlar kesilip yenilmeye başlandı. Fakat bir sorun vardı. İngiliz ordusunun içerisindeki Hintliler, yaşamlarında alışık olmadıkları ve dini inançlarına ters düştüğü için et yemiyorlardı. Bu sebeple bu askerler zamanla zayıflayarak güçsüzleşmeye ve sonunda savaşamayacak durumu gelmeye başladılar.

  1. Açlık ve hastalıklar
 

Açlık ve hastalıklar

Hastalıklar iki tarafı da yıpratmakta idi. Nitekim 70 yaşını aşmış olan von der Goltz, tifüs hastalığına yakalanarak 19 Nisan 1916’da hayatını kaybetti. Bunun üzerine Halil Bey, generalliğe terfi ettirilerek 6.ordu komutasına getirildi.

Şehirde sıkışan İngiliz ordusuna uçaklarla yardım yapılmak isteniyordu. Fakat Osmanlı ordusunun ateşinden kaçmak için çok yüksekten uçan uçaklar, attıkları yardım paketlerinin çoğunu nehre ve Osmanlı tarafına düşürüyorlardı. En sonunda Jurnal adlı bir gemiye 270 ton gıda yükleyerek Kut şehrine ulaştırmayı planladılar. Fakat bu gemi 24 Nisan 1916’da Türk kuvvetlerinin ateşinden kaçmaya çalışırken karaya oturdu ve bütün malzeme Osmanlı’nın eline geçti. Böylece, Kut şehrindeki İngiliz birliklerinin bu son umudu da suya düşmüş oldu.

  1. İngiltere’nin teslim oluşu
 

İngiltere'nin teslim oluşu

Jurnal gemisinin de Kut şehrindeki İngiliz birliklerine ulaşmaması ile birlikte İngiliz ordusunun teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı. Halil Paşa ve General Townshend 26 Nisan 1916’da şartları görüşmek üzere buluştular.

General Townshend 1 Milyon Sterlin ve bütün silahların teslim edilmesine karşılık, kendisi ve bütün askerlerinin serbest bırakılmasını istedi. Bu durum telgrafla Enver Paşa’ya iletildi. Enver Paşa en başından beri İngilizlerin koşulsuz bir teslimiyetini istemekteydi. Kesin bir dille teklifin kabul edilmemesini bildirdi. Böylece Halil Paşa ve General Townshend’in görüşmeleri sonuçsuz kaldı. 28 Nisan 1916’da General Townshend, Halil Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektupta, ertesi gün teslim olacaklarını belirtmekteydi. Nitekim 29 Nisan günü şehre girilerek İngiliz birlikleri teslim alındı.

  1. Zaferin sonuçları
 

Zaferin sonuçları

13.309 İngiliz askeri esir alındı. Bir kısmı esir Türk askerleri ile mübadele edildi, bir kısmı ise Anadolu’daki çeşitli esir kamplarına yerleştirildi. Bu zafer bütün cephelerde duyuldu. İngiliz ordusuna karşı bir zafer kazanılması bütün askerlere manevi bir moral kaynağı oldu. Aynı zamanda müttefikimiz olan devletlerce, özellikle Almanya’da coşku ile karşılandı. Bu zaferle Anadolu’ya güneyden gelen İngiliz kuvvetleri durdurulmuş oldu ve Anadolu’nun güneyden işgali önlendi. İngilizler Çanakkale sonrasında ikinci defa büyük bir yenilgiye uğratılarak Türklerin üstünlüğünü kabul ettiler.

  1. General Charles Townshend
 

General Charles Townshend

General Townshend esir alındıktan sonra İstanbul’a gönderildi. Resmiyette esir olsa da İstanbul’da geçirdiği iki buçuk yıl içerisinde gayet lüks ve özgür bir yaşam geçirdi. 

1918 yılında, esaretinin son verilmesini şart koşarak, Mondros Ateşkes antlaşmasında İngiltere-Osmanlı arasında arabulucuk yapmayı teklif etti. Bu teklifi kabul edildi ve General Townshend 1918 yılının ekim ayında ülkesine geri döndü.

1920 yılında askerlikten emekli oldu. Siyasete atılarak parlamentoya seçildi. Geri kalan yaşamı boyunca ülkesinde pek itibar göremedi. 1924 yılında hayatını kaybetti.

  1. Halil Paşa
 

Halil Paşa

Halil Paşa, ateşkes antlaşmasından sonra çeşitli görevlerde bulundu. Bir ara İtilaf devletlerince hapse atıldı. Buradan kaçarak Anadolu’ya geçti ve Milli Mücadele sırasında Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa ile buluştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın talimatlarıyla Sovyetler ile Türkiye Hükümeti arasındaki ilişkilerde görev aldı. 1922 yılında Berlin’e gitmek zorunda kaldı.

Cumhuriyetin ilanından sonra yurda geri döndü ve kendisine 1934’ten sonra soyadı kanunuyla, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, Kut soyadı verildi. Ömrünün sonlarına doğru yakalandığı gırtlak kanseri rahatsızlığı dolayısıyla Haydarpaşa’daki GATA’da tedavi altına alındı. Dönemin yetersizlikleri ve tıbbi imkansızlıklar dolayısıyla hastalığı geç teşhis edildi. Rahatsızlığı teşhis edildiğinde yapılacak pek bir şey kalmamıştı. Halil Kut, 1957 yılının Ağustos ayında artık ömrünün sonuna geldiğini anlayarak evine gitmek istedi. 20 Ağustos günü evinde hayatını kaybetti.

  1. Özet ve netice
 

Özet ve netice

Kutul Amare, Türk tarihindeki sayısız savaşlardan sadece birisidir. Biz Kutul Amare, Çanakkale, Sarıkamış Harekatı, Sakarya Muharebesi ve İnönü Savaşları gibi, canlarını bizler için vermiş insanların mücadelelerini unutmamalıyız. 

Tarih öğretiminde genellikle milli tarih adı altında, sadece kazandığımız mücadeleler ön plana çıkartılır. Biz burada,  adı gündemde sıkça geçmediği ve pek iyi bilinmediği için Kutul Amare zaferini anlatmaya ve açıklamaya çalıştık. Fakat tarih sadece zaferlerden ibaret değildir. Bir mücadelenin kaybedilmiş olması o mücadeleyi küçültemez. İşte bu sebeple biz sadece zaferlerimizi değil kaybettiğimiz mücadeleleri de, yani özetle tarihimizin mühim olan her noktasını öğrenmek zorundayız.

 Halil Paşa’nın Telgrafı

 

Bonus: Halil Paşa'nın Telgrafı

Arşiv Belgelerine Göre Kut’ul Amare Zaferi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İstanbul 2016,syf 30-31

 

Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Medine Müdaafası
Fahrettin Paşa Kimdir?
             Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahrettin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst, cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber’in kabrini sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O, tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.” diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa, Hz. Peygamber’in kabrine giden yolları genişletmiş, Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık göstergesidir…
Günümüzde pek çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahrettin Türkkan’dır. 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçük bir kasaba olan Rusçuk’ta doğmuştur. Babası Nizam-ı Cedid Topçubaşısı Ömer Ağa’dır. Annesi Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan gelen Fatma Adile Hanım’dır. Henüz on yaşındayken yaşadığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Ömer Fahrettin’de asker olma isteği uyandırmıştı. Zira bu savaşta binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş binlercesi de göçe zorlanmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin Balkanları İslamlaştırma ideali doğrultusunda 14. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleştirilen Türkler, 19. yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi üzerine “tersine göç” ile karşı karşıya kalmışlardı. Sahip olunan pek çok kıymetin terki anlamına gelen bu hüzünlü vedayı yaşayanlardan biri de Ömer Fahrettin olmuştur. Osmanlı-Rus Harbi sonrasında ailesiyle İstanbul’a gelen Ömer Fahrettin, Harp Okulu’nu ve Harp Akademisi’ni başarıyla bitirdikten sonra 1891’de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görev yaptı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yarbaylığa terfi edip İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanı olarak atandı. Balkan Savaşları’ndaki başarılı hizmetlerinin ardından I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu Komutanlığına bağlı 12. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Bu vazifede iken Musul ve havalisinde başarılı hizmetler yürüttü. 1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliğine tayin edilen Fahrettin Paşa bölgedeki Ermeni isyanları ile uğraştı. 23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderildi. Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutsal beldeyi 2 yıl 7 ay savundu. Bu sırada şehrin yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahrettin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine 7 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmek zorunda kaldı.
Bu beklenmedik durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahrettin Paşa daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından 30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelen Paşa, Kabil Büyükelçiliği’ne atandı. Afganistan ve havalisinden Milli Mücadele için toplanan yardımların Ankara’ya gönderilmesinde önemli payı olmuştur. 1926’da İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da Tümgeneral rütbesiyle TSK’dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden Fahrettin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Rumelihisarı kabristanında medfundur.
FAHRETTİN PAŞA’NIN UNUTULMAZ MEDİNE MÜDAFAASI
Medine savunması, askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber sevgisinin yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla, bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber’in kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren Fahrettin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah edebiliriz. Zira Fahrettin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel bir önem vermektedir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Fransız İhtilali’nin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik isyanları ve emperyalist devletlerin kışkırtmaları neticesinde 19. yüzyılda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. 20. yüzyıl başlarında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Trablusgarp’ın İtalya tarafından işgali ile Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı son bulmuştu. Ardından gelen Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya topraklarını kaybetmesine neden olduğu gibi fırsattan istifade eden Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etmişti. Netice itibariyle I. Dünya Savaşı başlarında Osmanlı Devleti, yüzyıllardır adalet ve hoşgörü ile hâkim olduğu Balkanlardaki ve Afrika’daki topraklarını yitirmişti. Arap memleketlerinde de durum hiç iç açıcı değildi. Zira İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü oyuna başvurmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de girecektir.” diyerek Arapları Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber Efendimiz’in kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahrettin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’ye görevlendirildi.
CAN VERİR, CANAN’I (SAV) VEREMEZ TÜRKLER
İşte tarihe altın harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (sav) bağlılığını ortaya koyan, “Can Verir, Cananı (sav) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan “MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahrettin Paşa ve askerlerinin yazdığı bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir. İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber’in kabrini düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek üreterek yemişlerdi…
MEHMETÇİKLERİN KUMANYASI KAVURMA NİYETİNE ÇEKİRGE 
Büyük komutan Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır. Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Askerlerine, Hz. Peygamber’in “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.
“SON ERE, SON MERMİYE VE DE SON DAMLA KANA DEK…” MÜCADELE
Yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan bir milletin evladı olan Fahrettin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı günlerde ortaya konulan direniş, Fahrettin Paşa’nın subaylarından İdris Bey tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (s.a.v.) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber Efendimiz’e bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu dizelerinde…
 
BÜTÜN İSLAM’IN SIRTINI DAYADIĞI YER, MANEVİ GÜCÜNÜN DESTEĞİ: MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Fahrettin Paşa ve askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahrettin Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu: “… Ey Nas! Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teala bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimiz’dir…”
FAHRETTİN PAŞA “TESLİM OL” EMRİNİ DİNLEMİYOR!
Fahrettin Paşa, Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma” yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe devam ediyordu.
Bu arada başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahrettin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Halife/Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
MEDİNE’Yİ GÖNÜLSÜZ TESLİM 
Gelinen noktada mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzağı tükenmişti. Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu nazik durum karşısında Fahrettin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak Fahrettin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir konudur: İslam toplumu için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahrettin Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimiz’in kabrini ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimiz’in kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimiz’i bırakmam, diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal toprakları sonuna kadar savunan Fahrettin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar, son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet olsun…
Gençliğimizin ve gelecek nesillerimizin Fahrettin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…
İSTANBULUN FETHİ


         İstanbul´un Fethi´nin 564. yılı kutlu olsun! Bizans İmparatorluğu´nun başkenti olan İstanbul (Bizans)‚ Fatih Sultan Mehmet tarafından 53 gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453´te fethedilmiştir. Tarihin çeşitli dönemlerinde birçok devletler tarafından 28 defa kuşatılmalara karşı koyan İstanbul´un aşılması güç olan ünlü surları‚ 29 Mayıs 1453 tarihinde aşılmış ve İstanbul (Bizans) fethedilmiştir. 

       Bir Çağ açıp çağ kapatan Fethin bir düzgün sinema filmi ve dizi filmi çekilmemesi bizler için büyük ayıp! Komünist müsveddeleri tarafından sulandırarak çekilmesi ise rezillik!

 İstanbul’un Fethi’nin 16 İlginç Özelliği
         İstanbul’u aldık ancak İstanbul gibi bir şehre sahip olmanın nelere mal olduğu, neleri değiştirdiği, neleri yerinden ettiğini de biliyor musunuz?İşte bilsek iyi olur diyerek hazırladığımız liste. Huzurlarınızda İstanbul’un Fethi’nin ilginç ve az bilinen yanları.
 
Surlar
Bizans şehrini çevreleyen surlar 20 kilometre uzunluğundaydı. Düşmana yüzünü dönmüş Yedikule-Topkapı hattındaki Theodosian Surları 5.5 km çekiyordu. Tüm şehrin en güçlü duvarları bu konumdaydı. Haliç boyunca daha seyrek nöbetçilerle korunan duvar 7 km idi. Marmara Denizi’nden Yedikule’ye kadar olan Marmara Duvarı ise yaklaşık 7.5 km uzunluğundaydı. Zamanın diğer şehirleri ile kıyaslandığında İstanbul’un dünyanın en iyi surlarına sahip olduğunu söylemek gerekir. Duvarların büyük bir kısmı 1440’lı yıllarda onarılmıştı ve kuşatma başladığında oldukça iyi durumdaydı.
 
İmparator bütün surlara aynı anda adam dikmek yerine yalnız dış duvarları korumayı seçmiştir. İki sıra yüksek duvar üzerine hendeklerle de korunan Theodosian Surları’nın en zayıf noktasını bizzat İmparator Konstantin savunmuş, kuzeyinde Edirnekapı civarını Venedikli komutan Giustiniani, Ayvansaray Eğrikapı arasını (Blachernae) Koslu papaz Leonardo, Yedikule bölgesini de yoğunluklu olarak Venedikli askerler korumuştur. Genel duruma bakarak sadece surların yerleşimi ile bile savunmacıların dünyanın en iyi korunan şehrinde olduklarına inandıklarını düşünebiliriz. Nitekim kuşatma sırasında Fatih’in de gözünden kaçmayan bazı noktalar olacaktı. Mesela kuzey surlarının kilit noktalarından biri olan Eğrikapı açıklığındaki 11. yüzyıldan kalan duvarlar onarılmadıkları için kötü durumdaydı. Büyük Şahi Topu’nun bir isabetiyle buradaki vaziyet savunanlar için çok kötü bir duruma dönecekti.
 
Top
Bu top hakkında çok yazılıp çizildi. Hepimiz Fatih’in toplarını bir şekilde duyduk. Hatta çocuğunun adını kimi sebeplerden Şahi koyanlar da yok değil. Ancak bu silahın bu kadar ünlü olması da boşuna değildi. Daha önce savaşlarda barut ve top kullanılmış da olsa bunu Osmanlılar kadar büyük bir şekilde deneyen olmamıştı. Bizanslıların da surlarda karabarut kullanarak ateş eden mekanizmaları vardı ancak döndürülmesi -travers- ve geri tepme kontrolü o çağda çok zor olduğundan Bizanslılar geri tepmelerle kendi surlarına düşmana oranla daha çok zarar vermişlerdi.
 
Bu top 8 metre uzunluğundaydı. 75 cm çapındaki güllesi 544 kilo çekiyordu. Doldurulması da haliyle üç saat sürdüğünden günde ancak beş altı kere ateşlenebiliyordu. Top yere konulup sabitlendiği zaman bir daha döndürülemiyordu. O kadar ağırdı ki yapımcısı Macar Urban bu topu kalıplara hiçbir öküz arabasının taşıyamayacağını hesaplayarak iki parça halinde döktürmüştü. Böylece zamanına göre çok ileri bir vidalı sistemle birbirine eklenerek kullanılıyordu. Nişan almak falan imkânsızdı ama hedef İstanbul kadar büyük olunca eninde sonunda surların bir tarafına bir gülle denk geliyordu. Surlara isabet ettiği anda da o noktanın tamiri gece gündüz çalışan Bizanslı duvar ustalarıyla bir haftayı bulabiliyordu.
 
Bu topun daha az bilinen bir başka özelliği de İstanbul’un fethinden 354 yıl sonra, 1807 yılında Çanakkale Boğazı’nı zorla geçmeye çalışan İngiliz gemilerine bir el ateş edip 22 kişiyi öldürmesi ve İngilizleri geri çekilmeye zorlamasıdır. Daha sonra olayın hatırasına 1870’lerde Sultan Abdülaziz topun 1464’te yapılan bir örneğini İngilizlere hediye etmiştir. Şu an kendisi İngiltere’de, Fort Nelson Topçu Müzesi’nde sergilenmektedir.
 
Savunmacılar
İstanbul 1453 yılına kadar dünyada klasik kuşatma savaşında savunmaya en elverişli şehirlerden biriydi. 3 tarafı denizlerle çevrili bir yarımada yeterli bir duvar sistemiyle korunuyor, düşmana tek bir cenahını açık tutarak kendisini güzelce savunabiliyordu. İstanbul o tarihe kadar 20 kez kuşatılmış ve yalnız bir kere, o da 1204 yılında Enrico Dandolo’nun oyunları sayesinde Latin Haçlılara tarafından düşürülmüştü. Herhangi bir kuşatmada Cenevizliler tarafından da arada denizden yardım, erzak ve asker alabiliyordu. Bizans imparatorları sırrı hâlâ tam olarak bilinmeyen Rum Ateşi fırlatan gemileri sayesinde Marmara Denizi’nde herhangi bir düşman donanmasına terör estirip ikmal yollarını açık tutabiliyordu. İkmal kesilse dahi daha önceki örneklere bakarak Bizans bir kuşatmaya aç kalmadan yıllarca karşı koyardı diyebiliriz.
 
1453 yılının nisan ayında İstanbul surlarını koruyan 2 bini yabancı olmak üzere 7 bin asker vardı. Surların içindeki halk da 50 bin kişi kadar geliyordu. Savunanlarla alakalı az bilinen bir diğer ilginç rivayet de Bizans imparatorunun paralı askerleri arasında Dorgano olarak çağrılan bir Türk komutan ve 600 kişilik bir Türk birliğinin olmasıdır. Yedikule-Yenikapı arasında deniz kısmını savunan ve son ana kadar imparatora sadık kalan bu askerlerden İstanbul’un Cenevizli cerrahı Nicolo Barbaro’nun anılarına göre hiç kurtulan olmamıştır. Kimi tarihçiler Dorgano’nun bir fetret devri artığı olan Orhan Çelebi olduğunu söyler.
 
Osmanlı Ordusu
Kaçan asker düşmanı çift görür düsturu uyarınca Osmanlı ordusunun bir savaştaki sayısı farklı kaynaklarda farklı değişiklikler içerir. Hatta fetih sırasında İstanbul’da olan dört farklı kaynak, şehri kuşatan Osmanlı ordusunun sayısı konusunda birbirinden alakasız veriler aktarmıştır. Kapılarındaki askerleri Nicolo Barbaro 160 bin, Kiev Kardinali 200 bin, Midilli Başpiskoposu 300 bin saymıştır. Modern tarih analizlerinde Osmanlıların 50-80 bin arası bir kuşatma ordusu olduğu düşünülüyor. Bunların 10 bini elit yeniçeri olduğundan saldıran Osmanlı ordusu, savunan Bizanslılardan hem sayı hem kalite olarak çok daha ileridedir. Diğer taraftan Osmanlılar 8. yüzyılda şehri 100 bin kişiyle kuşatıp alamayan Müslüman-Arap ordusuna nazaran daha kozmopolitti. Orduda binlerce Hıristiyan bulunuyordu. Hatta bu 80 binlik orduda Sırp Kralı Brakovic’in vergi olarak Fatih’e gönderdiği/kiraladığı 1.500 Hıristiyan Voynuk da vardır.
 
Ayasofya
 
Her yüzyılda bir büyük bir deprem geçiren İstanbul’da 1.500 yıllık devasa bir yapının hâlâ ayakta durması takdire şayan değil de nedir? Ancak Ayasofya devasa bir yapıdan çok daha fazlasıdır. O kadar büyük bir semboldür ki, kuşatma günü surlara saldıran her Türk bu dev mabedin içinde namaz kılmayı arzulamaktadır. Surları savunan her asker Hıristiyanlığın en büyük kilisesini Müslümanlara vermemek için ölmeye hazır beklemektedir. Surlar yarılıp İstanbul düştüğünde yüzlerce insan Ayasofya’ya sığınmış, İsa’nın yeryüzüne dönüp durumu tersine çevirmesi için dua etmiştir. İsa yerine gelenler ise bronz kapıları kırıp herkesi çıkaran yeniçerilerdir. Yabancı kaynaklar Türk başıbozukların içeride büyük bir kıyım yaptığını ve kutsal eşyaları kirlettiğini yazar, Türk kaynakları ise bunu yalanlar. Ayasofya’daki son Hıristiyan ayini 28 Mayıs 1453’te imparatorun katılımı ile yapılmıştır. Belki de Büyük Kopuş’tan (Great Schism) beri Doğu ve Batı Kiliselerine mensup Katolik ve Ortodoks din adamları Ayasofya’da ilk kez ortak bir ayin düzenlemişlerdir. Ertesi akşam ise ikonaların üzeri battaniyeler ve halılarla örtülmüş ve İstanbul’da fetih namazı kılınmıştır. Sultan Mehmet de böylece fatihliğe terfi etmiştir.
 
Aradan geçen 561 yılda Ayasofya’nın hâlâ ülkeler arası politikalar ve milletlerarası duygularda oynama yapabilmesi de ilginçtir. Yunanlar Ayasofya’nın kaybını hiçbir zaman kabullenmemişlerdir. 1919’daki Yunan işgalinin önemli motivasyonlarından biri İstanbul’un ve bu yapının geri alınmasıdır. Bugün bile aşırı sağcı Yunan gruplar her 29 Mayıs’ta Bizans’ı anarak kilisenin geri verilmesi konusunda eylem yapar. Buranın tekrar kilise olması Fener Patrikhanesi’nin bir numaralı isteğidir. Öte yandan artık müze olmuş Ayasofya’nın tekrar cami olması konusu da Müslüman cemaatinin çok önde gelen isteklerinden bir tanesidir. Bu, ülkede dokunulması çok hassas konulardan biridir.
 
Galata
Bugün İstanbul’da birbirinden denizle ayrılmış iki komşu semt gibi de olsalar 1453 yılında Galata ve Konstantinopolis iki farklı yerleşim birimiydi. Galata bir Ceneviz, yani İtalyan kolonisiydi. Kendisi de bir anlamda yarımada olduğundan savunulması nispeten kolaydı. Her tür koşulda Bizans’ı sonuna kadar destekleyen bir yapıda olmasına rağmen bu koloni kâğıt üzerinde tarafsızdı. Bu durum Bizans’ı kuşatmaya gelen askeri güç için bir takım komplikasyonlar yaratıyordu. Öncelikle tarafsız olan Galata Kolonisi kendi gemileriyle kendisini besliyor, ihtiyaç fazlasını da Bizans’a satarak kuşatmadaki kozlarını güçlendiriyordu. Dahası bu ticaret şimdiki Karaköy-Eminönü gibi bir hatta gemilerle yapıldığından ve Haliç’in ağzı zincirle kapalı olduğundan engellenemiyordu. Daha da fazlası, zincirin Galata ağzını tutan bu koloni aslında günümüz anlayışında gayet taraflı (belligerent) olmasına rağmen Sultan Mehmet kendilerine özellikle bir şiddet uygulamamıştır. Bunun da bir numaralı nedeni Marmara Denizi’nde Bizans’ın yardımına gelen birleşmiş bir İtalyan Donanması görmek istememesi olarak yorumlanabilir. Bunun da karşılığında gemiler karadan yürürken Galata Kolonisi’nin pek bir şey yaptığını tarih yazmaz.
 
Fatih Sultan Mehmet hakkında yazılan her şeyin onu o kampa ya da bu kampa çekmeye yönelik bir düsturu vardır. “Ecdad” denildiğinde akla Fatih Sultan Mehmet gelir. O, milyonlarca insanın kalbinde Hıristiyan başkentini cihad edip almış bir sultandır.
 
Öyledir ancak ondan çok daha da fazlasıdır. Fatih Sultan Mehmet çocukluğunda öğrendiği Yunancayı anadili gibi konuşur. Amasya Sancağı’nı ihya etmiştir. Fatih olduğunda da kendisine Bizans’tan miras kalan Antik Yunanca eserleri -müstehcen olanlar dahil- özenle korumuştur. Bizans imparatorunun cenazesine her tür saygıyı gösterecek kadar çağının ötesinde bir liderdir. Suret çizmenin yasak olduğu bir anlayışta kendi portresini yaptıran bir Rönesans anlayışını temsil edecek kadar ileri görüşlüdür. Edebi dili günümüze kadar ulaşan bir şairdir ve şiirlerinde yalnız dini ögeler de bulunmaz. 
      FATİH SULTAN MEHMET’İN ,KILIK DEĞİŞTİRMESİ (TEBDİLİ KIYAFET)
    İstanbul’un henüz fethedilmediğini zamanlarda Edirne’de bulunan Fatih sultan Mehmet hazırlıklarını yaparken diğer bir taraftan halkın durumunu kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Ona göre önemli olan milletin birlik beraberlik içinde olmasıydı. Bunu fethin gerçekleşmesinin şartlarından biri olarak görüyordu. Sultan Mehmet bir sabah kılık kıyafet değiştirip pazara çıktı. Satılan malların kalitesini, fiyat durumunu ve esnafın hâlini kontrol etmek için, Edirne’nin çarşılarını gezmeye başladı. Sultan Mehmet, sokağın başındaki ilk dükkâna girdi.Selam verdikten sonra:
– Bana yarım batman yağ, yarım batman bal ve biraz da peynir veriniz, dedi.
Müşteriyi güleryüzle karşılayan esnaf, selâmı alıp memnuniyetle yarım batman yağı tarttı. Yağı verirken, karşısındakinin padişah olduğundan bihaber konuştu:
– Ağam, dilerseniz bal ve peynir verebiliririm. Ancak ben bu yağı satarak siftahladım. Diğer isteklerinizi de daha siftahlamayan karşı komşumdan alırsanız memnun olurum.
Bu duruma içten içe sevinen padişah karşı dükkana geçti. Yarımşar batman bal ve peynir istedi. Dükkân sahibi yaşlı adam balı tarttıktan sonra:
–Allah’a şükür bugün de siftahımızı ettik. Ancak peyniri henüz siftah etmeyen komşumdan alırsanız sevinirim.
Sultan Mehmet diğer dükkandan peyniri aldıktan sonra:
Bu millette bu yüksek ahlak varken değil İstanbul Dünya alınır. diyerek çarşıdan mutlu bir şekilde ayrıldı. 
 
 
 Konstantin XI. Palaiologos
Bu adamları Kahpe Bizans’la, Mehmet Ali Erbil’le özdeşleştirmiş bir nesil olarak bir iade-i itibara gitmek yerinde olur. Öncelikle söylemek gerekir ki son Bizans İmparatoru Konstantin Palaiologos canını kurtarıp başka bir ülkeye kral/imparator olmak gibi pek çok seçeneği reddetmiş bir adamdı. Fetihten 8 gün önce Sultan Mehmet, İmparator’a bir elçi göndererek şehrin teslimi karşılığında İmparator ve ailesinin şehirden mallarıyla beraber çıkmasına izin vereceğini, kendisini Peleponez Kralı olarak tanıyacağını, şehirde kalan herkesin canını bağışlayıp yağmaya izin verilmeyeceğini iletir. Altı-yedi katı büyüklüğünde bir orduyla şehir kuşatmış bir sultanın bir imparatora gösterdiği son merhameti imparator reddeder. Eğer kuşatma kalkarsa ödenecek verginin daha yüksek olacağını, Osmanlı’nın aldığı tüm kaleleri meşru olarak tanıyacağını söyler. Ancak şehri vermek konusunda der ki:
 
“Size bu şehri vermek ne benim ne de şehirde yaşayan herhangi birinin elindedir. Biz burayı vermek yerine kendi seçimlerimizle burada ölmeyi tercih ettik. Yaşamlarımızı da onun üzerinde tutmuyoruz.”
 
Kuşatma esnasında surların düştüğü ve şehrin bazı mahallelerinin Türkler’in eline geçtiğini öğrendiğinde ise göğsündeki kartal sembolünü sökmüş, imparatorluk armalarını ve mor pelerinini çıkartmış ve krallığa başka bir yerde devam etmek yerine bir zamanlar hükmettiği sokaklarda isimsiz bir Bizanslı asker olarak ölmeyi seçmiştir. Günümüzde Saddam gibi yöneticilerin yeraltı deliklerinde saklanırken yakalandığını göz önüne alırsak, son anlarında vakarlı davranan Bizans İmparatoru’nun hak ettiği ancak biz galiplerden hiç görmediği saygı daha bir su yüzüne çıkar.
 
Giovanni Giustiniani Longus
Giovanni Giustiniani Cenevizli bir denizcidir. Kuşatmanın ilk haberleri geldiğinde parasını cebinden ödeyerek çoğunluğu Kos Adası’ndan Yunan ve Cenevizli 700 asker ile İstanbul’un savunmasına gitmiştir. Savunma sırasında da günümüze gelen her kaynakta, her hatıratta en kilit roldedir. Kendisinin varlığı surlardaki morali yüksek tutmuş, liderlik kabiliyeti birbirinden normal şartlarda nefret eden Venedikliler, Cenevizliler ve Yunanları birbirleriyle tartışmak yerine duvarları tamir etmeye kanalize etmiştir. Giustiniani, fetih günü 29 Mayıs’ta ölümcül bir şekilde yaralanır. Bazı kaynaklar bir güllenin çok yakına isabet ettiğini söyler, bir başkası Tatar yayı ile vurulduğunu yazar. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı nokta Giustiniani surlardan sedyeyle Yenikapı’ya doğru götürüldüğünde paniğin artık geri döndürülemez bir şekilde yayıldığı, korkunun esiri olan herkesin kaçmaya başladığıdır. İmparator’un olay yerindeki varlığı bile savunmanın en değerli birliği olan 700 Cenevizlinin yerlerini terk etmesini gölgeleyemez. Nitekim Osmanlı ordusunda bu adamı yaralayan okçu ya da topçu her kimse onun adını Ulubatlı Hasan’dan daha az biliyor olmamız bir anlamda kendisine haksızlıktır sanki.
 
Giustiniani aldığı yaralar sonucunda İmparator’un tüm yalvarmalarına rağmen şehri gemilerle terk etmiş, ancak iki gün sonra Kos Adası’nda bu yaralardan ötürü ölmüştür.
 
Zincir
Galata ile İstanbul arasındaki Haliç, savunma açısından büyük risklere gebeydi. Haliç’e asker dolu gemilerle giren herhangi bir donanma, şehrin pek de savunulmayan karnını da yarmış olurdu. Haliç boyunda uzanan Bizans duvarları şehrin batısındakiler kadar yüksek veya önemli değillerdi. Gemiler askerlerini bugünkü Sirkeci civarına indirebilse bu gemilerden inen yüz kişiyle imparatorluk sarayını zorlayabilirlerdi. Daha da kötüsü, savunanlar saldırının asıl istikameti olan Edirne tarafından buraya asker kaydırmak zorunda kalırlardı.
 
Bizanslılar bunun yerine demircileri toplayıp yüzlerce metre uzunluğunda dövme demirden bir zincir yaptılar. Bir ucu bugünkü Sepetçiler Kasrı’nda, Galata ucu da bugünkü Yeraltı Camii’nde takılı olan bu zincir Haliç’i deniz trafiğine kapatıyordu. Zinciri denizin ortasında kesmek gibi bir ihtimal zaten yoktu. Takılı olduğu yerlere de iyi savunulduğundan gemiler pek yaklaşamıyordu. Sultan Mehmet, gemileri karadan boşuna yürütmüş değildir bu yüzden. Başka çare kalmamıştır. Ayriyeten adamlar nasıl bir hınçla demir dövdülerse zincirin çoğu pek paslanmamış halde Deniz Müzesi’nde sergidedir.
 
Karadan yürüyen gemiler
Zincir kadar ucuz bir şeyle şehrin iki tarafını düşmana kapatan Bizanslıların oyununu bozmak, zincir çekmek kadar kolay olmamıştır haliyle ancak bu oyunun bozulacağını da surları savunan kimse beklememektedir. Teoride Haliç’e gemi indirmenin iki pratik nedeni vardır. Birincisi, Galata ile Konstantinopolis arasındaki erzak ve ekipman trafiği çok can sıkıcıdır. Bizans, Sultan’ın gözü önünde habire yardım almaktadır. İkincisi de Sultan Mehmet, Haliç boyundaki surların iyi korunmadığını görmüştür. Bu kısmı göstermelik de olsa tehdit ederek, Theodosius Surları’ndan bir miktar askeri buraya boşuna beklesinler diye çekmeyi arzulamaktadır. Gemiler kızaklara koyulup yağlı kütükler üzerinde Dolmabahçe’den karaya çıkmış, Tarlabaşı-Kasımpaşa’dan tekrar denize inmiştir. Az buz bir yol değildir yani.
 
Nitekim bu olayın fetih günüyle bir ilgisi yoktur. Gemiler 21 Nisan’da, fetihten 1 ay önce Haliç’e iner. İndiği gibi de Galata ile Konstantinopolis arası kayık sandal trafiğini durdururlar. Bizanslıların morali buna çok bozulur. 28 Nisan’da meşhur ateş gemilerini kullanarak Haliç’i temizleme operasyonuna girişirler. Ancak Osmanlılar daha önceden uyarılmıştır ve bu hesap boşa çıkar. Bizans ateş gemileri kayıplarla limana geri çekilir. Ertesi gün (29 Nisan’da) Bizanslılar buna misilleme olarak 260 Türk esiri surlara çıkarıp kafalarını keser. Zağanos Paşa da bunu bir zayıflık olarak algılayıp Haliç Duvarı’nı kuşatma sonuna kadar hiç durmadan taciz eder.
 
Ulubatlı Hasan
Türk kültüründe bu kadar düşük rütbeli bir askerin bu kadar unutulmaz olmasının başka eşi herhalde yoktur. Kendisinin geçmişi hakkında bilgi/veri elbette ki az, ancak İskoç tarihçi Lord Kinross, “Osmanlı Yüzyılları” kitabında kendisinden çok uzun bir “dev” olarak bahsediyor. Bursa’nın Karacabey kazası Ulubat Köyü’nden Hasan 29 Mayıs’ta duvara merdivenle tırmanmış; ok, taş ve mızrak yağmuru altında tepeye ulaşmış, bayrağı surlara dikip küçük bir kalkan ve eğri yatağanıyla beraber tepeye 12 arkadaşı daha tırmanana kadar da bayrağını korumuş. Daha sonra yere yığılmış; fetihten sonra cesedinde 27 ok yarası sayılmış. Yabancı kaynaklara göre bayrağı daha sonra yerinden sökülmüş ve surlar geri alınmış ancak bayrak Türkleri öyle coşturmuş ki o andan sonra tutulmaları mümkün olmamış. En sonunda biri çıkıp bu işin olabileceğini hayatı pahasına göstermiş. Türk kaynakları diktiği bayrağın surlarda Fatih hüküm sürdüğü müddetçe kaldığını söylüyor.
 
Viyana’ya da bayrak dikilseydi ikinci bir Ulubatlı efsanesi çıkar mıydı veya çıkarsa hangi köyden çıkardı söylemek zor.
 
Yağma
Yağma ya da gasp günümüzde 6 ila 10 yıl arası bir cezayı gerektiren bir suç olsa da 1400’lü yılların askeriyesinde bu bir tür teşvikti. Askerlere yağma izni verilmesi tarih boyunca askerlere tanınmış ve onların savaş gücünü artıran bir özellik olarak ordu komutanlarının ceplerinde taşıdığı bir tür opsiyonel silah olarak kullanılagelmiştir. Günümüzdeki gibi okul okuyup sınıf atlaması imkânsıza yakın olan Ortaçağ insanının rahat bir yaşam ile arasında yalnızca savaştan sağ çıkma ve elini çabuk tutma gibi iki adet derdi bulunuyordu. Fatih’in ordusu da bu adete riayet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet vire ile teslim edilmeyen şehrin fetihten sonra askerler tarafından üç gün yağmalanmasına izin verdi.
 
Günümüz koşullarıyla kıyaslanırsa çok elim görüntüler ortaya çıkar. Zira kölelik de çağın bir gerçeğidir. Dolayısıyla İstanbul, insanların da yağmaya konu olduğu bir dönemde kuşatıldığından fetihten sonra kiliselere sığınan, evlerinde gizlenen halk saklandıkları yerden çıkartılıp sosyal statüleri veya bedensel özelliklerine göre tasnif edilmiş, aşağı sınıflardaki insanların çoğu köle pazarlarına yollanmış. Yabancı kaynaklara göre tecavüz ve kıyım fetih sonrası günlerde İstanbul’da yoğundur deniyor. Halk bundan kaçabilmek için üç gün boyunca saklanmış. Ancak Bizans saray tarihçisi Georgios Sphrantzes yağmanın sonunu şöyle anlatıyor:
 
“Şehrimizin düşüşünün üçüncü gününde Sultan şehre neşe ve zafer ile girdi. Ardından da bir açıklama yaptırdı. Dendi ki, ‘Bu şehirde yaşayan her yaştan insan artık saklandıkları yerlerden açığa çıkacaklar. Hâlâ serbest oldukları için kendilerine soru sorulmayacak.’ Daha sonra da şehri daha önce terk etmişlerin ve mülklerini kaybetmişlerin eşyalarını hak sahiplerine verdi. Eğer ki evlerine dönecek olurlarsa rütbe ve dinlerine bakılmaksızın, hiçbir şey değişmemiş gibi tekrar malik olacaklarını söyledi.”
 
Kaçanlar
 
       Batı medeniyetinin en kalabalık şehri Türkler’in eline geçtiğinde şehirde daha fazla kalmak istemeyen Bizanslı Yunan şairler, eğitmenler en başta Ioannis Argiropoulos ve Konstantin Laskaris- Latin dünyasına göç etti. Gittikleri yerlere özellikle de Floransa’ya kendi fikirleri ve Antik Yunan felsefe parşömenleriyle gittikleri için o ana kadar dini yobazlıkla yoğrulmuş İtalyan yarımadası kısa sürede felsefi bir aydınlanma yaşadı. Rönesans’ı tetikleyen ve Avrupa aydınlanmasının yolunu açan da bir anlamda son Bizanslılar olmuştu denilebilir. İstanbul hiç alınmasaydı Rönesans ve Reform ne kadar geriden gelirdi bunu da kestirmek çok zor.
 
Kaçmayanlar
 
Bu grup çoğunluğu oluşturuyor. Zaten Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra ilk yaptığı işlerden biri Georgios Skolarios’u yeni patrik olarak atayarak Doğu Kilisesi’ni ve hemen hemen tüm Ortodoks Hıristiyanları’nı himaye altına almak oluyor. Ortodoks Kilisesi’ni yok etmeyi seçse Katolik Dünyası’nın ne kadar büyüyeceği ve Osmanlı’nın başına ne çoraplar öreceği de tartışmaya açık konular. Nitekim bu karar sonrasında İstanbul bu demografik heterojenliği imparatorluğun son günlerine kadar taşıyor. Hatta 20. yüzyıl başlarında nüfus sayımlarında gayri müslim nüfus ile Müslümanlar neredeyse yarı yarıya eşit çıkıyor. Rumlar, Galata ve Fener semtlerinde yaşamaya devam ediyor. Panaryot olarak da bilinen bu Rum-Osmanlılar, imparatorluğa gelecek dönemde birçok devlet adamı da hediye ediyor. Kurtuluş Savaşı sonrası nüfus mübadelesinde en sonunda kaçmak zorunda kalan bu gruptan kaçmaya direnen kısım da 6-7 Eylül Olayları neticesinde kaçıyor. Günümüzde özellikle adalarda 5-6 bin civarında gölge bir azınlık olarak kalan Rum cemaati, Bizans’ın diasporada olmayan son temsilcileri olarak kabul edilse herhalde yanlış olmaz.
 
Günümüze etkileri
               Yunan-Türk çekişmesinin temelinde hâlâ fethin etkilerini görmek mümkündür. 1919’da Yunan toplumunda hortlayan “Megali Idea” İstanbul’un geri alınması ve Ayasofya’nın tekrar patrikhane olması üzerine yoğunlaşıp milliyetçi hislerle İzmir’i işgal edip bugün Kurtuluş Savaşı olarak bildiğimiz dönemi başlatmıştır. Öte yandan Yunanlar da her 29 Mayıs’ta Konstantin Palaiolagos’u anarken bol bol Türk düşmanlığı gösterir. Kendisinin bir yandan Yedikule’nin aşağılarında bir mağarada uyuduğunu ve vakit geldiğinde uyanarak İstanbul’u geri alacağına inanılır.
13 EKİM İMAM-HATİP OKULLARI AÇILDI! AMA NASIL?!

Merhum Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun merhum Celâl Hoca’nın (Celalettin Ökten) ağzından aktardığı ilk İmam Hatip Okulu’nun ‘tarihe emanet edilen’ hikayesi oldukça çarpıcı…

İmam Hatip mücadelesinde Celâl Hoca’nın yanı sıra dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Tevfik İleri ve Başbakan Adnan Menderes’in de gayretleri dikkat çekiyor.

İşte “Ankara’da bir ay süründüm” diyen Celâl Hoca’nın ağzından aktarılan göz yaşartıcı hikaye:

“İMAM HATİP OKULLARI İÇİN NASIL İZİN ALINDI?”

Celâl Hoca merhum, hak yolunda mücadeleci, azimli, kararlı bir insandı. İmam Hatip Okulları’nın Türkiye’de ilk açılışı onun azmi ve ısrarı sayesinde, lütf-i İlâhî’nin tecellisi ile olmuştur, dersek mübalağa etmiş olmayız.

Bu bahsi fakir, kendisinden, muhtelif zamanlarda dinlediğim şekilde, tarihe emanet etmek isterim. Esasen bu hadiseye ve safhalarına şahit olmuş bulunan herkesin, bildiğini yazması da vicdanî, dinî ve tarihî bir borç hükmündedir…

İşte Celâl Hocamızın Ankara’da Tâlim Terbiye Kurulu’ndan İmam hatip Okullarının açılmasına dair izin alışının, Hoca’nın ağzından dinleyip de bugün hatırlayabildiğim kadarıyla hikâyesi:

Celâl Hocamızın anlattıkları

Merhûm Celâleddin Ökten Hocamız şöyle anlatmıştı:

Memleketimizde 1940’lı yıllarda, halkın ağzında dolaşan bir söz vardı:

“Cenazelerimizi yıkayacak imam kalmayacak!..”

Bu söylentide doğruluk payı vardı. Bazı köylerde imam olmadığı ve ölenlerin yıkanıp gömülmesi için yakın köylerden imam gelmesinin beklendiği bilinen bir şeydi. Zaman geçtikçe, bu halin daha kötüleşeceği de belli idi…

Asıl, imanları yıkayacak hoca yoktu

Halbuki asıl tehlike bu değildi… Cenazenin üzerine bir teneke su atarsın yahut bir havuza, bir göle batırırsın yıkarsın… Avam: Cenazemizi yıkayacak hoca kalmadı, der; hocayı, cenaze namazından ibaret bilir… Fakat asıl tehlike şu idi ki:

Milletin imanını yıkayacak, ruhunu yıkayacak, aklını yıkayacak hoca kalmamıştı; kalmayacaktı…

Memleketin imanını yıkayan, koruyan, Mustafa Sabri Efendiler, Hamdi Efendiler, Naim Beyler, Akif Beyler, Ferid Beyler, İzmirli İsmail Hakkı Beyler gitmişti…

Memleketin imanı gidiyordu. Memleket, sade cehaletin değil, küfrün istilâsına giriyor; küfrün silindiri altında eziliyor, eriyordu…

Tevfik İleri talebem idi

Ne yapıp edip, küfrün kalesinde bir delik açmak için, bir İmam Hatip Okulu’nun açılmasına arkadaşlarla karar verdik… Elimde baston, rahatsız halimle trene bindim; Ankara’ya gittim.

O günün Maarif Vekili olan Tevfik İleri merhum, talebelerimden idi. Terbiyeli bir talebe idi. Beni unutmamıştı…

Daha önce de onun tavassutu ile Başbakan Adnan Menderes’in oğullarına Kur’ân-ı Kerîm okutmak, dinî bilgiler öğretmek için beni tâyin etmişlerdi. O işin de tek âmili Tevfik İleri idi.

Adnan Bey’in oğullarının İstanbul’da olduğu günlerde, Hâriciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun evine gider, çocuklara ders verirdim. Bunu herkes de bilmez.

Tevfik İleri ile daha önce konuşmuştum,

“Hocam Ankara’ya gelin. Ümit ederim ki, inşâallah bu İmam Hatip kararını çıkarırız” demişti.

“İmam Hatip Okulları İçin Nasıl İzin Alındı? “

Masonlar, Dönmeler bakanı dinlemiyor

Ankara’da bir otelde kaldım. Günler geçiyor, Tevfik İleri’nin verdiği emirler, Tâlim Terbiye Daire’sinden bir türlü çıkmıyor. Bekle bekle bir ses yok… Tevfik İleri’nin talebem olması, gelin demesi, bana güç vermişti. Fakat işin bu kadar zor olacağı, Masonların, Dönmelerin Bakanı dahi dinlemeyecekleri hesapta yoktu. Bir ay uzayacağını ise hiç beklemiyordum…

Müdür:

“Mevzuat, kanunlar müsaade etmiyor. Bunun için Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’nun değişmesi lâzımdır. Bu kanun ile İmam Hatip Mektepleri kapatılmış; o günden bu güne, buna dair bir kanun da çıkmamış… Karar, bizim selâhiyetimizin dışındadır. Parlamento’dan bir kanun çıkması lâzım. Biz böyle bir izin vere-meyiz” diyor, direniyordu.

Param bitti, çay ekmek yiyorum

Müdür olacak adam, sarı bir herif… Yılan gibi bakışları var… Beni çok soğuk karşılıyor. Diyebilse, bana:

“Hoca defol git!” diyecek… Demedi ama bakışları öyle… Bir ay boyunca, her gittiğimde, bu Dönme, beni:

“Yine mi geldin Hoca! Boşuna yorulma!..” diyen bakışlarla karşılıyor.

Bir ay Ankara’da süründüm. Çamaşırım kalmadı. Param bitti. Akşamları, otelden aldığım çayla, odamda ekmeği çaya batırıp yemek zorunda kaldım. Artık uykularım kaçıyordu. Hatta bir gece kaşınmaya başladım.

Bitleneceğim; altıma kaçırıyorum…

“Eyvah, bitlendim mi acaba?” diye korktum, gözlüğümü takıp bakındım… Çünkü temiz çamaşırım kalmamıştı. Girişken bir kimse değilim. Davet eden kimse de yok. Ancak Tâlim Terbiye Kurulu’na ve Tevfik Bey’e giderim, otele dönerim.

Vallahi Ali Ulvi Bey, bir ay içinde kimseye söylemedim: Oturup beklerken, bacağımın altına mendil koyuyordum. Prostatım var, kaçırıyorum.

“Abdeste gideceğim” de diyemiyorum ki;

“Ulan, abdestini tutamayan adamın, burada ne işi var” derler mi diye…

Adnan Menderes hayret etti, üzüldü

Nihayet bir gün, artık çok sıkıldım, rahatsızlandım… Sarı adam, gittiğimde artık yüzüme bile bakmaz olmuştu… Bastonuma dayandım:

“Buradan doğru trene gideyim” diye kalktım. Yalnız Tevfik İleri Bey’e bir daha uğrayayım, hem vedâ edeyim dedim. Tevfik Bey, o kırgın halimi gördü; rengimi beğenmedi:

“Hocam, siz rahatsızsınız…”‘

“Tevfik Bey, ben gidiyorum…” dedim… Üzüldü; düşündü:

“Hocam iyi sabretmişsiniz… Son bir çare olarak, meseleyi Adnan Bey’e açalım” dedi.

Birlikte Adnan Menderes Bey’e, başvekâlete gittik. Vaziyeti anlattık. Adnan Bey hayret etti, üzüldü. Tâlim Terbiye Dairesi’ndeki bir adamın, Bakana karşı koyduğuna şaştı:

“Bu derece mi Tevfik Bey?”

“Evet, efendim, bu derecedir…”

Adnan Menderes Bey’in planı

Başbakan biraz düşündükten sonra dedi ki:

“Hocam, yarın siz Tevfik Bey’e gelin; Tevfik Bey’le beraber Tâlim Terbiye’ye gidin… Ben aynı saatte baskın yapayım… Bir de bu şekilde tecrübe edelim. Belki Allah yardımcımız olur.”

Ertesi gün Adnan Bey’in dediği gibi, Tevfik Bey’le birlikte Tâlim Terbiye’ye gittik. O memurun masasında iken Başbakan geldi.

Girer girmez selâm verdi. Sonra:

“Tevfik Bey neredesin yahu! Ne zaman sorsam, Tâlim Terbiye’de diyorlar!.. Nedir bu?.. Allah aşkına senin Tâlim Terbiye’de bu kadar ne işin var?..”

“Efendim, Celâl Okten Hoca, benim hocamdır. Bir aydan beri buradadır…”

“Hayırdır ne işi varmış?..”

Tevfik Bey,

“Efendim, böyle böyle…” diye anlattı…

Lâzım olanı yazın, ben imza ederim!..

Adnan Bey, memura sordu:

“Beyefendi bunun mahzuru nedir?”

“Efendim, bana meşguliyetimin dışında bir teklif yapılıyor. Ben böyle bir karar veremem. Böyle bir müsaadeyi benden istiyorlar. Benden çıkması lâzımmış. Binaenaleyh mevzuat böyle bir karar vermeme müsaade etmez. Vekil Bey üzerime büyük baskı yapıyor…”

“Peki, Tevfik Bey’in verdiği tâlimat kâfi gelmiyorsa; emri ben vereyim: Bu emri günün Başvekili vermiş deyin…”

“Muhterem başvekilim, ben mes’ul olurum; şifahî emir beni kurtaramaz…”

“O halde, lâzım olanı yazın, ben imza edeyim…”

Merhum Adnan Menderes’in bu kararlı tavrı karşısında, artık Tâlim Terbiye Dairesi Başkanlığı’nın söyleyecek sözü kalmadı.

Bina bizden, maaşlar da bizden

Bizim vekâletten bir şey istediğimiz de yok… Binayı bulacağız, kirası, bakımı; idareciler, öğretmenler, hademe vs. maaşları, hepsi bize ait olacak…

Tevfik Bey de sormuştu:

“Hocam nereye açacaksınız? Kimler okutacak?..”

“Siz hele bize bir izni verin; Allah’ın lutf ü keremi ile onlar bulunur…”

O gün, benim için bayram oldu. İstanbul’dan telgraf çekip sorarlar:

“Ne zaman geleceksin?”

“Geldim, geliyorum” derken, neyse müjdeyle döndüm.

O gün nasıl çıldırmadım, hâlâ şaşarım..

O gün, muvafakat emrini alıp da, Başvekâletten otele gelirken, nasıl çıldırmadım, nasıl aklımı kaybetmedim, diye hâlâ şaşarım… Ne evlendiğim gün, ne de icazet aldığım zaman böyle sevindim.

O gün bu kadar sevinmiştim!..

Bu dereceden fazla, bunu bastıran bir sevinci, ancak Beytullah’ı gördüğüm zaman hissettim…

Artık hemen Başvekâlet’e Adnan Bey’e teşekküre gittim…

Yâhu geçen günler, nasıl unutuluyor; bunları bilmek lâzım… Tarih bunun için, ibret almak için lâzımdır.”
Bunları bilmeli ve daha çok çalışmalıyız!

TOSUN PAŞA

Yapımcılığını Kartal Tibet’in senaristliğini Yavuz Tuğrul’un yaptığı komedi filmi Tosun Paşa’da; Film öyküsü Nazım Hikmet tarafından kaleme alınan bu kurgu hikayede komik bir maceraya kurban edilen “gerçek” Tosun Paşa, fotoğrafını gördüğünüz civanmerttir. Babayiğit,cesur ve atılgan bir karaktere sahip olan Tosun Paşa, son dönem tarihimizin en mümtaz kahramanlarından biridir. Bu filmle dalga geçilen Tosun Paşa gerçekte kimdir?!

Osmanlı İmparatorluğu 1517’de Memlük Devleti’ni ortadan kaldırınca Arabistan Yarımadası’nın önemli bir kısmına da hakim oldu. Kalan bölgeler de zaman içerisinde Osmanlı topraklarına dahil edildi. O yıllarda çöllerde birçok Arap aşireti yaşıyordu. Suudîler de Dir’iye bölgesindeydi.
18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun eski gücünün azalmasıyla birlikte topraklarında isyanlar çıkmaya ve imparatorluğun uzak topraklarında merkezi otoritenin etkisi azalmaya başladı. Bu dönemde İslamiyet’in kutsal topraklarında Osmanlı yönetimini tehdit eden bir gelişme yaşandı. Vehhabîliğin kurucusu Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri kısa sürede Arabistan’a yayıldı. Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri Dir’iye Emiri olan Suud oğlu Muhammed ile 1744’te tanışmasıyla daha da güçlendi. Vehhabîler aldıkları ganimetleri bedevilere dağıtarak günden güne taraftar sayılarını artırdılar. Yağma ve talanı meşru gösterecek dini kılıf Vehhabîlik esaslarıyla sunulmuştu. Vehhabîlik yayıldıkça Suudîler’in nüfuz alanı da genişledi. Osmanlı yönetimi gelişmelerden 1749’da Mekke Emiri Şerif Mesud’un gönderdiği bir yazıyla haberdar oldu. Vehhabî hareketi çok büyümediğinden başlangıçta yöneticileri çok fazla rahatsız etmemişti. Yüksel Çelik bir makalesinde Osmanlı yönetiminin Vehhabîler’le mücadelesini belgelerle anlatır. Zekeriya Kurşun’un çalışmalarından da Suudîler’le ilgili geniş bilgi bulunabilir.
HER YERİ YIKTILAR
19. yüzyılın başında Suudîler’in nüfuzu iyice artmıştı. Osmanlı yönetimi müderris Adem Efendi’yi nasihat için Necid’e gönderdi. Babasının yerine emir olan Abdülaziz tarafından Mekke’de kabul edilen Adem Efendi’nin gayret ve nasihatleri hiçbir fayda vermedi. Suudîler ise nasihat yerine kendi kafalarına göre kurdukları devletlerinin tanınmasını bekliyorlardı. Bu gelişme üzerine Abdülaziz Mekke’ye doğru harekete geçip oğlu Suud’u da Şiiler’in üzerine Kerbela’ya gönderdi. Suud, Mayıs 1802’de Kerbela’da matem törenleri yapan Şiiler üzerine hücum ederek binlerce kişiyi katletti.
Şubat 1803’te Taif’i ele geçiren Abdülaziz her yeri yağmaladı. Tekke ve türbeleri yıkıp, kitapları yaktırdı. Vehhabîler iki ay sonra da Mekke’ye hakim oldular. Mekke’de Hazreti Muhammed, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın doğduğu evler ve bütün türbeler yıkıldı. Musiki aletleri ve sanat eserleri parçalandı. Cidde saldırıları başarılı olmayınca Dir’iye’ye çekildiler. Osmanlı kuvvetleri Temmuz 1803’te Mekke’yi geri aldılar. Ekim 1803’te Abdülaziz Dir’iye’de öldürüldü. Ancak bu sonuç Suudîler’in gücünü azaltmadığı gibi daha da saldırganlaştırdı. 1805 Haziran ayında Medine’yi, 1806 Ocak ayında ise Mekke’yi işgal ettiler. Osmanlı yönetimi bu yıllarda Napolyon’un Mısır işgali, Rus savaşı, iç karışıklıklar ve diğer meselelerle uğraştığından bölgeye müdahale edemedi. Suudîler 1811’de büyük bir bölgeyi kontrolleri altına almışlardı.

BOYUNLARI VURULDU
Osmanlı yönetimi, Rus savaşının sona ermesinin ardından Mısır’da güçlü bir otorite kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı Vehhabîler’in tenkiliyle görevlendirdi. Kavalalı, oğlu Tosun Paşa kumandasındaki orduyu Vehhabîler’in üzerine gönderdi. Uzun mücadelelerden sonra Tosun Paşa 1812 sonlarında Medine’yi Vehhabîlerden geri aldı. Ardından 1813 başlarında Mekke ve Taif’ten Vehhabîler atıldı.
Tosun Paşa Ecyad Kalesinin inşasını başlattı. Fakat ömrü kifayet etmedi, vefat etti(28 Eylül). Yerine Kardeşi İbrahim Paşa geçti. Kavalalı’nın kuvvetleri Vehhabîler’e nefes aldırtmadı. Kavalalı’nın diğer oğlu İbrahim Paşa Eylül 1818’de Vehhabîler’in merkezi Dir’iye’yi ele geçirip, Emir Abdullah başta olmak üzere birçok kişiyi de esir aldı. Esirlerle birlikte Kâbe’nin anahtarları ile asilerin kutsal yerlerden ve Hazreti Muhammed’ in türbesinden aldıkları eşyalar da İstanbul’a gönderildi.
Kutsal toprakları istila ile hac ziyaretine izin vermeyen ve kutsal birçok eşyayı talan ve din büyüklerinin türbe ve evlerini yerle bir eden asiler boyunlarında kalın çifte zincirler ve ellerine kelepçeler takılmış olduğu halde ahaliye teşhir ettirilmek için Divanyolu’ndan yürütülerek hapishaneye atıldılar. Ertesi gün de hırsızlık ve yağmacılıkla itham edilip, çok sıkı şekilde sorgulandılar. 1819 Aralık ayında Suud oğlu Abdullah saray meydanında, önde gelen adamları da İstanbul’un kalabalık yerlerinde boyunları vurularak cezalandırıldılar.

EY HARAMDAN SAKINANLARIN YARDIMCISI OLAN ALLAH’IM!
Vaktiyle bir Hac mevsiminde, Gencin birisi Kabe’de tavaf yaparken hep aynı duayı yapıyordu;
“Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdü sena ederim,” diye tekrar ediyordu.Bu durum herkesin dikkatini çekmiş ve birisi meraktan sormuş:
“Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka birşey bilmiyor musun?,” .
O da anlatır: Yedi sekiz sene önce yine Kabe’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam tamına torbanın işinde bin altın vardı. İçimden bir ses: “Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın” diyordu. Birden Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi
“Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu.
“Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti ve “İçinde bin altın vardı” dedi. “Torban burada.” diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana, mükafat olarak, otuz altın verdi. Ben de Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim,
“Bu köle için ne istiyorsunuz?” dedim. “Otuz altın dediler”. Adamdan aldığım otuz altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki, “Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın. Onlara otuz bin altından aşağıya satma.” dedi. O kişiler yanıma geldi.
“Bu esiri bize satar mısın?” dediler. “Satarım.” dedim. “Altmış altın verelim.” dediler. Ben de “Olmaz.” dedim. “Sen bunu pazardan otuz altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz” dediler. “Öyleyse gidin pazardan alın.” dedim. Arttıra arttıra yirmibin altına kadar çıktılar. Otuzbin altından aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Ben o otuzbin altın ile işyerleri açtım. Ticaret yaptım. Daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlarım,
“Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim.” dediler. Ben de “Olur.” dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. 
Çeyiz arasında üç kese dikkatimi çekti. Eşim olacak hanıma, “Bu nedir?” dedim. her kesede 1000 altın üçücüsünde niye 970 altın yazılı?! “İçinde 970 altın olan kesenin bir hikayesi var!
 Babam Kabe’de bunu kaybetmiş. Bulan gence otuzunu vermiş. Kalanını da bana hediye etti. Çeyizine koyarsın dedi” diye anlattı. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş. Vermese idim haram yoldan gelecekti. Şimdi helal yoldan yine bana geldi. Bu sebepten; Bana yardım edip haramlardan koruyan ve bana nice nimetler ihsan eden yüce Rabbim’e hamd ediyorum.

 14 Şubat Sevgililer Günü Değil Zina Günüdür
   1994 Yılından beri, Kültürünü almaya çalıştığımız kültürsüz gavurlar, 14 Şubatı ne olarak kutluyordu? Amaç neydi? Bunu bilen bir Müslüman bu günü asla kutlamayacaktır.
 
   Bu günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Bu günün Sevgililer Günü ilan edilmesinin aslı Roma İmparatorluğu kilisesine dayanır. İsmini Valentine adında bir PAPAZDAN alır (St. Valentine Day).
 
   Çünkü bu günde kendilerinin inandığı Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da kabul ediliyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu. Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu.
 
   Gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın öncesi yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkekler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı.
 
   İmparator 2. Claudius, zina günü ile ilişkiye başlayıp sonunda evlenen Romalı erkeklerin ailelerini bırakmak istememeleri sebebiyle asker bulmaktan endişeleniyordu. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri iliş kurdurmaya devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubatı Hristiyan şehitliğine gömüldü.
 
SAINT VALENTINE VE SEVGİLİLER GÜNÜ
 
   Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir.
 
   Sevgililer Günü, 1800 yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Adete alışveriş çılgınlığına dönüştü.
 
PAPAZLAR, ZİNALAR…
 
   Dinimiz; kâfirlere, munafıklara, batıl din ve ideoloji mensuplarına muhalefet etmeyi emretmiş ve onlara benzemeyi kesin bir şekilde haram kılmıştır. Çünkü dış görünüş itibarıyla onlara benzemek, neticede ahlâkî değerlerde, kötü ve çirkin işlerde ve hatta inançta onlara benzemeye sebep olur. Gerçekten giyimde, sözde, davranışta ve işlerdeki benzeşmeler kalplere tesir ederek onlara karşı sevgi ve saygı meydana getirir. Kısacası gayrimüslimlere benzemenin haram olduğunda icma vardır.
 
   Onlara benzemek, onlar gibi olmak, onların bayramlarını kutlamak da bir Müslümana kesinlikle yakışmayacak hal ve hareketlerdendir. “Ne olacak bir hediyeden” denilmemeli, kafirlerin kültürüne muhalefet edilmelidir.
 
   “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur, cehennemde yanarsınız. Sizin ALLAH Teâlâ’dan başka dostlarınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım göremezsiniz!” (Hud Sûresi: 113)
 
   Abdullah b. Ömer (Radıyallahu Anh) den rivayete göre Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) Efendimiz:
   “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır,” (Ebu Davud Libas: 5)
 
   Eğer hediye alınacak ise bu gün değil başka bir gün tercih edilmelidir…
 
MÜSLÜMANLAR KUTLAMAZ İSE VAZİFE TAMAM OLUR
 
   En azından Müslüman olduğunu iddia eden bizler, Hıristiyanlar için önemli olan bu zina günlerini kutlamaz ve insanları uyarırsak üzerimize düşen vazifeyi yapmış oluruz… O halde haydi insanları haberdar edelim…

HİLE GÜNÜ NİSAN 1

Ben kendimi bildim bileli, bilirim ki, herkes birbirine Nisan 1şakası yapar. Yapar da acaba 1 Nisan ın nereden geldiğini bilir mi?
   İşte size (bilmeyenler için)1 Nisan şakasının tarihçesi:
 
       15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu İspanya daki Endülüs  müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
        En sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kur an bir elinde İncil;  Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
 
Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir.
        Bunun üzerine Müslümanlar Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz… dediklerinde Haçlı ordusu komutanı Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.
          İşte o gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında Hile Günü olarak kutlanmaktadır.Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisan lar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.

 

 Doğru ve yanlış kelimeler( Sözcükler )

 

           Toplum yaşatımızda kimi zaman konuşurken  veya  yazarken kimi zaman yanlış ( sözcükler ) kelimeler telaffuz ediyor veya yazıyoruz.Yapılan konuşmalar veya  yazılı basında tespit ettiklerimi aşağıya alıp yazıyorum:

DOĞRU

YANLIŞ

Ait

ayit

Aşçı

Ahçı

Bazen

bağzen

Birçok

bir çok

Bir şey

birşey

Böyle

böle

Çare

çağre

Çünkü

çünki

Eşofman

Eşortman

İcra etmek

icraa etmek

İddia

iddaa/idda

Herhalde

heralde

Herkes

herkez

Hiçbir

hiç bir

Konservatuvar

konservatuar

Laboratuvar

laboratuar

Mağdur

madur

Orijinal

orjinal

Piyanist

pianist

Seyahat

seyhat

Soğan

sovan

Süper

super

Şarj

Şarz

Şoför

Şöför

Tabiî ki

tabiki

Tehdit

tehtid/tehtit

Tıraş

traş

Yalnız

yanlız

Yanlış Bildiğiniz 16 Atasözü ve Deyim
1. “Güzele bakmak sevaptır” değil
 
“Güzel bakmak sevaptır”
 
2. “Azimle sıçan duvarı deler” değil
 
 “Azimli sıçan(hayvan olan) duvarı deler”
 
3. “Göz var nizam var” değil
 
“Göz var izan var”  (İzan: anlayış, anlama yeteneği. Nizam: düzen, kural)
 
4. “Aptala malum olurmuş” değil
 
 “Abdal’a malum olurmuş”
 
5. “Kısa kes Aydın havası olsun” değil
 
 “Kısa kes Aydın abası olsun” (Aba bir giysidir ve Aydın efesinin abası kısa ve dizleri açıktır)
 
6. “Su uyur düşman uyumaz” değil
 
 “Sü uyur düşman uyumaz” (Sü: asker)
 
7. “Saatler olsun” değil
 
“Sıhhatler olsun” (Sıhhat: sağlık)
 
8. “Su küçüğün söz büyüğün” değil
 
“Sus küçüğün söz büyüğün”
 
9. “Elinin körü” değil
 
 “Ölünün kûru” (Kûr: mezar, gömüt)
 
10. “Sıfırı tüketmek” değil
 
 “Zafiri tuketmek” (Zafir: soluk)
 
11. “Eni konu” değil
 
 “Önü sonu” 
 
12. “Geçti Bolu’nun pazarı, sür eşeği Niğde’ye” değil
 
“Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” (Bor: Niğde’nin ilçesi)
 
13. “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” değil
 
“Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” (Ane: Bağdat’ta bir uçurum. Yar: uçurum)
 
14. “Haydan gelen huya gider” değil
 
“Hayy’dan gelen Hu’ya gider” (Hayy, Hu: Allah’ın isimleri)
 
15. “Fukaranın düşkünü beyaz giyer kış günü” değil
 
“Zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü” (Daha önce iyi bir durumda olan kişi bu konumunu kaybettiğinde uygun olmayan, yersiz davranışlarda bulunur)
 
16. “Altı kaval, üstü şişhane” değil
 
“Altı kaval, üstü şeşhane” (Kaval: namlu mermiyi nereye atacağı çok da kestirilemeyen düz bir borudur. Şeşhane: mermiyi atış ekseni etrafında döndürerek çok daha hassas nişan almayı sağlayan altı yivli namludur)

17- “Burası Huş’tur, yolu yokuştur.” türküsündeki Huş, Muş’un bir ilçesidir: Huş; Yemen’in başkenti Sana ile Taiz kentleri arasında bulunan bir Türk Kalesinin ismidir.
İŞTE DİYANET’İN HURAFE LİSTESİ
 
– Ateşe su dökülürse cin çarpar, yiyeceklerin ağzı kapatılmadığında gece onlardan cinlerin yediği anlayışı,
– Kuran ve sünnet ile örtüşmediği halde dövme yaptırmak, erkeklerin küpe takması, burçların insan karakterine etkili olduğu inancı,
– Türbe, yatır gibi yerlerden medet ummak. Bir yatırın mezar taşına mum yakıp, dilek tutmak,
– Sünnet olan çocuğun acısının azalacağına inanılarak sünnet olma anında annesi ve diğer hanımlar tarafından oklava çevirmek,
– Yeni doğan çocuğun dindar olması için göbek bağını keserek cami avlusuna bırakmak,
– Konuşmayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak,
– Yürümeyen çocukların ayaklarına ip bağlayarak cuma namazından ilk çıkan kişiye ipi kestirmek,
– Küçük çocukların üzerinden atlanıldığında boylarının kısa olacağına inanmak,
– Çocuğu olmayanlara çocukları olması için deve dili veya etini yedirmek,
– Çocuk doğan eve 40 gün süre ile et alınmaması gerektiğine inanmak,
– Yeni doğan çocuğun kırkı çıkmadan evden çıkarılmaması gerektiğine inanmak,
– Boyu ölçülen çocuğun cüce kalacağına inanmak,
– Gelinin kucağına erkek çocuk verilince çocuğunun erkek olacağına inanmak,
– Loğusa kadının herhangi bir şeyden zarar görmemesi inancıyla, bulunduğu yere süpürge, soğan, sarımsak asmak, yastığının altına iğne, bıçak gibi şeyler koymak,
– Loğusa kadını kırkı çıkana kadar yalnız bırakmamak,
– Hamile kadınların saçlarını kesmemeleri gerektiğine inanmak,
– Nikah esnasında gelin ve damadın birbirlerinin ayağına bakması halinde, önce basanın sözünün geçeceğine inanmak,
– Gelin ve damadın üzerine para, üzüm, şeker ve leblebi gibi şeyler atıp, kapıda küp kırmak,
– Evlenmeyen genç kızların kısmetinin açılması için müezzine minareden para attırmak, mendil veya eşarp sallatmak,
– Baykuş ötmesi, kara kedinin insanın önünden geçmesi, horozun vakitsiz ötmesi, insanların ve araçların önünden tavşanın geçmesinin uğursuzluk sayılması, karganın ötüşünün o bölgeye gelecek belanın işareti olarak kabul edilmesi,
– İki bayram arasında nikah yapmak, duaların kabulü için mübarek gecelerde ziyaretgahlarda mum yakmak, gece vakti tırnak kesmek, cuma ve arefe günlerinde çamaşır yıkamak, dikiş dikmek, temizlik yapmak, akşam sakız çiğnemeyi ölü eti çiğnemek gibi kabul etmek, gece aynaya bakmak gibi şeylerin uğursuzluk getireceğine inanmak,
– Elden ele sabun, makas, bıçak, iğne ve soğan vermenin uğursuzluğuna inanmak,
– Sağ elinin içi kaşındığında para geleceğine, sol elinin içi kaşındığında da para çıkacağına, ayak altı kaşındığında da yola çıkılacağına inanmak,
– Cam ve porselen gibi eşyanın aniden düşüp kırılmasını, bir belanın defedileceğine işaret saymak,
– Merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak,
– Cenazenin 7., 40., 52. gecesi ile ölüm yıldönümünde hatim ve mevlit okutmak,
– Cenazenin alkışlanma uğurlanması, cenazenin arkasından slogan atmak ve çiçek serpmek, cenaze için üçüncü gününde helva ve yemek dağıtmak, kefen arasına dua, ayet ve vasiyetname koymak, ölen kimse için arefe günü kurban kesmek,
– Hastanın başı üzerinde tuz gezdirmek, köz söndürmek, kurşun döktürmek,
– Dileğin kabulü için ağaçlara bez-çaput bağlamak, türbelere adakta bulunmak, türbe ziyaretlerinden şifa beklemek,
– Hıdrellez günü sahile gidilerek kuma veya toprağa ev, araba veya kadın resimleri çizilerek böylece çizilen resimler sayesinde ileride onlara sahip olunacağına inanmak,
– Camiye girerken cami duvarını öpmek,
– Tekke ve türbelerde kurban kesmek, türbe ve tekkelerden şifa beklemek, mum yakmak, el yüz sürmek,
– Misafirin, askere gidenin veya yola çıkanın arkasından su dökmek,
– Kahve falına bakmak, falcılara, büyücülere gitmek,
– Ay ve güneş tutulmasında silah atmak, teneke çalmak.
           HURAFEDİR. İSLAMLA ALAKASI YOKTUR.

OSMANLI PADIŞAHLARI HAKKINDA BILINMEYENLERI

 

  1. Osman Gazi 1299-1326
  2. Sultan Orhan Gazi 1326-1359
  3. Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
  4. Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
  5. Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
  6. Sultan Murad II 1421-1451
  7. Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
  8. Sultan Bayezid II 1481-1512
  9. Yavuz Sultan Selim 1512-1520
  10. Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
  11. Sultan Selim II 1566-1574
  12. Sultan Murad III 1574-1595
  13. Sultan Mehmed III 1595-1603
  14. Sultan Ahmed I 1603-1617
  15. Sultan Mustafa I 1617-1623
  16. Sultan Osman II 1617-1622
  17. Sultan Murad IV 1623-1640
  18. Sultan İbrahim I 1640-1648
  19. Sultan Mehmed IV 1648-1687
  20. Sultan Süleyman II 1687-1691
  21. Sultan Ahmed II 1691-1695
  22. Sultan Mustafa II 1695-1703
  23. Sultan Ahmed 1703-1730
  24. Sultan Mahmud I 1730-1754
  25. Sultan Osman III 1754-1757
  26. Sultan Mustafa III 1757-1774
  27. Sultan Abdülhamid 1774-1789
  28. Sultan Selim III 1789-1807
  29. Sultan Mustafa IV 1807-1808
  30. Sultan Mahmud II 1808-1839
  31. Sultan Abdülmecid 1839-1861
  32. Sultan Abdülaziz 1861-1876
  33. Sultan Murad V 1876-1876
  34. Sultan Abdülhamid II 1876-1909
  35. Sultan Mehmed Reşad 1909-1918
  36. Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922

 

ŞAİR OLAN OSMANLI PADİŞAHLARI

 

Osmanlı padişahlarının çoğunluğu şairdir. Bazılarının divanı vardır. Şiirde isimlerinden ayrı lakaplar kullanmışlardır. Bunlar:

İkinci Murad “Muradi”; 

Fatih “Avni”; 

İkinci Bayezid “Adni”; 

Birinci Ahmed “Bahti”; 

Genç Osman “Farisi”; 

Dördüncü Murad “Muradi”; 

İkinci Mustafa “İkbali”; 

Üçüncü Ahmed “Necib”; 

Birinci Mahmud “Sebkadi”; 

Üçüncü Mustafa “Cihangir”; 

Üçüncü Selim “ilhami”; 

İkinci Mahmud “Adli”.

 

ORDUNUN BAŞINDA SAVAŞA GİREN OSMANLI PADİŞAHLARI

 

Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad, Birinci Bayezid, Birinci Mehmed, İkinci Bayezid, Yavuz Selim, Kanuni Süleyman, Üçüncü Mehmed, ikinci Osman, Dördüncü Murad, İkinci Mustafa. 

 

SAVAŞTA ŞEHİT OLAN TEK OSMANLI PADİŞAHI

 

Birinci Murad (Kosova’da). 

ÖLÜMÜ GİZLENİP, İÇ ORGANLARI ÇIKARTILAN PADİŞAHI

 
Kanuni Sultan Süleyman (Macaristan-1566) :
Zigetvar Kalesi’nin kuşatması sırasında hayatını kaybeden Kanuni Sultan Süleyman’ın ölüm haberi askerler arasında moral bozukluğu yaratmaması için gizlendi.(yasarhocam.com) Cesedi bozulmasın diye iç organları çıkartılarak otağının bulunduğu yere gömüldü(Zigetvar’da, Üzüm Tepesi adı verilen alanda). Bedeni ise muhasaradan sonra İstanbul’a getirilerek Süleymaniye Camii avlusundaki bugünkü yerine gömüldü.

 

 SAVAŞTA YARALANAN TEK OSMANLI PADİŞAHI

 

Fatih Sultan Mehmed. 

 

SAVAŞTA ESİR OLAN OSMANLI PADİŞAHLAR

 

Yıldırım Bayezid. 

 

PEHLİVAN OLAN OSMANLI PADİŞAHLARI

 

Dördüncü Murad, Abdülaziz. 

 

OSMANLI PADİŞAHLARININ SALTANATLARI

 

En uzun süre saltanat süren padişah Kanuni Sultan Süleyman: 45 yıl 11 ay 7 gün

En kısa süre saltanat süren padişah Beşinci Murat: 3 ay (93 gün)

Beşinci Mehmed Reşad 65 yaşında tahta çıkmakla, tahta en yaşlı çıkan padişah olmuştur. 

En gençleri ise 7 yaşında tahta çıkan Dördüncü Mehmed’dir.

 

OSMANLI PADİŞAHLARININ KULLANDIKLARI LAKAPLAR

 

Osmanlı padişahlarının on altısının isimlerinden ayrı olarak lakapları bulunmaktadır. Bunlardan;

Birinci Osman ile oğlu birinci Orhan’ın lakapları “Gazi,” 

Birinci Murad’ın “Hüdavendigar,” 

Birinci Mehmed’in “Çelebi,” 

İkinci Mehmed’in “Fatih,” 

İkinci Bayezid’in “Veli,” 

Birinci Selim’in “Yavuz,” 

Birinci Süleyman’ın “Kanuni,” 

İkinci Selim’in “Sarı,” 

Üçüncü Mehmed’in “Eğri Fatihi,” 

Birinci Mustafa’nın “Deli,” 

İkinci Osman’ın “Genç,” 

Dördüncü Murad’ın “Bağdat Fatihi,” 

Dördüncü Mehmed’in “Avcı,” 

Üçüncü Selim’in “Halim,” 

İkinci Mahmud’un ise “Adli” dir.

Osmanlı Padişahlarının ilginç huylarını
IV. Murad koşu halindeki bir atın üzerinden başka bir ata atlayabilecek kadar iyi bir biniciydi.
IV. Mehmed ise bedeninin sağlamlığıyla meşhurdu. Öyle ki bir av sırasında, 20 saat at üstünde kaldığı ve hiç yorulmadığı söylenir.
Yüz kadar kaleye hakim olan Orhan Gazi, zamanının çoğunu bu kaleleri dolaşarak geçirirdi. Bir seyyahın dediğine göre hiçbir şehirde bir aydan fazla durmazmış.
Tam bir “Bay Evet” olan III.Murad’ın ağzından neredeyse hiç “Hayır” sözü çıkmazdı.
Çağının en şık giyinenlerinden olan Kanuni Sultan Süleyman, görünümüne önem verirdi.Kanuni yemeklerden,hamsiyi severdi.
Mücevherlere olan ilgisi had safhadaydı. Babası gibi o da kuyumculuğa meraklıydı, Fatih gibi de değerli taşlara tutkundu. Nasıl mücevherlere tutkun olmasın?
Aynı zamanda tutkulu bir koleksiyoner olan Yavuz Sultan Selim’in kutsal emanetler koleksiyonu vardı. Topkapı Sarayı’ndaki çini koleksiyonunun çok önemli bir kısmının da padişaha ait olduğu söyleniyor.
II. Bayezid gerçek bir bestekardı. Kaynaklarda beste yaptığından bahsedilen ilk padişahtır.
Fatih Sultan Mehmet’in uğraşmaktan aşırı keyif aldığı, tutku derecesindeki hobisi haritacılıktı.Fatih yemeklerden, mantıyı severdi.Yemeklerini ise yalnız yemeyi severdi. Bir başına yemeyi seven padişahımız, bu adeti saraya ilk getiren kişi olarak da bilinir.
Musiki ve şiirden ayrı bir zevk alan II. Murad, bu nedenle sanatçılara ayrı bir önem vermişti.
Avcılığa olan merakının yanı sıra tam bir kitap kurduydu. Özel bir kütüphanesi olduğunu bildiğimiz ilk Osmanlı padişahıdır.
Çelebi Mehmed de avcılığa meraklıydı. Nitekim Edirne’de bir av partisi sırasında yaban domuzu kovalarken attan düşüp vefat ettiğini biliyoruz.
Yıldırım Bayezid ise gerçek bir silahşördü. Öyle ki tarihçiler, onun silah kullanmaktaki yeteneğini ve ata binmekteki ustalığını anlata anlata bitiremiyor.
Satranç oynamaktan keyif alan I. Mahmud, Lale Devri’nin etkisinden midir bilinmez lale yetiştirmeye meraklıydı.
III. Osman yumuşak bir karaktere sahip olmasına karşın, çabuk kızar ve sinirli hareket ederdi.
Sultan Vahdettin ise güvercinlere çok meraklıydı.
Geceleri yalnızca 3-4 saat uyuyan Yavuz Sultan Selim, diğer zamanında ise bol bol okuyup yazardı.
Para basma işine oldukça meraklı olan III. Mustafa ise gerçek bir sikkezendi.
Talihe fazlasıyla inanan III. Mustafa, bu nedenle astrolojiyle de ilgilendi.
2.Abdulhamid;Tedbiri elden bırakmayan şüpheci bir yapısı vardı. Hatta bir sözünde “Beni evhamlı sanıyorlardı hayır! Ben sadece gafil değildim o kadar.” demiştir.Geceleri önemli bir mevzu söz konusu olursa uyandırılmasını isterdi. Bir gece yarısı Başkatip Esat Bey çok önemli bir haberin imzalanması için Abdülhamid’in kapısını çalmıştı. Ama açan olmamıştı. Bir süre sonra Abdülhamid Han elinde havluyla kapıda görünmüş, ve şöyle demişti: ” Evlat bu vakitte çok mühim bir iş olduğunu anladım. Ama abdest aldığım için geciktim, kusura bakma. Ben bu zamana kadar hiçbir devlet işini abdestsiz imzalamadım. Getir şimdi imzalayayım.”İsraftan, savurganlıktan kaçınan bir yapısı vardı. Alışverişini yapan ağalara aldıkları şeylerin fiyatlarını tek tek sorar, kontrol ederdi. Hatta ona bu yüzden “Pinti Hamid” diyenler olmuş.Marangozluk işiyle de uğraşıyordu. Hatta Osmanlı-Yunan savaşında(1897) yaralanan askerlere baston hediye ettiği bilinir.Hamidiye su aslında 1902 yılında 2. Abdülhamit Han tarafından kurulmuştur.Ayrıca onun zamanında birçok demiryolları(Hicaz Demiryolu) yapılmış, çiftçilere destek gayesiyle Ziraat Bankası açılmış, Mekteb-i Hukuk-u Şahane adında hukuk fakültesi açılmış, çeşmeler yapılmış ve daha birçok alanda eserler yapılmıştır.Yahudiler Filistin’de bir devlet kurmak istiyorlardı.  Siyonistlerin başkanı Theodor Herzl bu konuyu 2.Abdülhamit’e açtığında 2.Abdülhamit tarihi cevabını verdi: Ben bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!
 


Ünlü Şair Mehmet Akif Ersoy’un bilinmeyen birçok özelliği var. Bunlardan biri de onun asıl isminin Ragîf olduğu… İşte M. Akif Ersoy’la ilgili pek bilinmeyenler ve isminin Ragîf’likten Akif’liğe geçiş hikayesi…

Akif miladi 1873 hicri 1290 yılında doğar. Babası Tahir Efendi 1290 yılında doğan oğluna ebcet hesabına göre 1290 eden kelime olan Ragîf (Rı:200+gayın:1000+ye:10+ fe:80=1290)’ı isim olarak koyar. Fakat insanlar yanlış telaffuz zannederek Ragîf’i Akif diye çağırırlar.

MASALSIZ UYUMAZ

Birçok yazar ve şairin hayatında masalın önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu yazar ve şairlerden biri de Mehmet Akif’tir. Küçük Akif, masal dinlemeden uyuyamaz. Masalı, annesi ya da babası değil de komşuları Baise Hanım anlatır. Bir gece masal dinleye dinleye Akif uyuyacak yerde masalı anlata anlata Baise hanım uyur. Çocuk Akif’in yaptığı, kaç çocuğun aklına gelir bilinmez ama Akif, mangalda bir ceviz kızdırır ve kadının eline yapıştırır. Sonucu tahmin etmek zor olmasa gerek.

DİLİ FAZLASIYLA ÖNEMSİYOR

Mehmet Akif Türkçeyi fazlasıyla önemser. Dilin yabancılaşmasına üzülür. Güzel Türkçenin üstüne titrer.

İki gencin aralarındaki konuşmaya şahit olur. Gençlerden biri diğerine “Kaç trenini ala­cağız” diye sorar. Mehmet Akif bunu duyunca sinirlenir ve hiç tanımadığı bu gençlere “Treni, daha sizin devletiniz alamadı! Siz nereden alıyorsunuz?” diye çıkışır.

BİRİNCİLİĞİ KAPTIRMAZ

Mehmet Akif, babası öldükten ve evleri yandıktan sonra, mezunlarına memuriyet vaat ettiği için Baytar Mektebi’ne girer. Baytar mektebinin yeni adı biliyorsunuz Veterinerlik Fakültesi’dir. 1989 yılında girdiği okulu 1893’te birincilikle bitirir. Aslında okulu birinci olarak bitirmek gibi bir amacı yoktur ama bir hocasından okul birinciliğini Ermeni bir öğrencinin alacağını öğrenir. Bunun üzerine günlerce ders çalışır ve okulu birincilikle bitirir.

SÖZÜNÜN ERİ

Bir cuma, günü Mithat Cemal’le sözleşirler. Mithat Cemal’in evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar. Hiçbir vasıta işlemez. Mithat Cemal’in evi Çapa’dadır. Öğle yemeğinden sonra Mithat Cemal’in kapısı çalınır. Akif, bıyığının yarısı donmuş bir halde kapıdadır. Nasıl gelmiştir? Beylerbe­yinden, Beşiktaş’a bir vapur işler. Beşiktaş’tan Çapa’ya kadar vasıta bulamaz ve o kadar yolu yürür. Mithat Cemal, karda, tipide Mehmet Akif’in o kadar mesafeyi nasıl yaya yürüdüğüne şaşar. Akif’te Mit:hat Cemal’in şaşkınlığına şaşar ve şöyle der: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çün­kü geleceğim diye söz vermiştim.”

Beş çocuk nasıl sekiz çocuk oldu?

Başka bir sözünde durma vakıası da şudur: Veterinerlik Fakültesinde sınıf arkadaşı ve dostu Hasan Efendiyle, çoluk çocuk sa­hibi olurlarsa, ölenin çocuklarına kalan bakacak diye sözleşirler. O zamanlar Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlıdır.

Aradan yıllar geçer. Beylerbeyi’ndeki evinde kıt kanaat geçiniyordur. Akif’in beş çocuğu vardır. Hasan Bey vefat eder ve Akif verdiği sözü tutarak yetim kalan üç çocuğa bakar. Beş çocukla kıt kanaat olan geçim sekiz çocukla nasıl olur diye düşünmez. Onun için önemli olan sözünde durmaktır.
             Türkiye; yokluk içindeyken, sırtında paltosu yokken kazandığı İstiklal Marşı ödülünü almayan, Allah rahmet eylesin.

 


 Paltosuz bir adam… 
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım;
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım..
 
Asım’ın nesli, hoş geldiniz!
 
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
 
mısrası onun gerçekçiliğini “yaşadığı gibi yazdığını, yazdığı gibi yaşadığını” gösterdiği gibi,
 
Safahat’ı hakkında söylediği:
 
Bir yığın söz ki samîmiyyeti ancak hüneri.
 
mısrası hisli-samimi bir toplum özlemini gündeme getirir.  O. Yüksel Serdengeçti’nin deyimiyle “Bizim Akif’imiz”:
 
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.” 
 
mısrasında da adalet anlayışıyla kendini göstermiştir.
 
Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Mehmet Akif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir.” sözü, şu tablolarla daha iyi anlaşılıyor:
 
İbnü’l-Mukaffa hikâyelerin muhatabı olan insanları üç kısma ayırır:
 
Bir: Anlatılan hadisenin akışına kendini kaptırır ve sadece eğlenceli bir hikâye dinlemiş olurlar.
 
İki: Bu kısımdakiler, hikâyede anlatılmak isteneni fark eden, verilen mesajı kavrayan zeki kimselerdir. Fakat bunlar, hikâyeden öğrendiklerini kendi hayatında uygulamazlar.
 
Üç: Bu insanlar ise hem hikâyeyi güzelce idrak eder, hem de ondan çıkardığı sonuçları kendi yaşamında uygular. İşte bu üçüncü kısımdakiler, gerçek akıl sahipleridir. Çünkü onlar, bilgece yazılmış hikâyeleri bilgece okuyanlardır.
 
CÖMERTLİĞİ
 
Kilim
 
Bir akşam dostlarını çaya davet etmişti. Hasan Basri Bey’in evinde toplanıp öyle gitmeye karar verdiler. İkindi geçmek üzereydi. Güneş, gözleri kamaştırmıyordu. İşini bitiren Hasan Basri Bey’in evine geliyordu. Kapı hızlı hızlı çalındı. Akif’ti. Hasan Basri Bey şaşırdı.
 
– Hayrola bir şey mi oldu?
-Geldiler mi?
-Herkes tamam değil.
-Basri’ciğim, bu akşam çayı sizde içeceğiz.
-Çok iyi olur, sevinirim. Ama, sormamda bir sakınca yoksa, neden böyle oldu?
-Sorma, bizim odanın kilimini bir fakire vermişler de.
 
Kendisi vermişti, söylemek istemedi.
 
Palto
 
Ankara’da dondurucu bir kış; hava soğuk mu soğuk. Akif’in sırtında kır bir ceket; üşüyor, hissettirmemeye çalışıyor. Paltosu vardı oysa. Vardı, ama onu, birkaç gün önce kapısına gelen çıplak bir fakire giydirmişti.
 
VERİLEN SÖZ
 
Bir cuma günüydü. Müthiş bir kar yağışı başlamış, ulaşım durmuştu. O gün Akif, Mithat Bey’e gelecekti. Ama bu imkânsızdı. Ekmekçi, sütçü bile gelememişti. Öğleden sonra kapı çalındı. Gelen Akif’ti!
 
Ev sahibi hayretler içinde, “Nasıl geldin?” diye sordu. Her nasılsa Beylerbeyi’nden kalkan bir vapurla Beşiktaş’a geçen Akif, karda tipide oradan Çapa’ya kadar yürümüştü. Arkadaşı şaştıkça o da onun şaşkınlığına şaşıyordu:
 
“Ne var bunda? Geleceğim, diye söz vermiştim. Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir!” dedi.
 
KATİP EMİN (ERİŞİRGİL – Felsefe Profesörü)
 
‘’Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum.
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.”
 
Yıllar geçtikten sonra meslek sahibi oldu (Ziraat Nezareti, Baytarlık İşleri Dairesi-1911). Ama bu işi fazla uzun sürmedi. Çünkü çalıştığı daireye alınan bir genç katip Emin (Mülkiye son sınıf öğrencisi); haksız yere işten çıkarılınca, dayanamadı ve o da her türlü zorluğu göze alarak istifa etti.
 
Onun için haksızlık, dayanılmayacak bir şeydi. İşten çıkarılan genç, Mehmet Akif’in bu tepkisi-şartı sebebiyle; daha sonra tekrar işe alındı. Ardından da Mehmet Akif, amirlerinin, müdürünün (cimriliğinden dolayı sevmese bile Baytar Mektebinden Cerrahi dersi hocası) ricalarıyla işine geri döndü.
 
MERHUM İBRAHİM BEY
 
Safahat yayımlandığında, “Merhum İbrahim Bey” adlı şiirin başındaki açıklama, Katip Emin’in dikkatini çekti. Akif, bu açıklamada İbrahim Bey’i “veteriner âlimlerinden büyük bir zat” olarak tanıtıyordu.
 
Emin, merakını yenemeyerek İbrahim Bey’in kim olduğunu araştırdı. Emin, Akif daireye gelince sordu: “İbrahim Bey ulemadan değilmiş efendim. Acaba kimdir?”
 
Akif, çok sevdiği bir insanı büyük haksızlığın pençesinden çekip almak isteyen bir sesle,
 
“Kim demiş onu?!” dedi: “Albay İbrahim Bey, tanıdığım en ahlaklı ve en bilgili insanlardan biriydi. Onunla, orduya at satın almak için Adana, Şam ve Halep’e gittik. Birlikte çalıştığımız heyetin reisi idi. Her akşam bana Arapça, Farsça, Fransızca edebî eserler okuttu. Hiçbir gece bana hocalık, etmekten bıkmadı. Ne büyük bir adamdı o… Üvey oğlu Lütfi’yi yedi yıl onun öz oğlu sandım.”
 
BU ÇOCUKLAR KİMİN?
 
Bazı önemli eserleri beraber okumak için, her cuma sabahı Akif’e uğrayan Mithat Cemal,
O günlerde Akif’e öğleden sonraları gelmeye başladı. Çünkü sabah geldiğinde mecburen yemeğe kalıyor, bu da ailenin artık gittikçe göze batan fakirliği sebebiyle onu rahatsız ediyordu.
Bir cuma günü yine Akif’e uğradığında evde sekiz çocuğun gürültüsüyle karşılaşan Mithat Cemal şaşırdı. Çocukların beşi Akif’indi, peki diğer üç çocuk kimindi?
Ertesi cuma çocuklar yine oradaydı. Artık merakını yenemeyen Mithat Cemal, Akif’in bu gürültüye katlanmasına da şaşırarak sordu:
 
-Bu çocuklar komşunun mu?
 
-Hayır… Onlar benim çocuklarım… Hasan Efendi öldü de…
 
Hasan Efendi, Akif’in Baytar Mektebinden arkadaşıydı. Okulda, “Kim önce ölürse diğeri onun çocuklarına bakacak.” diye birbirlerine söz verdikleri arkadaşı…
 
AKİF VE SEVGİ NEDENİ
 
Onun hiç tanımadığı hâlde yürekten sevdiği insanlar, bu memlekete iyilik ve hizmet eden insanlardı.
 
Sivas Valisi Reşid Paşa’yı aylığını fakirlere dağıttığı için sevdi. Damat Kenan Bey’i Fransa’nın en zorlu okulu “Madenler Mektebi”ni, hem de iyi dereceyle bitiren ilk Türk olduğu için sevdi. Sedat Zeki Bey’i, Avrupa dillerini en iyi bilenlerden biri olduğu için sevdi. Hâkim Yahya Reşit Efendi’yi devleti büyük zarara uğratacak, fakat kendisini büyük servete boğacak rüşveti reddettiği için sevdi. Gazi Osman Paşa’yı Plevne’yi savunurken gösterdiği yiğitlikten dolayı sevdi.
 
Felsefe ve edebiyat bilgini Ömer Ferit (Kam) Bey, Akif’e Lamartine’nin bir eserinden, nasılsa onun gözünden kaçmış bir parça gösterdi. Akif, Lamartine’i çok severdi. Ferit Bey’i de o anda sevdi.
 
Fatin (Gökmen) Bey’i hem dini eğitim aldığı hem de bir matematik ve astronomi bilgini olduğu için sevdi. Akif, Kandilli Rasathanesinin kurucusu olan Fatin Bey için “İslam bilgini işte böyle olmalıdır, diyordu.
 
Türkiye’deki güzel işlerle ta Mısır’dan ilgilendi. Pendik Bakteriyolojihanesi (laboratuvarı) Müdürü Şefik (Kolaylı) Bey’e yazdığı bir mektupta Bakteriyolojihane’nin resimlerini istedi. O resimlere bakarak mutlu olacaktı.
 
Başarılı müzisyenimiz Şerif Muhiddin, Amerika’da konser verirken heyecandan yerinde duramadı. Ta Mısır’dan ona, parasızlığına rağmen, telgraf çekti. Sonucun hemen bildirilmesini istiyordu. Acaba Türk müziği Amerikalıları etkilemiş miydi? Onların Müslümanlara karşı düşmanca bakışları dostça bakışlara dönüşür müydü?
 
DİLLERLE ALÂKASI
 
Mehmet Akif, okulun Halkalı Baytar Mektebi son yıllarında cebine bir Fransızca sözlük ve François Fenelon’un kaleme aldığı Telemak (Les Aventures de Telemaque) adlı romanı koymuş, Fransızcasını ilerletmeye de başlamıştı.
 
Okulu bitirdiği 1893’ten sonra, memuriyetinin ilk yıllarında, Adana’dan Şam’a geçen Akif, gündüz ordu için satın alınacak atları muayene ediyor, akşam Binbaşı Nuri Bey’in oğlu Hüsamettin’e Arapça öğretiyor, gece de Sancaktar Otelinde mum ışığında Fransızca çalışıyordu.
 
Ali Fehmi Hoca’dan Arap Edebiyatı dersleri alıyor, Halis Hoca’dan bu edebiyatın ünlü eseri ‘Muallakat’ı okuyor, Farsça ve Fransızca çalışmayı da sürdürüyordu.
 
Sonunda:
 
Mehmet Akif, Mahir Bey ve bir grup milletvekiline Arapça-Farsça dersleri vermeye başladı. Sabah saatlerindeki bu dersten sonra Balıkesir milletvekili Hasan Basri (Çantay) ve arkadaşlarına önemli Arapça eserleri okutuyordu. Öğleden sonra Meclise geliyor, Fransızcadan çevirilerle uğraşıyordu. Gece de Hariciyede (Dışişleri Bakanlığı) hukuk danışmanı olan Münir (Ertegün) Bey’e ve arkadaşlarına Fars Edebiyatı dersi veriyordu. Samih Rıfat Bey’le yaptığı sohbetlerin konusu ise Türk Edebiyatı idi.
 
MÜZİK
 
               Akif, Edirne’de Hafız Emin’le tanıştığı günden beri “Ben de hafızım. Müzik bilgim olmalı.”  diyordu. Hafız Emin’in tanıştırdığı Neyzen Tevfik’ten ney ve nota dersleri aldı. Yoğun çalışma temposundan ötürü zamanı iyice daraldığından, Neyzen’in yanına ancak sabah işe başlamadan önce uğrayabiliyordu.Sonraları,Akif’in dostlarından biri de kültürümüze hizmet ettiği için sevdiği ud sanatçısı ve bestekâr Şerif Muhiddin (Targan) idi. Muhiddin Bey’in Çamlıca’daki evinde udunu dinlerken mest olurdu. O eve birgün Macar keman ustası Charles Berger konuk oldu. Akif, onun çaldığı eserleri gözlerini kapatarak dinlerken, Berger içinden, “Şu sakallı adam Batı müziğini anlıyormuş gibi yapıyor.” diye geçirmişti. Bir hafta sonra yine buluştular. Akif, Berger’e “Geçen hafta Bach’ın Chaconne’nunu çalmıştınız. Yine lütfetmez misiniz?” dedi. Berger sarsıldı; demek “Şu sakallı adam” Batı müziğinden bir hayli anlıyordu. Akif’in hayranları arasına Berger de katılmıştı.
 
BÜYÜK KARAKTER
 
Ünlü şair ve yazar Süleyman Nazif, Akif’i her gördüğünde, onun bir başka yönüne hayret ediyordu: “Arapçası ne kadar müthiş!”, “Fransızcası mükemmel!”, “Ne olgun bir insan!” “Fen bilimlerinden çok iyi anlıyor!”, “Ne büyük karakter!”..
 
AKİF GİBİ DOST
 
Akif, Ankara’dan İstanbul’a döndükten sonra bir müddet gelişmeleri takip etti. Toplum ve devlet hayatında hayal ettiği değişikliklerin hemen uygulanamayacağını anladı ve çok üzüldü. Bunun üzerine Kendisi için “O, bir Abbas bulur; ama ben bir Akif bulamam!” diyen dostu Abbas Halim Paşa’nın davetiyle 1923-1924 kışlarını ve son yıllarını Mısır’da geçirdi.
 
BAKANLIK..
 
Birgün arkadaşları onu Milli Eğitim Bakanı seçtirmek istediler. İşitince kıyameti kopardı.
-Ben kendimi ve evimi yönetemiyorum. Koskoca bir bakanlığı nasıl yaparım? Üstüme düşerseniz, mebusluktan da çekilirim, diyordu.
 
HASSAS DÜŞÜNCE
 
Temizdi. Bir gün, sırtında yazlık bir ceket, ayağında ütüsüz bir pantolon, kırarmış lâstik bir ayakkabı vardı. Hasan Basri Bey’le, Ankara’da koyun pazarına doğru gidiyorlardı. Arkalarında bir kahkaha koptu. Meclis Kanunlar Müdürü Niyazi ile Avukat Ahmet Hulusi, gülerek yanlarına geldiler. Akif niçin güldüklerini sordu. Gülmeyi artırdılar.
 
– Allah aşkına söyleyiniz!
– Ama darılmayacaksınız.
– Darılmam, sevinirim.
– Niyazi’ye dedim ki, bu adam bizim taraflara gelse, keçi tüccarı diye yüzüne bakan olmaz.
 
Bu söz, Akif’in hoşuna gitmişti. Ahmet Hulusi’ye birkaç kere tekrarlatmış, o da gülmüştü. Ancak o günler savaş günleri idi. Ülkemizin bazı yöreleri düşman işgalindeydi. Akif ve arkadaşları, böyle günlerde şık giyinmenin anlamsız olduğuna inanıyorlardı.
 
MİLLÎ MARŞ
 ŞARTLAR DEĞİŞİYOR
 
          Millî bir marşın yazılması için TBMM yarışma açmıştı. Milletvekillerinin de eserlerinin olduğu bu yarışmaya 724 şiir katılmıştı.
 Mehmet Akif, para ödülü konulduğu ve bunu doğru bulmadığı için bütün ısrarlara rağmen yarışmaya katılmamıştı. Çünkü bir milletin marşı para karşılığında yazılamazdı.
 
Hasan Basri (Çantay), eline bir kalem kağıt alıp “Bu şiiri yazmak bana düştü.” deyince; Mehmet Akif:
 
-Gelen şiirler ne olmuş?
-Beğenilmemiş.
-Ya!
-Üstat bu marşı biz yazacağız!
-Yazalım, amma şartları berbat!
-Hayır, şartlar filan yok. Siz yazarsanız maddeler değişecek.
-Olmaz, kaldırılmaz, ilân edildi!
-Canım, Meclis buna bir çare bulacak. Sizin marşınız yine resmen Meclis’te kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?
-Peki bir de ikramiye vardı?
-Tabi alacaksınız.
 
(Yemin etmeyi sevmeyen Akif):
 
-Vallahi almam!
-Yahu lâtife ediyorum, onu da bir hayır kurumuna veririz. Siz, bunları düşünmeyin!
-Bizim isteklerimizi, Meclis kabul edecek mi ya?
-Ben Hamdullah Suphi Bey’le konuştum. Anlaştık. Hatta sizin adınıza söz bile verdim.
-Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?
-..
-Peki, ne yapacağız?
-Yazacağız!
 
Mehmet Akif tekrar tekrar:
 
-Söz verdin mi, diye sorduktan ve Hasan Basri Bey’den aynı kesin cevabı aldıktan sonra onun elindeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı; Basri’nin daldığı yapma hayale şimdi o, gerçekten dalmıştı.
 
MEKTUP
 
Akif’in para ödülü hassasiyetini öğrenen Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, 5 Şubat 1921 günü kaleme aldığı mektubunda,
 
“Pek Aziz ve Muhterem Efendim,
 
İstiklâl Marşı için açılan yarışmaya katılmamanızdaki sebebin ortadan kaldırılması için pek çok tedbir vardır. Sizin talep edilen şiiri vücuda getirmeniz son çare olarak kalmıştır. Asıl endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu etkileyici anlatımdan mahrum bırakmamanızı rica ederiz.” diyordu.
 
Mehmet Akif, para meselesi ortadan kalkınca İstiklâl Marşı’nı yazmaya razı oldu.
 
İKİ SAYFA
 
O günlerde Taceddin Dergâhının odalarından birinde Mehmet Akif ile Konya milletvekili Hafız Bekir Efendi de kalmaktaydı.
 
İstiklâl Marşı’nı yazarken bile Mehmet Akif, o kadar yokluk çekti ki, şiiri yazabilmek için sadece iki yaprak kâğıdı vardı. Bir yaprağa temiz kopyası çekileceği için tek yaprak yetmemiş; şiirin bir bölümünü mecburen dergâhın duvarına yazmıştı.
 
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.”
 
500 LİRA MÜKAFAT…Borç…Palto…
 
Mehmet Akif, yasa gereği Meclis kasasından çıkarılan 500 lirayı, bir kuruşuna dokunmadan, fakir kadınlara iş edindirmek için kurulan Dârü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışladı. Cebinde bir arkadaşından az önce borç aldığı iki lira vardı.
 
Erzurum milletvekili Ziya Bey ona bir latife yaptı: “Parayı niye almadın? Üstelik bana 250 lira borcun var.” Mehmet Akif, Ziya Bey’e sert bir eda ile karşılık verdi: “O iş başka, bu iş başka!”
 
Akif’in paltosu yoktu. Bazen, Baytar Şefik Bey’in paltosunu ödünç alırdı. Bir latife de Şefik Bey yaptı: “Keşke parayı kabul edip bir palto alsaydınız…” Fakat bu latife ona pahalıya patladı. Akif, bir süre Şefik Bey’le konuşmadı.
 
MİLLETE HEDİYE
 
Eşref Edip, birgün Mehmet Akif’e:
 
-İstiklâl Marşı’nı niçin Safahat’a koymadınız, diye sorunca:
 
-Onu millete hediye ettim, dedi; artık o, milletindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o, milletin eseri, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım, demişti.
 
İSTİKLÂL MARŞI
 
İstiklâl Marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir acı karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde özgürlük dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım…
 
YENİDEN YAZILMASI..
 
Mehmet Akif’in vefatından az zaman önce, bir grup misafir ziyaretine gelmişlerdi. Akif, bitkin bir hâlde yatmaktaydı. Söz, İstiklâl Marşı’na gelince oradakilerden birisi:
 
-Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı, deyince, bitkin hâlde Vatan Mehmet Akif birdenbire başını kaldırdı ve:
 
-Kardeşim sen ne diyorsun? Allah bu milleti, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmak mecburiyetinde bırakmasın, dedi.
 
“ASIM’IN NESLİ”NE:
 
Prof. Dr. Şerif Aktaş, “O, yeni bir insan tipi istiyordu. Çünkü o, devrin insanından şikâyetçiydi.” der.
 
Onun istediği insan, “Elimden ne gelir? Ben çaresiz bir vücudum.” demeyen; “Ben varım!” diyerek gücünü ortaya koyan insandır.
 
 
 
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
 
Alçak bir ölüm varsa eminim, budur ancak!
 
 …
 
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
 
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!                     (Hakkın Sesleri)
 
ANILMAK: VEFA
 
27 Aralık 1936 sonrası gün öğle ezanına doğru Bayazıt Camiine çıplak bir tabut geldi. Haberi alır almaz sağdan soldan koşuşturan üniversite öğrencileri o tabutu al bayrakla sarıp sarmaladı. Tabut, Edirnekapı Mezarlığına kadar arabaya konulmadan, devlet töreni olmadan öğrencilerin ve yolda kafileye katılan halkın omuzlarında taşındı.
 
Edebiyat Fakültesi öğrencisi Abdülkadir Karahan bir konuşma yaptı:
 
“Türk gençliği yalnız büyük bir şair değil, inancına son ana kadar sadık kalmış bir büyüğünü yitirdi. İstiklâl Marşı ufuktan ufka yayıldıkça o da milletin sevgisinde yaşayacaktır.”
 
Sonra bir ses yükseldi:
 
“Ey Çanakkale Şehitleri! Akif geliyor!”
 
Ondan kalan bir kat elbise, bir tüfek, İstiklâl Madalyası, bir saat, yastığının altında birkaç lira ve dünya durdukça konuşulacak bir hayattır.
 
…Kalabalık yaşlı gözlerle dağılırken; bir dörtlük yankılanıyordu gönüllerde:
 
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
 
Günler şu hayali de er geç silecektir.
 
Rahmetle anılmaktır amma ebediyyet,
 
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?
 
….
 
“Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..
 
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.”
 
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
 
Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı nur yüzlü adam hiç durmadan gözyaşı dökmektedir.
 
Bundan sonrasını Mehmet Akif şöyle anlatıyor:
Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana: “Derdimi tazeleme, git” Dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı:
“Ben” dedi ,ikinci Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan hiç ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın art arda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadarete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten (Başbakanlıktan)  gelen cevap olumsuzdu. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında ret cevabıyla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkar’a (11. Abdulhamit Han’a)  müracaata karar verdim. Bu kararımı sadarete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mabeyne alındım. Durumumu Hünkar’ a anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. Ben ısrar edince isteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: “Git, seni istifa ettik” dedi.
 
Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. Çünkü o dönemde gerek içte ve gerekse dışta karışıklıklar hat safhada idi. Rahat bir uyku çekmek için yatağa girdim. O gece rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur, bölük bölük geliyor ve Efendimiz (s.a.v)’e teftiş veriyordu. (Bu ordu ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz (s.a.v) yapıyordu.) Yanında Dört Büyük Halife olduğu halde Efendimiz (s.a.v) önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanı yoktu. Efendimiz (s.a.v) bunu görünce Abdülhamid Cennet mekana dönerek: “Bu birliğin kumandanı nerede?”  Diye sordu. O da “Efendim çok israr etti bizde istifasını verdik .” Cevabını verdi. İşte o zaman Efendimiz (s.a.v), beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: “Ya Abdulhamit Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” Söyledi. Efendimizin bu sözünü duyduktan sonra bütün dünyam harap oldu. Artık hayat benim için zindan oldu.  Şimdi ben ağlamayayım da kim ağlasın?
 
Ve Mehmet Akif diyor ki:”Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti.” Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pir-i fani, tesellisini yine Efendimiz (s.a.v)’den bekliyordu. Acaba Efendimiz onu kabul edecek miydi? Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti…
 
Söylenmiş güzel bir söz vardır: “Kendi rahatını düşünenler, milletin felaketini hazırlar.” Devlet adına, millet adına bir görev üstlenen kişiler asla görevini ihmal etmemelidir. Mesuliyet yükü kadar daha ağır bir yük olamaz.   
 
 AİLESİNİN BAŞINA GELENLER!…
İŞTE BU KADAR SAHİP ÇIKIYORUZ…
 
Mehmet Akif’e ailesine reva görülen hayatı hatırlatalım istedik. Kuru sevginin anlamsız olduğunu. vefasızlığın yüzsüzlüğümüzle yüzleşemediğini görelim istedik. 
 
İstiklal Marşı Şairi, dava ve fikir adamı Mehmet Akif Ersoy’un çocukları bütün hayatlarını büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde geçirerek göç ettiler bu dünyadan… 
İstiklal Marşı Şairi, fikir ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy’un çocukları uzun yıllar yokluk ve sefalet içinde yaşadıktan sonra bu dünyadan göçtüler. Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve örnek bir şahsiyet olarak gösterilen Mehmet Akif’in çocuklarına sahip çıkılmaması ise manidar bulunuyor. 
 
Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu. Mehmet Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verildi. Tutuklanan Ersoy, çavuş arkadaşının yardımıyla askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan’a kadar geldi. Kırıkhan’da yakalanan Ersoy ve arkadaşı Türkiye’ye iade edildi. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadı. Bunalım içinde yaşadığı bir gün solcu yazar Çetin Altan’a kadar giderek yardım isteyen Emin Ersoy, olaydan kısa bir süre sonra Beşiktaş’ta bir çöp kutusunun yanında ölü bulundu. 
 
Kızını evden atmaya kalktılar 
 
Babası Mehmet Akif’in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti. Ancak ekonomik sıkıntılar ailenin yakasını bir türlü bırakmadı. Evini satmak zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Suat Ersoy hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra yaşama veda etti. 
 
Cenazesinde kimse yoktu 
 
Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra İstanbul’a getirilerek, Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata gözlerini kapadı. Tahir Ersoy’un cenaze törenine ise ne yazık ki çok az insan katıldı. 
 
İmdadına yetişemedik 
 
Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Ali İlmi Fani’nin Rıza Tevfik’e Mektupları” isimli kitapta Akif’in oğlu Emin Ersoy ile ilgili bir anekdot yer alıyor. Akif’in yakın arkadaşlarından Ali İlmi Fani bir gün bir mektup alıyor. Mektup Kırıkhan hapishanesinden geliyor. Yazan Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy’dur. Akif’in Mısır’da yaşadığı bir dönemdir. Kırıkhan ise o dönemde Fransız manda yönetimindeki Hatay’a bağlıdır. Ali İlmi olayı şöyle anlatıyor: 
 
               “Akif’in oğlunun başına gelen felaketten tabii haberimiz yok. Bir gün elime Bereketzade Cemil Beye hitaben yazılmış bir mektup tutuşturuyorlar. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan hapishanesinde mevkuf Mehmet Akif Beyin mahdumu Emin.’ İçini okudum. Diyor ki: ‘Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhaneden şimdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, ordan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken yoldaki karakolhanedeki jandarmaar halimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz.’ Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu aşmıştı. Bilmem ne ceza verecekler? Akif Bey’e yazmadım. Çocuğunki divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir olunur mu? Bugünki inkilab rejiminden bu derece gafletin manası ne? Zavallı Akif Bey refikasıyla beraber kendi canlarının derdiyle uğraşırken yeni bir bela ile karşılaşıyor. Kimbilir ne kadar müteessir olacak.” 

TÜRK KAFASI..(TETE TURKUE)

         Sultân Abdülazîz Hân ve berâberindekiler, 1867’de Pâris’te yeni îmâl edilmiş makinelerin görücüye çıktığı sergiyi gezmektedirler.

         Pâdişâh, çember şeklinde bir cetvel ve önünde asılı kadife kaplı bir toptan meydâna gelen makinenin önünde durur. Bu makine, günümüz lunaparklarında da görülen, topa atılan yumrukla kol kuvvetinin ölçüldüğü ilkel bir makinedir. Osmanlı sultânı topun aldığı darbeye göre ibrenin cetvel üstünde hareket ettiği dinamometrenin adını sorar. Kısa süren bir kararsızlığın ardından bir Fransız yetkili yutkunarak cevap verir:

-Tete Turkue…

         Mevsim yazdır ama buz gibi bir hava eser ortalıkta… Fransız kâşif, “Türk Kafası” adını verdiği makinenin önünde Osmanlı pâdişâhının duracağını nereden bilebilirdi ki? Demek Avrupa için Türklerin kafası yumruk atmaya yarıyordu.

Sessizliği yine Sultân Abdülazîz Hân bozar. Yanındaki Halil Paşa’ya seslenir;

-Halil Paşa, göster bakalım şunlara Türk kolunun kuvvetini!

Kayserili Halil Paşa, Abdülazîz Hân gibi heybetli birisidir.

-Emriniz başım üstüne hünkârım! dedikten sonra ceketini çıkarır ve gömleğinin kollarını sıvar. Herkes nefesini tutmuş olacakları beklemektedir. Halil Paşa yaradana sığınıp öyle bir yumruk savurur ki, dinamometrenin dağılan yuvarlak ibresi bir Fransız’ın, kopan topu başka bir Fransız’ın, yayları da etrafta toplanan öteki diğer Fransızların ayaklarının dibine savrulur. Dağılan makinenin karşısındaki Halil Paşa alaycı bir dille şunları söyler:

-Bu Türk kafası değildir Sultân’ım! Bu olsa olsa, Avrupa kafası olmalı ki bir vuruşta dağıldı…

Gardiyanların ayak sesleri koğuşun kapısında son buldu, getirdikleri genç bir mahkumu bıraktılar ve gittiler. Yeni gelen genç içeridekilere selam verdi ve kendisine gösterilen boş yere oturdu. Koğuştakiler ona hoş geldin, geçmiş olsun dediler. İçlerinden en yaşlı ve olgun olanı gencin yanına yaklaştı ve ona ilgi gösterdi, bir anlamda sahiplendi. Çünkü selam verişinden ve simasından bu gencin nasıl biri olduğunu hemen anlamıştı.

 
Genç oldukça yorgun ve bitkin görünüyordu, epeyce bir müddet konuşmadı. Daha sonra yaşlı adamdan bir seccade istedi ve kıblenin ne taraf olduğunu sordu. Sonra kalktı ve yavaş yavaş ikindi namazını kıldı. Yaşlı adam gencin namazını bitirmesini bekliyordu, onunla enine boyuna tanışmak istiyordu. Fakat genç ikindi namazını bitirdiği halde daha namaz kılmaya devam ediyordu, sonunda bitirdi ve yerine geçip oturdu. Yaşlı adam biraz daha yanına yaklaştı.
-Nedir o fazladan kıldığın namaz? Biliyorsun ikindi namazından sonra kılınan nafile bir namaz yoktur? Delikanlı bir müddet cevap vermedi, daha sonra sakin bir sesle:
-Kaza namazı dedi.
 
-Ne zaman kazaya bırakmıştın? dedi yaşlı adam.
 
-Gözaltındayken, dedi. Çok yavaş bir şekilde söyledi bunu, daha sonra da gözleri uzaklara dalıp gitti. Yaşlı adam onu konuşturarak ve bir şeyleri hatırlatarak üzmek istemiyordu. Fakat yine de kendine hakim olamadı.
 
-Ne kadar tuttular göz altında?
 
-Yirmi dokuz gün.
 
-Allah Allah, yirmi dokuz gün öyle mi?
 
-Evet, yirmi dokuz gün. O yirmi dokuz günlük namazımı kaza edeceğim.
 
-Kılamamışsındır, kıldırmamışlardır herhalde? Delikanlı bir müddet sustu ve sonra yaşlı adama döndü:
 
-Aslında namazlarımı kıldım, bir tek vaktimi bile kaçırmadım fakat…
 
 -Fakat ne?
 
-Fakat namazın şartlarını yerine getiremedim, hep eksikti. Çoğu zaman abdest alamadım, teyemmüm ettim.
 
-Olsun, teyemmümle olsun, kabul değil mi?
 
-Fakat toprak bulamadım teyemmüm edecek, bazen beton duvara, bazen de demir kapıya ellerimi sürerek teyemmüm ettim, kabul olur mu?
 
-Ne demek kabul olmaz, elbette olur.
 
-Kıbleyi de bilmiyordum, rica ettim söylemediler. Hem bu arada namazın diğer rükünlerini de yerine getiremiyordum, askıdaydım, hem ellerim hem ayaklarım bağlıydı, çoğu zaman zorla rükuya gidebiliyordum, hele hiç secde yapamıyordum.
 
-Olsun, olsun yine de kabuldür senin kıldığın bu namaz, dedi yaşlı adam. Fakat ses tonu gittikçe değişiyor, ağlamaklı bir hal alıyordu. 
-Sen öyle hep kabul kabul diyorsun ama… dedi ve bir müddet sustu genç adam. Daha sonra değişik bir ses tonuyla devam etti.
 
-Biliyor musun, gözaltında bulunduğum o yirmi dokuz günün on beş günü anadan üryandım, çırılçıplaktım, soymuşlardı beni. Yalvarıyordum onlara, ne olur Allah için bir tek külotumu bana verin, hiç olmazsa namaz kılacağım vakit verin diyordum, fakat vermiyorlardı. İşte o şekilde kıldım namazlarımı. Mümkün olduğu kadar toparlanıp avret yerlerimi örtmeye çalışıyordum. Fakat bazen onu da yapamıyordum, bu şekilde namaz kılıyordum…
 
Ortalığı epeyce bir müddet sessizlik kaplamıştı, delikanlı yaşlı adamdan cevap bekliyordu, bu namazları kaza etmesi gerekmiyor muydu? Yaşlı adam kafasını kaldırdığında gözyaşlarının baştan sona yüzünü ıslattığını gördü, ağlıyordu, ağlıyordu. Sonra birden doğruldu ve delikanlının omuzlarından kuvvetlice tuttu ve kendine çekti:
 
-Bana bak delikanlı! Anlıyor musun, o namazları asla kaza etmeyeceksin. O namazları alıp Allah’ın huzuruna varacaksın. “ Allah’ım, sana bunları getirdim.” diyeceksin. Biliyor musun, belki hayatında kıldığın en önemli namazlar, senin bu namazların olacak.
 
Yaşlı adam sordu adın ne nerelisin ne iş yaparsın,Suçun ne.
 
Delikanlı Adım Muhsin yazıcıoğlu,Sivaslıyım,
Suçum Ülkücü olmak.
 
Sizleri bilmiyorum ama bu kıssayı okuyupta gün içinde birçok fani iş ile uğraşıpta kaçırdığım namazları düşününce utandım doğrusu.
 
Rabbim cümlemize hidayet nasip etsin. Âmin…
         Muhterem Hacılarım!
Bu ayki sohbetli Toplantımızı YaşarHoca’nın evinde, 19 Ocak Pazar Günü(YARIN) saat 19.30’da yapılacaktır. Duyunuz,Duyururuz,Buyurunuz…
SULTAN 1.AHMET
Sultan I. Ahmed Han, (Osmanlı Türkçesi: احمد اول ‎Ahmed-i evvel, Divan Edebiyatı’ndaki mahlasıyla Bahtî; 18 Nisan 1590[1], Manisa – 22 Kasım 1617, İstanbul) 14. Osmanlı padişahı, 93. İslâm halifesidir. Sultan III. Mehmet ve Handan Valide Sultan’ın oğludur. Sancağa gitmeyip, tahta çıkan ilk Osmanlı padişahıdır.
İstanbul’daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırılmıştır.[8] 4 Ocak 1610’da altı büyük minareli ve 16 şerefeli Sultanahmet Camii’nin temel atma merasimi yapıldı. Dinine bağlı bir insan olan Sultan I. Ahmet, caminin temelleri kazılırken eteğinde toprak taşıdı. 9 Haziran 1617’de inşaatı biten Sultanahmet Camii ibadete açıldı.
Sultan I.Ahmed vasiyet etmişlerdi,öldüğümde bedenimi ekrem-i üstadım ,şeyhim Aziz Mahmud Hüdayi (k.s) yıkasın..

Gün geldiğinde hüdayi hzleri elbiseleri çıkarırken görürki sırtındaki yeleğin içerisi (Geceleri rahatça uyuyarak geçirmemek,seher vakti uyanık bulunup zikir ve namazla meşgul olmak için) çivilerle döşenmiştir !..Bedenindeki izler karşısında üstadı gözyaşlarını tutamıyor,dilinden şu sözler dökülüyordu..

”Ahmed Ahmed sen Mahmudu çoktan geçtin”…

   

        İstiklal Marşı ülkenin savaş halinde iken yazılan bir eserdir. 10 kıtadan oluşmaktadır. Yazarı Mehmet Akif Ersoy’dur. Ülke genelinde yapılan bir yarışma da kazanılan bir eserdir.

      Mehmet Akif ise bu yarışmaya girmemiştir. Ancak bazı arkadaşlarının ısrarları ile katılmış ilk oylamada ise kabul edilmiştir. Mehmet Akif’e yazmış olduğu bu eserinden dolayı ona birincilik madalyası ve hediyeler verilmiştir. Ancak Akif bu hediye ve madalyayı kabul etmemiş olduğu gibi vatanına hizmet eden kurumlara bağışlamıştır.

İstiklal Marşı tüm ülkenin insanı ile kazanılan zaferi anlatan bir eserdir. Yazılma amacı ve gayesi tamamı ile Mehmet Akif’in gözlemlerine dayanmış yaşanmış gerçek olaylardan oluşmaktadır. Allah insanları vatansız, yurtsuz, bayraksız etmesin diyen anaların seslenişi ile yazılmış bir eserdir.

İstiklal Marşı’nı Kaleme Alması

       Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine ulusal marş yarışmasına katılmaya karar verdi. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddetti. Daha sonra ikna edilen Mehmet Akif’in orduya ithaf ettiği İstiklal Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hakimiyet-i Milliye’de yayımlandı.

         Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921’de ulusal marş olarak kabul edildi. Akif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.
İstiklal Şairimize “Böyle bir şiir yine yazarmısın?” Sorusuna cevaben şöyle demiştir:
“O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. o şiir milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. binbir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır… 
O şiir bir daha yazılamaz, o’nu ben de yazamam. o’nu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. o şiir artık benim değil, milletin malıdır. benim, millete en kıymetli hediyem budur. allah bir daha bu millete bir istiklal marşı yazdırmasın.”

                            İstiklal Marşının Açıklamalı Anlamı

 
İstiklal Marşı 1. Kıtası

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

İstiklal Marşı’nın 1. kıtasının anlamı

Mehmet Akif Türk milletine cesaret,ve tahammül aşılamak için ve onda bulunan duyguları harekete geçirmek için şiirine korkma sözüyle başlıyor.

Bayrak bir milletin bir milletin geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Şair ülkemizde tek bir insan kalana kadar bu vatanı savunacağımızı belirtiyor.

O halde en son Türk bireyi son nefesini vermeden Türk istiklal ve bağımsızlığını yok etmek, Türk bayrağını söndürmek mümkün değildir. Zira bayrağımız milletimizin yıldızıdır.

Bayrağın kaderi ile milletimizin kaderi birbirine bağlıdır. Bayrak bizimdir, biz yaşadıkça onu elimizden kimse alamaz. Türk milletinin bütün fertlerini öldürmedikçe bağımsızlığını kimse yok edemez.

 

İstiklal Marşı 2. Kıtası

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal!

İstiklal Marşı’nın 2. kıtasının anlamı

 

Şair ikinci kıtada bayrağımızın o zaman ki kırgın, küskün, öfkeli halini dile getiriyor. Türk vatanının bazı parçaları, işgal edilmiştir.

Bu yüzden bazı bölgelerde bayraklarımız indirilmiş yerine düşman bayrakları asılmıştır. Kaş çatmak öfke halini ifade eder. Kaş ayrıca edebiyatımızda hilale benzetilir. Sevgilinin kaşları daima hilal şeklinde gösterilmiştir.

Bayraktaki hilal de tıpkı nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Kahraman Türk milletini üzmektedir. Türkün beklediği, özlediği gülen bir bayraktır.

Türk bayrağının gülmesi göklerde dalgalanmasıdır. Bir aşığın sevgilisinden güler yüz beklemesi gibi bağımsızlığa aşık Türk milleti de özgürlüğün sembolü olan bayraktan gülmesini beklemektedir. Bu milletimizin en doğal hakkıdır.

Çünkü Türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna pek çok kan dökmüşlerdir. Bu kanları bayrağa helal etmeleri için onun da nazlanmayı bırakıp göklerde dalgalanması gerekir. Türk milleti daima Allah’a inandığı ve taptığı için özgürlük onun hakkıdır.

 

İstiklal Marşı 3. Kıtası

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş Sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

İstiklal Marşı’nın 3. kıtasının Açıklaması

Şair ‘ben’ diyor.(Ancak kast ettiği mana aslında bizdir Türk milleti adına konuşmaktadır) Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır,hür yaşayacaktır.

Onun özgürlüğünü elinden almak isteyen ancak çıldırmış olmalı,zira böyle bir harekete kalkışanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Türk milleti bağımsızlığı uğrunda önüne çıkacak her engeli aşacak güçtedir. O; böylesine yüce bir amaç için dağları delecek, enginlere sığmayıp,denizleri taşıracaktır güçtedir.

İstiklal Marşı 4. Kıtası

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

İstiklal Marşı’nın 4. kıtasının anlamı

Bu kıtada şair vatanımızı istilaya kalkışan Avrupalılara meydan okuyor. 20. asrın başında Avrupa medeniyeti 19.yy. deki görkeminden oldukça uzaktır. O sebeple şair bayıyı tek dişi kalmış canavara benzetiyor.

Ancak Avrupa mevcut teknik imkanlarını seferber ederek topuyla, tüfeğiyle, tankıyla bizi yok etmeye çalışmaktadır.

Mehmetçik ise bu güce topla, tüfekle, mızrakla, kılıçla cevap vermeye çalışmaktadır. Avrupalı kendini çelik zırhla korurken Mehmetçik ona iman dolu altın göğsüyle karşılık vermektedir.

 

İstiklal Marşı 5. Kıtası

Arkadaş! Yurdumu alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

İstiklal Marşı’nın 5. kıtasının Açıklaması

Şair kahraman Türk askerine hitap ediyor. Türk yurdunu alçakları uğratmaması için gerekirse canını feda etmesini öneriyor.

Şehit gövdelerinin meydana getireceği siperler düşmana mani olacaktır. Mehmet Akif düşmanın çok kısa bir süre içinde bu hayasızca akına son vereceği Allah’ın Türk milletine Kuran-Kerimde vaat ettiği zafer gününün yarından bile daha yakın bir zamanda doğacağına inanmaktadır.

 

İstiklal Marşı 6. Kıtası

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

İstiklal Marşı’nın 6. kıtasının anlamı

Şair Türk ordusuna vatanın kutsallığını hatırlatıyor. Toprak ile vatan arasında büyük bir fark vardır.

Toprağı vatan haline getiren onu elde etmek ve korumak için savaşan fertlerin varlığıdır. Kısacası sıradan bir toprak büyük bir değer taşımaz; ama vatan toprağı uğrunda şehit olan atalarımızın o topraktaki mezarlarıdır.

Bu kutsal vatanı dünyalara değişmeyiz. Toprak dünyanın dünyanın her yerinde bulunur. Ancak atalarımızın kanlarıyla sulanan topraklar vatanımız üzerindedir.

 

İstiklal Marşı 7. Kıtası

Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda?

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsında Huda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

İstiklal Marşı’nın 7. kıtasının anlamı

Bu vatan cennet kadar kıymetlidir. Şehit olanların ruhu dini inanışımıza göre doğrudan doğruya cennete gider. Şehitlerimiz bu vatan toprağında yattığı için cennetten farksızdır.

Bir avuç toprağı sıksak şehitler fışkıracak sanırız. Canımızdan çok sevdiğimiz insanları varımızı yoğumuzu Allah alsında yalnız yaşadığımız sürece bizi vatanımızdan ayrı düşürmesin.

 

İstiklal Marşı 8. Kıtası

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

İstiklal Marşı’nın 8. kıtasının anlamı

Allah’a şair hitap ediyor. Mehmet Akif’in Allah’tan tek dileği ibadet yerlerinin göğsüne düşman elinin değmemesidir. Camilerimizden okunan ezanlar sonsuza kadar Türk yurdunun üstünde inlemelidir. Çünkü bu ezanlar dinimizin temelidir.

 

İstiklal Marşı 9. Kıtası

O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,

Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

İstiklal Marşı’nın 9. kıtasının anlamı

Ezan sesleri yurdumuzun üstünde inledikçe şehitlerimizin de ruhları şaad olacaktır. Ezan sesi sadece yaşayanlara değil, ölülere hatta onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir anlam taşır.

Şehit atalarımızın her şeyden arınmış ruhları yerden fışkıracak, ezan sesiyle ayağa kalkacak ve dışa yükselecektir.

 

İstiklal Marşı 10. Kıtası

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!

İstiklal Marşı’nın 10. kıtasının anlamı

Şair zafer gününün heyecanını yaşıyor. Şanlı bayrağımız dalgalandıkça gökyüzünü şafakla yarış edercesine gökyüzünü kızıl renge boyamaktadır.

Türk milleti yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur. Artık onun için yok olma korkusu kalmamıştır. Bayrağımız şehitlerimizin kanlarını hak etmiştir. Bağımsızlık Allah’a tapan ve doğruluktan ayırmayan Türk milletinin en doğal hakkıdır.

SURRE
 
(الصرّة)
Hac zamanı dağıtılmak üzere Haremeyn’e gönderilen eşya ve hediyeleri ifade eden bir terim.
 
Sözlükte “içine altın ve para gibi kıymetli eşyaların konulduğu kese” anlamına gelen surre kelimesi terim olarak her yıl hac döneminden önce genellikle Mekke ve Medine halkına dağıtılmak için yollanan para, altın ve diğer eşyaları ifade eder. Haremeyn’e surre gönderilmeye ne zaman başlandığı tam olarak belli olmamakla birlikte bu âdetin Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh zamanında (775-785) ortaya çıktığı görüşü hâkimdir. Aynı dönemde hac yollarının güvenliği, hac güzergâhı üzerinde bulunan su kuyularının bakımı, hacıların konaklama vb. ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla bazı tedbirlerin alındığı da bilinmektedir. Haremeyn’e her yıl düzenli biçimde surre gönderilmesine Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh döneminde (908-932) başlandı. Surrenin konulduğu, develere yüklenen bir çeşit vasıta olan mahmil de ilk defa Abbâsîler devrinde kullanıldı. Hicaz’da nüfuz ve hâkimiyet kurulması bakımından Abbâsîler’e karşı mücadele eden Fâtımîler ve Fâtımî Devleti’ne son veren Eyyûbîler de Haremeyn’e surre yolladılar.
 
656’da (1258) Abbâsî Devleti’nin sona ermesinden sonra Memlük Sultanı el-Melikü’z-Zâhir I. Baybars’ın 1261’de Kahire’de Abbâsî hilâfetini yeniden ihya etmesiyle Memlükler, Abbâsîler’in Haremeyn’e surre ve mahmil yollama geleneğini sürdürdüler. Aynı yıllarda Abbâsîler’in halefi olarak Hicaz’ın yönetimine tâlip olan Yemen’in Resûlî emîri el-Melikü’l-Muzaffer Yûsuf b. el-Melikü’l-Mansûr, Haremeyn’de hutbeyi kendi adına okuttu, surre ve Kâbe örtüsü göndererek hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştı. Memlükler’in ilk surreyi 664’te (1266) yollamış olmalarına rağmen Yemenli Resûlîler ile Memlükler arasındaki surre rekabeti, Sultan Baybars’ın 1269 yılında hacca gitmesi ve surre ile Kâbe örtüsü gönderme hakkının Memlükler’de olduğunu pekiştirmesine kadar devam etti. Bu tarihten itibaren Haremeyn’e mahmil içinde surre ve Kâbe örtüsü yollayan Memlükler bununla ilgili merasimlere de önem verdiler. Bu dönemde Kahire’nin yanı sıra Bağdat, Dımaşk ve Halep gibi büyük şehirlerde hac kervanları oluşturuluyor ve her kervanın kendi mahmili ve surresi bulunuyordu.
                Osmanlılar zamanında Haremeyn’e ilk surrenin hangi padişah tarafından gönderildiği tam olarak bilinmemektedir. Zayıf bir rivayet olmakla birlikte Yıldırım Bayezid’in Edirne’den bir defa surre yolladığı zikredilmektedir (Mekkî, s. 19). Daha kuvvetli ve yaygın rivayete göre ise Çelebi Sultan Mehmed surre gönderen ilk Osmanlı sultanıdır ve 1413-1421 yılları arasında iki defa surre yollamıştır. II. Murad döneminde Haremeyn’e gönderilen surrenin adet ve miktarında belirgin bir artış oldu. Âşıkpaşazâde’ye göre II. Murad her yıl Mekke, Medine, Kudüs ve Halîlürrahman’a surre göndermenin yanı sıra Ankara’nın Balıkhisarı’na bağlı köylerinin gelirini Mekke’ye ve 850 (1446) tarihli vasiyetnâmesiyle Manisa’daki mülküne ait gelirlerin üçte birini Mekke ve Medine’ye vakfetti (Târih, s. 196). II. Mehmed devrinde yollanan surrenin düzenli olup olmadığı hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte II. Bayezid’in Haremeyn’e her yıl surre yolladığından bahsedilir.
            Osmanlı padişahları, 923’te (1517) Haremeyn’in Osmanlı yönetimine girmesinden itibaren surreyi düzenli biçimde gönderdiler. Bu anlamda ilk surrenin daha Yavuz Sultan Selim Kahire’de iken yollandığı bilinmektedir. Osmanlılar döneminde surre genellikle İstanbul ve Kahire’den gönderilmiş olmakla birlikte bazan Yemen ve Halep’ten de sevkedilirdi. Ayrıca Mekke ve Medine’nin yanı sıra Kudüs, Halîlürrahman ve nâdiren de Dımaşk’a surre gönderilirdi. Bunlardan başka Mısır ve Şam’dan Medine’ye karayolu güzergâhında bulunan bedevîlerin saldırılarından emin olmak için “urban surresi” adıyla da para ve hediyeler hazırlanıyordu. Osmanlılar’a ait en eski Kâbe kapı perdesi ve kuşağının 950 (1543) tarihli olmasından hareketle, eski bir gelenek olan surre ile birlikte Kâbe’ye örtü göndermenin Osmanlılar’da Kanûnî Sultan Süleyman zamanında başladığına hükmedilir. Kâbe örtüsünün yenisi genellikle Kahire’de dokunur ve surre alayı ile yollanırdı. Eskisi de surre alayının dönüşünde İstanbul’a getirilirdi. Haremeyn’e surre gönderme geleneği, XIX. yüzyılın başında Mekke ve Medine’nin Vehhâbîler’in yönetiminde kaldığı yıllar hariç 1915 yılına kadar kesintisiz sürdü. 1916 yılına ait surre, Şerîf Hüseyin’in isyanı sebebiyle Medine’de kaldı ve Mekke’ye ulaştırılamadı. 1917 ve 1918 yıllarına ait surre ise Dımaşk’a kadar gidebildi. Son Osmanlı padişahı VI. Mehmed, 1919’da surre yollanması için hazırlıkların yapılmasını irade ettiyse de gönderildiğine dair bir bilgi yoktur.
          Haremeyn’e her yıl gönderilen surre ve mahmille ilgili yapılan merasimler Abbâsîler devrine kadar gitmekle birlikte esas gelişim seyrini merasim ve teşrifatın öneminin artışına paralel olarak Osmanlılar döneminde tamamladı. Sarayda gerçekleştirilen surre merasiminin bütün ayrıntıları belirlenmiş olup bunlar teşrifat defterlerine kaydedilirdi. Surrenin karadan gönderildiği 1864 öncesi dönemde surre alayı recep ayının on ikisinde veya müteakip günlerde düzenlenirdi. İstanbul’daki surre merasimini Haremeyn vakıflarını da idare eden Dârüssaâde ağası tertipler ve hazırlıklar, surrenin yol boyunca güvenliğinden ve Haremeyn’e ulaştıktan sonra dağıtımından sorumlu olan surre emini tayiniyle başlardı. Padişahın katıldığı törenler sırasında Mekke emîrine hitaben yazılmış nâme-i hümâyun, surre keseleri ve surre defterleri surre eminine teslim edilir ve mahmil yüklü devenin de yer aldığı surre alayı saraydan çıkardı. XIX. yüzyılın ortalarına kadar Topkapı Sarayı’nda yapılan törenlerin sonunda surre alayı Sirkeci İskelesi’nden Üsküdar’a geçerdi. Padişahların Dolmabahçe veya Yıldız saraylarında ikamet ettiği yıllarda bu saraylarda yapılan merasimlerin ardından Beşiktaş İskelesi’nden Üsküdar’a geçilirdi. Üsküdar’da mutasarrıflık dairesi avlusunda surre alayı gidiş ve dönüşünde İstanbul halkının şahit olduğu, yılın en önemli, en çok itibar edilen ve Boğaz’ın her iki yakasında büyük kalabalığın iştirak ettiği, bir dinî merasim halini alıyordu. Törenler Osmanlı Devleti’nin sona erişine kadar bu özelliğini korudu.
 
             Surrelerin kaynakları arasında en önemlisi Haremeyn vakıfları idi. Osmanlı topraklarında mevcut hânedan mensuplarına ve devlet erkânına ait büyük vakıfların birçoğunun gelirlerinin bir kısmı Haremeyn’e tahsis edilmişti. Bunların dışında devlet hazinesinden, Hazîne-i Hâssa’dan ve ferdî bağışlardan önemli miktarda maddî destek gelirdi. Son dönemde bütün bu gelirlere rağmen gönderilecek surre miktarının yetersiz kaldığı yıllarda Galata bankerlerinden borç alınarak takviye yapılırdı. Vakıfların Evkaf Nezâreti çatısı altında toplanmasından sonra surre kaynağı ve sorumlusu bu nezâret oldu. Ayrıca hânedan mensuplarının, devlet erkânının ve halktan dileyenlerin hazırladıkları hediye ve paralar “ferâşet çantası” denilen, bir yüzünde gönderenin, diğer yüzünde alıcının adı ve adresi yazılı deri çantalara konularak Evkaf Nezâreti’ne teslim edilirdi. Bunlar da surre alayı ile gönderilirdi. Dönüşte bu çantalar, içinde Haremeyn’den yollanan hediyeler olduğu halde sahiplerine iade edilirdi. Bütün bunlar o yılın surre ve ferâşet defterlerine kaydedilirdi. Kaybolan veya henüz bulunamayan defterler hariç XVI. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın ilk on yılına kadar 5000 civarında surre defteri mevcuttur.
            XVIII. yüzyıl öncesinde surreler deniz yoluyla Mısır’a ve oradan Haremeyn’e gönderilirken bu tarihten sonra karayoluyla Şam üzerinden gönderildi (Uzunçarşılı, s. 35). Bazan da sultanların Mısır’daki vakıflarının yıllık gelirleri orada ilâve edilmek üzere İstanbul’dan yollanacak miktardan düşülerek kalan surre miktarı Mısır’a sevkedilir ve Mısır’da tamamlanan surre-i hümâyun Haremeyn’e gönderilirdi (Anonim Osmanlı Tarihi, s. 187). Karayolunun kullanıldığı dönemden 1837 yılına ait güzergâh Sirkeci’den başlar, Üsküdar, İzmit, Akşehir, Konya, Adana, Antakya, Hama, Şam, Maan, Medine ve Mekke’de sona ererdi. Aynı yıl gönderilen surre alayı elli dört menzilde konaklamış, bazı yerlerde bir veya iki gün kalırken ramazan ayını Şam’da geçirmek maksadıyla burada otuz bir gün kalmıştır. Dönüşte güzergâh aynı olmakla birlikte menzil sayısının elli dokuza çıktığı, gidişte elli sekiz ve dönüşte otuz iki gün olmak üzere doksan gün
yolculuk yapıldığı belirtilmektedir (Atalar, s. 150-153).
          Surre alayının güvenliği güzergâh üzerinde bulunan sancak beyi, beylerbeyi veya valilerce sağlanırdı. 1863 yılı surre alayının Payas civarında eşkıya saldırısına uğrayıp surrenin gasbedilmesi ve bir sonraki hac mevsimine kadar bölgede güvenliğin sağlanamaması yüzünden 1864’ten itibaren denizyolu tercih edildi ve Beşiktaş İskelesi başlangıç noktası oldu. Denizyoluyla yolculuk daha kısa sürdüğünden surre alayı merasimi de şâban ayının ortasında yapılmaya başlandı ve Beyrut üzerinden Şam’a geçilerek ramazan bayramı burada kutlandı. Surrenin Şam’dan Haremeyn’e yolculuğu ise karayoluyla yapıldı. Suriye Valisi Midhat Paşa, 1879’da güvenlik ve tasarruf gerekçesiyle surre alayının İstanbul-Beyrut güzergâhından Şam’a ve oradan tekrar Beyrut üzerinden Cidde’ye denizyoluyla gönderilmesini teklif etti. Uzun müzakerelerden sonra Şam’dan itibaren karayolunun kullanılmasına devam edilmesi kararlaştırıldı (BA, İrade-Dahiliye, nr. 63945). 1908’de Hicaz demiryolunun tamamlanmasından itibaren surre demiryoluyla gönderilmeye başlandı. Demiryoluyla daha kısa sürdüğü için surre alayı şevval ayına alındı ve hareket noktası olan Haydarpaşa’ya kadar daha önce yapılan merasimlere devam edildi.
         Kara, deniz ve demiryoluyla gönderilen surre-i hümâyun için Dımaşk çok önemli bir merkezdi. Osmanlı öncesinden itibaren farklı bölgelerden gelen hacıların uğrak yeri olan Dımaşk, Osmanlı döneminde de Anadolu’dan, Irak’tan, İran’dan ve Halep’ten gelen hacıların yanı sıra Orta Asya hacılarının da bir toplanma merkeziydi. İstanbul’dan gönderilen surre alayı burada merasimlerle karşılanarak diğer hacılarla birleşirdi. Mahmil-i şerifin Dımaşk’tan ayrılışı ve Dımaşk’a dönüşü aynı şekilde merasimlerle olurdu. Dımaşk’tan Medine’ye kadar olan bölgenin en önemli dinî, siyasî ve ticarî olayı surre ve hac kervanı idi. Surre alayı şevval ayının on ikisiyle yirmisi arasında Dımaşk’tan hareket eder, zilkadenin sonundan önce Mekke’ye ulaşılması hedeflenirdi. Hama’dan itibaren surre alayının güvenlik sorumluluğu önceleri Şam beylerbeyiliğine, daha sonra Suriye valiliğine aitti. Beylerbeyi veya vali emîr-i hac sorumluluğunu bazan kendisi üstlenir, çoğu zaman da bölgede güçlü eşraftan birine verirdi. Dımaşk’tan Medine’ye gidiş ve dönüşte surre alayının muhafazasından emîr-i hac sorumlu idi. Haremeyn’de ise en önemli sorumluluk Mekke emîrinde idi.
          İstanbul ve Mısır’dan yollanan surrelerin ayrılmaz unsurlarından biri de mahmillerdi. İstanbul’dan gönderilene mahmil-i hümâyun, Kahire’den gönderilene mahmil-i Mısrî denirdi. Dörtgen bir ahşap çerçeve üzerinde dört yüzlü bir piramit şeklinde olan mahmil, üzeri altın ve gümüşle bezenmiş yazılar, ipek püsküller, çeşitli nakışlar ve kıymetli taşlarla süslenmiş bir atlasla kaplanırdı. İstanbul’dan gönderilen mahmillerin erken örnekleri siyah, son asırlardaki örnekleri ise yeşil renk atlastandı. İstanbul’da saraylarda yapılan törenlere benzer bir şekilde Mısır mahmili Hidiv Kasrı önünde yapılan törenin ardından Kahire sokaklarında gezdirilirdi. Mısır surre ve mahmili tamamı karayoluyla veya Süveyş üzerinden Cidde’ye ve bazan da İskenderiye’den Hayfa’ya denizyoluyla, oradan demiryoluyla Medine’ye olmak üzere farklı güzergâhlardan gönderilirdi. Mısır ve Şam’dan gelen surre ve mahmiller Medine ve Mekke’de törenlerle karşılanır ve Arafat’ta birleşirdi. İstanbul’dan 1918 sonrasında mahmil yollandığına dair bilgi bulunmamakla birlikte Mısır’dan 1926’ya kadar kesintisiz gönderildi. Suudi hükümetinin karşı çıkması üzerine 1936’ya kadar ara verildi ve ertesi yıla ait mahmil Cidde’ye kadar gidebildi. 1952’ye kadar hacıların gidiş ve dönüş merasimlerinde Kahire sokaklarında görülen mahmil Temmuz 1952 Hür Subaylar ihtilâliyle son buldu. Bunun dışında Mekke emîrinin cülûs merasimi dolayısıyla tebrik için gönderdiği, içinde değiştirilmiş olan eski Kâbe örtüsünün bulunduğu hediyelere de mahmil veya mahmil-i şerif deniyordu (Selânikî, II, 682-684).
        Surreler, İslâm’da kutsal sayılan beldelere maddî destek sağlamakla beraber özellikle hilâfeti elinde bulunduran Abbâsîler, Memlükler ve Osmanlılar için dinî ve siyasî yönden çok önemli idi. Zaman içerisinde Hicaz üzerindeki nüfuzu hatırlatmanın önemli bir aracı olarak görülen surre alayları Bağdat, Kahire, İstanbul ve Dımaşk gibi hem çıkış noktalarında yılın en önemli dinî ve kısmen de siyasî merasimlerini oluşturuyor, hem de güzergâh boyunca surreyi yollayan iktidarın dinî kimliğinin önemli sembolü diye görülüyordu. Osmanlı sultanlarının sadece Haremeyn’deki seyyid ve şerifleri değil aynı zamanda ulemâ ve meşâyihi de özel hediyelerle donatmaları aynı anlayışla değerlendirilebilir. Her yıl müslümanlardan dileyenlerin hediyelerini Haremeyn’e iletmesi bakımından halk için surrenin ayrı bir önemi vardı. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mısır hidivlerinin surre merasimlerini giderek daha şaşaalı hale getirmeleri, iki gidiş öncesi bir de dönüşte olmak üzere yılda üç merasim düzenlemeleri ve Kâbe örtüsü, Makām-ı İbrâhim örtüsü ve mahmili Kahire sokaklarında dolaştırarak halkın heyecanlı katılımını sağlamaları, İstanbul’a karşı yürüttükleri dinî ve siyasî nüfuz mücadelesinin âdeta bir göstergesi gibiydi. Surre ve mahmil geleneğinin sona erdirilmesi de aynı şekilde Suudi yönetiminin bu nüfuz simgesini ortadan kaldırma kararlılığıyla ilgilidir.



 Meyve ve sebzeler için “TURFANDA” bunlar deriz ya , Bakın kökeni nereden geliyor.

 
Turfan, Doğu Türkistan’da  bulunan  denizden 150 metre kadar aşağıda bulunan bir ovadır. Yazları son derece sıcak olan bu havzada çevredeki yüksek arazilere göre yaz erken geliyor ve pamuk dahil bir tarım cennetinin oluşmasını sağlıyor.. Su çevredeki dağlardan tarihi bir yapı olan yeraltı sulama kanalları vasıtası ile getiriliyor. 
 
Su, sıcak ve güneşli bir hava olunca sebzelerde Turfan -da yetişiyor.(Bugün Çine gittiğinizde kavun karpuz gibi bazı meyveleri yaz kış yiyebilirsiniz.Hepsi Doğu Türkistan bölgesinden gelmektedir.)
 
Yeri gelmişken bahsedelim.Bu yer altı sulama kanallarına “karez” adı verilir ve Eski Türklerin günümüz insanlarına bıraktığı önemli bir eserdir. M.Ö. 500 yıllarında yapıldığı tahmin edilen ve 5.000 Km uzunluğunda olan bu yapı yerin 100 metre altında çölü 60 Km aşarak Turfana gelmektedir.Böyle bir yapının yapılabilmesi için ileri düzeyde matematik ve yer bilimi bilgisi ile mühendisliğe ihtiyaç vardır.


Abdülhamid Han Ve Robot Teknolojisi

2.Abdülhamid Han’ın yaptırmış olduğu ‘Alâmet’ isimli robot, dünyada ezan okuyan ilk saat olma özelliğine sahiptir. Sultan, bu muhteşem özelliklere sahip saati, Japonya’ya göndermiştir. Muhtemel ki Japonlar, bugünkü robot teknolojilerini, semâ yapan, ezan okuyan bu saatten almışlardır.

                                                                 *       *          *

 Beylerbeyi Sarayı’nda bulunan Hakan-ı Sabık’ı iki eski dostu hiç yalnız bırakmıyordu. Her ne kadar Muhafız Kumandanı Rasim Bey zaman zaman zorluk gösterse de, hiçbir zaman kapıdan geri döndürmemişti onları.  Bir gün yine, Boğaz’ın nazlı dalgaları arasından süzülen çatana Beylerbeyi’nin küçük iskelesine yanaşmıştı. Sırdaş ve Derviş bir akşam vakti Sultan’ı ziyarete gelmişlerdi. Sultan, çok önem verdiği bu misafirleri için yemek hazırlatmıştı.

 Sultan’ın misafirleri için hazırlattığı yemek yendikten sonra, tatlıcıbaşı Raşid Ağa’nın yaptığı ‘yedi kardeş’ tatlısından yenilmişti.

 Sultan, Kahvecibaşı Ali Efendi’yi yanına çağırarak, “kendisi için yarım bardak maden suyuna karıştırılmış süt, misafirleri için de kahve” getirilmesini istedi. Ali Efendi elinde tepsi ile içeri girerken, Sultan’ın kedisi Pamuk da kapı aralığından içeri girmiş, doğruca Sultan’ın kucağına atlamıştı. Sultan kedisinin tüylerini okşarken Sırdaş’a defteri açıp okuması için işaret etti.

                                                             *

 “1887 yılında Japon İmparatoru’nun yeğeni Prens Komatsu, bir savaş gemisiyle İstanbul’a gelmişti. Abdülhamid Han’a birtakım hediyeler takdim edilmiş ve Sultan ile görüşmelerde bulunulmuştu.

1889 yılında ise Japon İmparatoru Meiji, İstanbul’a özel elçiler yollamıştı. Bu elçilerle birlikte Sultan Abdülhamid Han’a özel hediyeler ve bir de özel bir mektup göndermişti. Gönderilen bu hediyeler içerisinde Japonya’nın en büyük nişanı olan, Büyük Krizantem Nişanı da vardı. Bu nişan, Sultan Abdülhamid Han’a takdim edilmiştir. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han’dan; ‘İslâm dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumları vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler’ gönderilmesini rica etmişti.

II. Abdülhamid Han, konuyu Şeyhülislam Cemâleddin Efendi’ye açmıştı. Osmanlı’nın bilgi ve teknolojisi hakkında bilgi isteyen, deniz aşırı bir ülkeye, eli boş elçiler gönderilemezdi. İlk etapta tezhipli bir Kur’ân-ı Kerim ve daha birçok hediye, elçilerle Japon İmparatoru’na gönderilir. Diğer istenen bilgiler için de süre istenir.

 Bu süre zarfında Sultan Abdülhamid Han, Yenikapı Mevlevihânesi saat sanatkârı Musa Dede’yi Huzur’a çağırtır. Musa Dede, saat mekâniğini çok iyi bilen bir zattır. Sultan, Musa Dede’ye “çok iyi bir ekip kurarak, daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını” ferman buyurur. Bu ferman üzerine Musa Dede, yedi kişilik bir ekip kurarak çalışmalara başlar. “Daha önce hiç yapılmamış, dengi olmayan nasıl bir saat yapmalı?” diye derin düşüncelere dalar…

 Birkaç gün sonra, Sultan Abdülhamid Han, çalışmalar hakkında bilgi almak için Musa Dede’yi huzura çağırtır. Musa Dede ve ekibinin çizdikleri projeleri inceler, ancak bunlardan tatmin olmaz. Çünkü Musa Dede’nin getirdiği çizimler, klasik saat örneklerinin değişik versiyonlarıdır. O zaman huzurda bulunan Derviş Dede’ye fikri sorulur. Derviş, kâğıttaki çizimleri inceler ve şöyle der:

-Sultanım, bu saat semâzen şeklinde olsun. Her saat başı, kollarını açıp semâ etsin ve gong çalsın.

Sultan Abdülhamid Han projeyi eline alır, dikkatlice inceler, tefekküre dalar ve dâhiyâne şu fikri söyler:

-Hayır gong çalmasın! Ezan okusun. Öyle bir tertip yapın ki, saat başı ezan okusun, der.

Kâğıda birkaç ayrıntı çizerek Musa Dede’ye verir. Musa Dede, “Ferman Sultan’ımındır” diyerek düşünceli bir şekilde huzurdan ayrılır.

 Guguklu, gonglu ve değişik melodili saatler mevcuttur. Bunlar; körük ve mekânik düzenlerle halledilebilmektedir. Ama ezan sesi, insan sesidir. Bu nasıl yapılabilir? Sultan’a, “Efendim bu nasıl olur?” demeden huzurdan çıkmıştır. Musa Dede, bu düşüncelerde sahafları dolaşırken, Fakir Dede’ye rastlar. Fakir Dede Melâmi Mevlevî meşrep bir zattır. Musa Dede, konuyu gizlice Fakir Dede’ye açar. Fakir Dede, Musa Dede’yi neşeye boğan şu bilgileri verir: ‘Frenk icadı gramofondan ilham alınabilir.’ Edison 1877 yılında fonograf cihazını bulmuştu. Fakir Dede, ses kaydı yapan bu cihazı önerir. Gramofonun 1887 yılının 20 Eylül’ünde Emil Berliner tarafından patenti alınmıştı. Yani ezan okuyan saat yapmak mümkündü.

Hemen çalışmalara başlandı. Kısa bir süre sonra, semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot yapıldı. Robotun özellikleri şu şekilde idi: Kaideye oturtulmuş gövdesi saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyordu. Etek kısmının üstündeki mazgallardan ezan sesi geliyordu. Öyle bir mekânizma kurulmuştu ki, tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, etrafında dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek eski yerine dönüyor, kollarını ve eteklerini indiriyordu. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.

Robotu Sultan Abdülhamid Han’a gösterdiklerinde, Sultan çok beğenmiş ve biraz da şaşkınlıkla:

-Bunun ismi Alâmet olsun. Bu tam bir Alâmet, demişti.

Alâmet’in gövdesinin boyun kısmına yakın yerinde altın işlemeli ay-yıldız, eteğindeki mazgalların altında ise Osmanlı Devlet Arması bulunuyordu. Sağ kolunun altında ise, bu projede yer alan ustaların baş harfleri yer almıştı.

Sultan Abdülhamid Han asrın harikası, sanat ve teknoloji eseri olan, ezan okuyan bu robotu, Ertuğrul Fırkateyni ile Japon İmparatoru’na özel bir mektup, nişanlar ve başka hediyelerle birlikte göndermişti.

Fırkateynin kafile başkanı Albay Osman Bey, gemi komutanı ise Yarbay Ali Bey’di. Temmuz 1889 yılında İstanbul’dan yola çıkan gemi, 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya’nın Yokohoma limanına varmış ve Japon hanedanınca görkemli bir tören ile karşılanmıştır.

                                                         *          *          *

Oktan Keelş’in Günlükten:

Şimdi, bu Alâmet isimli ezan okuyan saatin varlığı bugüne kadar niye bilinmedi? Japon elçiler İstanbul’a gelip, Sultan Abdülhamid Han’a Japonya’nın en büyük nişanı olanKrizantem’i verdiklerinde, mukabiliyet esasına göre, kendilerine Abdülhamid Han’ın da, Osmanlı Devlet’i adına Japon İmparatoru’na bir nişan verip vermeyeceği sorulur. Bunun üzerine Ertuğrul Fırkateyni ile Osmanlı Özel Nişanı ve yanında diğer hediye ve nişanlar, Osman Bey tarafından Japon İmparatoru’na takdim edilir.

Tarih kitapları ve Osmanlı arşivlerinde bu olaylar belgelerle sabittir. Fakat bilinmeyen konu şudur: Peki Alâmet isimli, ezan okuyan, saatli robottan neden hiç söz edilmez?! Bu işin sırrı da şudur: Belgelerde “Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon İmparatoru’na takdim edilmiştir.” denilmiştir. Bu kısımlar Japonlara ait belgelerde ise şu şekilde mevcuttur: “Osmanlı Devleti adına, Sultan Abdülhamid Han’ın elçileri, Osmanlınişan ve hediyelerini Japon İmparatoru’na sunmuşlardır.” İşin püf noktası, Alâmet’ten bahsedilmemesinin sırrı burada saklıdır. Osmanlıca, “alâmet” demek nişan, işaret demektir. Yani alâmet kelimesinin Osmanlıca lügat karşılığı ‘nişandır. İşte sır budur.Alâmet’ten, nişanlar ve hediyeler olarak kayıtlarda bahsedildiğinden, Alâmet adeta kamufle olmuştur. Yani bilerek bir saklama yoktur. Bugüne kadar tarihin tozlu sayfalarında saklı kalmış bir hakikat Sırdaş’ın Kara Kaplı’ya kaydetmesi ile ilk defa gün yüzüne çıkmış oldu.

Fakat yine de akıllara bazı soru işaretleri gelebilir? Meselâ, Japonlar niye bu robot (Alâmet) gerçeğini ifşa etmemişlerdir? Bu soruya şöyle yanıt bulunabilir: O dönemlerde Japon Hanedanlığı karışıklıklar yaşıyordu. Saraylar ve bazı özel hediye mekânları yağmalandı, soyuldu. Alâmet o karışık dönemde, bu soygunlar esnasında birinin eline geçmiş olabilir. Seikosha saat fabrikası 1892 yılında kurulmuş, 1899 yılında ilk alarmlı saati piyasaya sürmüştür. 1881 yılında Kintaro Hattori tarafından Seiko Co limited şirketi kurulmuştur. Soru şudur: Acaba Alâmet bu saatlere ilham olmuş mudur? Acaba Alâmet’in üzerinde bulunan, 7 ustanın isimlerinin baş harfleri bir şeyler ifade ediyor muydu? Ezan okuyan saatlerin menşeinin Japonya olmasında acaba Alâmet’in ne kadar etkisi vardır? Bilinmez ama bilinen bir şey varsa o da; ilk ezan okuyan ve robot sayılabilecek saati dünyada ilk defa Sultan Abdülhamid Han sahneye çıkarmış olduğudur.

        Alâmet’in tek resmi; Yıldız yağmasında muhtemelen yanmıştır. Deforme olmuş haliyle geride kalan parçasına baktığımızda; bu projede görev alan ustalardan biri elinde kurma kolu ile görülmekte, yanında ise Alâmet bulunmaktadır. Resmin üzerinde silinmiş Osmanlıca yazılar ve bir köşesinde silinmiş Japonca harfler yer almaktadır.

       Şunun bilinmesinde fayda vardır ki robot teknolojisi çoğunun bildiği gibi, yeni bir teknoloji değildir. 1900’lü yılların başında yayınlanan Osmanlıca gazetelerin birinde, “robotları kullanarak dünyanın ele geçirilmeye çalışılacağı ve bu yönde çalışmaların olduğu” yazmaktadır.
İslâm bilginleri, robot diye tabir edilen çalışmaları asırlar önce yapmıştır. Fakat bilinen ve işlevi olan ilk robot Alâmet’tir.


Hz. Ömer Hakkında Doğru Bildiğimiz
                      Yanlışlar!

 

İslam’ın yüz akı şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer hakkında yazı yazmak, onun bereketli hayatını birkaç sayfaya sığdırmak gerçekten kolay bir iş değildir. Hz. Ömer dediğiniz zaman cahiliyede geçen 33 yıllık samimi bir hayat demiş olursunuz. O küfründe de samimi idi; İslam’a geçince dahada samimiyeti ziyadeleşti. Küfründe samimi olduğu için Efendimiz (sas) ona ve dayısı olan Ebû Cehil’e dua etmiş: “Allah’ım! İki Ömer’den biri ile bu dini güçlendir” demişti. Ona bu duanın yapılmasının nedeni samimiyeti idi.

Hz. Ömer dediğiniz zaman İslam yolunda geçen 28 yıllık bir hayat demiş olursunuz. O hayat, öyle bir hayattı ki, 6 yıl geç gelmişti ama o geç kalışını basamakları ikişer ikişer çıkarak arayı kapatmış, 6 yıl geç gelmesine rağmen Efendimiz’in (sas) soluna geçmiş, o makamın hakkını ödemiş, hep Efendimiz’i kendinden razı etmişti. Ne kadar cahiliye yolunda gayret etmiş, mücadele vermişti ise daha fazlasını İslam için vermiş, hayatının boşa geçen zamanlarının kefaretini ödemiş biri idi.

Hz. Ömer dediğiniz zaman 2,5 yıl Hz. Ebû Bekir’in hilafet günlerinde nasıl halifeye vezir olunur bunu hayatı ile gösteren; Ridde olaylarında, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde, fetih hareketlerinde, her hayırlı işte öncü olan biri demiş olursunuz.

Hz. Ömer dediğiniz zaman 10,5 yıl hilafet günlerinde adalet, izzet, fetih, adına çok şey söylemiş olursunuz. O öyle bir yönetim tarzı ortaya koymuştu ki değil sadece dostları düşmanları bile kendisine hayran bırakmış, her işi ile attığı her adımı ile İslam’ın en büyük mucizesinin insan yetiştirme olduğunu âleme göstermiş, mucize istersen eğer İslam’dan önce Ömer, İslam’dan sonra Ömer dedirtmiştir.(M.Emin YILDIRIM)
                                 İLGİNÇ ŞEYLER için Tıklayınız..

İşte böyle bir şahsiyet olan Hz. Ömer’i birkaç sayfa da anlatmak gerçekten kolay değildir. Bundan dolayı biz bu yazımızda “Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar” başlığında, onun hakkında zihinlerimizde var olan bazı yanlış ve eksik bilgileri düzeltmeye çalışacağız.

Nedir peki Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar? Biz bu başlık altında sadece beş hususa değineceğiz. Bunlar;

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mıydı?

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i (sas) öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Buyurun bu maddeleri birer birer ele alalım.

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

Hz. Ömer’in İslam öncesi hayatı anlatılırken en fazla gündeme getirilen mesele kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömmesidir. Ancak bu konuda kaynak niteliğinde olan eserlerimizin hiçbirinde böyle bir rivayet geçmemektedir. Hz. Ömer, bu olayı anlatmıştır; cahiliye insanın bu büyük zulmü nasıl işlediklerini tasvir etmiştir. Ama hiçbir yerde “ben yaptım, ben kendi ellerimle kız çocuğumu gömdüm” dememiştir.

Bugün elimizdeki mevcut ensap kitapları Hz. Ömer’in gerek cahiliye döneminde, gerek İslam döneminde yaptığı tüm evlilikleri ve bu evliliklerden olan tüm çocuklarını bize verirler. Hz. Ömer, tam 10 evlilik yapmış, bu evliliklerden 3 kız, 8 oğlu olmuştur. Bu kızlardan en büyüğü Hafsa validemizdir; onun doğum tarihi ise Miladi 604’tür, yani nübüvvetten tam 6 yıl önce doğmuştur. Eğer Hz. Ömer böyle bir şey yapsaydı, Hz. Hafsa validemiz için de yapardı. Hz. Hafsa doğduğunda Hz. Ömer, 20 yaşlarında idi. İşte bu bilgilerde gösteriyor ki, Hz. Ömer için kız çocuğunu gömdü demek doğru bir iddia değildir.

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mı?

Bugün birçok siyer kitabımızda Hz. Ömer’in Müslüman oluşu anlatılırken onun 40. Müslüman olduğu söylenir. Bu bilginin asıl kaynağı İbn Hişam’ın es-Sîre’sidir. Eğer Hz. Ömer’in 40. Müslüman olduğunu kabul edersek, altı yıl boyunca Müslümanların sadece 39 kişi olduklarını söylemiş oluruz ki, bu birçok sahabinin o günlerde Müslüman oluşunu dikkate almamamıza neden olur.

Ancak dikkatle incelendiğinde, Efendimiz’in (sas) ilk 6 yıl içerisinde sistemli ve özel bir davet çalışması başlattığını ve bu davet çalışmalarının neticesinde kazanılan insan sayısının ise 128’e vardığına şahit oluruz. Dolayısı ile Hz. Ömer ile birlikte sayının 129 olduğunu belirtmek durumundayız. İbn Hişam’ın naklettiği 40 sayısını ise o gün için Darü’l-Erkam’da bulunan sahabîlerin sayısı olarak kabul etmeliyiz. Yani Hz. Ömer ile birlikte o gün Darü’l-Erkam’da bulunan sahabî sayısı 40’a varmış, ancak o 129. Müslüman olarak tarihe geçmiştir.

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i (sas) sadece öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

Bugün Hz. Ömer’in nasıl Müslüman olduğunu sorduğunuz zaman hemen hemen herkesin söylediği rivayet şu olacaktır: “Darü’n-Nedve’de, Efendimiz’in Mekke’de oluşturduğu tesir konuşulurken, Ömer hiddetlenir, ‘öldürelim Muhammed’i ve bu işi kökten bitirelim’ demiş, kılıcını kuşanmış, nerde olduğunu bilmediği ama duyduğu Safa tepesindeki bir evde onu aramaya doğru çıkmıştı. Yolda akrabalarından Nuaym b. Abdullah onu görmüş, hiddetli halinden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Müslüman olan Nuaym, Hz. Ömer’den nereye gittiğini sormuş, aldığı cevap üzerine Efendimiz’i korumak için hedefi değiştirmiş ve o ana kadar bilmediği bir şeyi ona söylemişti. Demişti ki: ‘Sen Muhammed’in peşine düşeceğine, önce enişten ve kız kardeşine bak!’ Hz. Ömer ilk kez duyduğu bu bilgiyi doğrulatmak için hemen kız kardeşi Fatıma bint Hattab’ın ve eniştesi ayrıca amcasının oğlu olan Said b. Zeyd’in evine doğru yönelmiş, oraya yaklaştığında, içeriden bazı sesler duymuştu. O anda da Habbab b. Eret, o evin sakinlerine yeni nazil olan Kur’an ayetlerini okumaktadır. Hz. Ömer hiddetle kapıyı çalmış, içeriye girmiş; Habbab hemen evin bir köşesine saklanmış, okunan ayetlerde ortadan kaldırılmıştı. Hz. Ömer ne okuduklarını sormuş, onların Müslüman olup olmadıklarını sorgulamış, önce eniştesine, sonra kız kardeşine birer tokat patlatmıştı. Kız kardeşinin yüzünden süzülen kan bir anda Ömer’i sakinleştirmiş ve o anda okunan ayetlerin ne olduğunu sormuştu. Önce Ömer’in zarar vermesinden korktukları için ayetler gizlenmiş, ama ısrar edince Taha Sûresi’ndeki ayetler getirilmiş, orada okunmuş ve Hz. Ömer imana doğru yürümeye başlamıştı. Bu hali, o ana kadar gizlice izleyen Habbab b. Eret, saklandığı yerden çıkmış ve: “Vallahi! Ey Ömer! Ben Resulullah’ın senin için dua ettiğini işittim” demiş, bunun üzerine Ömer Efendimiz’in yerini sormuş; Habbab tarif etmiş ve Ömer dirilmek için Erkam’ın evinin yolunu tutmuştu.”

Bilinen bu rivayet doğrudur ve başta İbn Hişam ve İbn Sa’d olmak üzere birçok kaynağımızda da bu şekilde geçmektedir. Ancak biraz daha derinlemesine araştırdığımızda Hz. Ömer’in yukarıda aktardığımız imana yürüyüş kıssasının öncesinde de iki önemli hadise olduğunu görmekteyiz.

Bu hadiselerden ilki şudur: Hz. Ömer, Nübüvvetin 5. yılı, ilk Habeşistan hicretine katılmak için hazırlık yapan antlaşmalı köleleri Amr b. Rebia ve hanımı Leyla bint Ebî Hasme’nin yanına gelir. Hz. Ömer bunlara ve kölesi Zinnure’ye Müslüman oldukları için çok işkence yapmıştır. Onları öyle döver, öyle döverdi ki; sonra yorulur biraz ara verir. Ara verince de onlara derdi ki: “Sanmayın size acıdığım için durdum, yorulduğum için durdum. Biraz dinleneyim yine başlayacağım sizi dövmeye!” İşte Amr ve hanımı Leyla bu işkencelerden bitap düşüp, hicret etmeye karar verince, Hz. Ömer onların yanına gider. Amr yoktur o anda evde; Leyla onu karşılar. Hz. Ömer hazırlıklarını görünce; “bir yere mi gidiyorsunuz?” diye sorar; Leyla’da: “İşkencelerinizden bıktık, sizin yüzünüzden çıkıp Habeşistan’a gideceğiz” der. O anda Hz. Ömer duygulanır, sesi titrer ve der ki: “Gidin Allah yardımcınız olsun!” Leyla, Ömer’in o haline şaşar. Biraz sonra kocası Amr gelince ona der ki: “Az önce Ömer buradaydı, şöyle şöyle oldu. Ben öyle tahmin ediyorum ki Ömer Müslüman olacak!” Amr güler ve der ki: “Ömer’in babası Hattab’ın, ölmüş eşeği kalkar Müslüman olur, yine de Ömer Müslüman olmaz.” Amr ümidi kesmiştir. Ama Hz. Ömer’in gerçekten o gün yüreğine iman tohumu az da olsa düşmüştür. Bu onun imana yürüyüşünün ilk basamağıdır.

İkinci hadise ise şudur: Hz. Ömer bir gece Kâbe’ye doğru gelirken, Efendimiz’in orada ibadet ettiğini görür. Gizlice Efendimiz’e doğru yaklaşır ve ne yaptığını merak eder. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nden ayetler okumaktadır. Sözün kalitelisini çok iyi bilen Hz. Ömer, içinden bunlar bir şair sözüdür diye bir şey geçirir. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nin 41. ayetini okur: “Ve ma huve bi kavlin şair kalilen ma tüminun/ O bir şair sözü değildir; ne da az iman ediyorsunuz?” Bu ayeti duyunca Hz. Ömer şaşırır, benim içimi mi okuyor bu adam, yoksa o bir kâhin mi der. Efendimiz bir sonraki ayeti okur: “Ve la bi kavli kâhin kalilen ma tezekkerün/ O bir kâhin sözü de değildir ne kadar az düşünüyorsunuz?” Bu ayet karşısında bir kez daha sarsılır Hz. Ömer ve der ki: “Bu sözler Muhammedin uydurması mı?” O anda bir sonraki ayeti okur Efendimiz: “Eğer bu sözleri Muhammed uydurmuş olsaydı onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onu can damarından koparırdık!” Bu ayeti de duyunca Hz. Ömer daha da sarsılır ve hemen orayı terk eder. Ama günlerce, duyduğu o ayetlerin tesiri altında ezilir. İşte Hz. Ömer, öncesinde bu iki hadiseyi yaşayarak imana doğru yürür, en son kız kardeşinin evinde olanlarla süreç tamamlanmış olur.

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

Ne yazık ki bazı çevreler Hz. Ömer’in dini sahada çok rahat davrandığını iddia etmekte, her zaman maslahat öncelikli bir duruş sergilediğini dile getirmektedirler. Ancak bu konuda da Hz. Ömer’in hayatını dikkatlice okuduğumuz zaman onun ne kadar Kur’an ve Sünnete, kendisi ile aynı dönemi yaşayan fakih sahabilerin görüşlerine sıkıca bağlı olduğu görülür.

Halife olduğu günler karşısına gelen yeni meselelerde elbette bazı içtihatları olmuştur. Ancak bir mesele hakkında içtihatta bulunsa ve bu konuda daha sonra bir ayetin veya bir hadisin olduğunu duysa anında görüşünden vazgeçer ve Kur’an’a ve Sünnete sıkı sıkıya sarılırdı. Mesela; Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar: “Ya Emire’l-Müminin! Hanımlar mihr oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile adeta yarışır gibi davranıyorlar. Bizde bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasınlar!” dediler. Hz. Ömer gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve o gün Mescid-i Nebevi’de bir hutbe verdi; hutbesinde bu meseleye değindi. O anda hanımlar bölümünden bir ses yükseldi. Seslenen hanım diyordu ki: “Ey Müminlerin Emiri! Sen nasıl Allah’ın bize verdiği hakkı bizden esirgiyorsun. Allah Nisa Süresi 20. ayette “onlara kantar kantar, yüklerle mehir verseniz bile geri almayın” demiyor mu? Bu itiraz karşısında Hz. Ömer’in tavrı asla maslahat olmamış, anında geri adım atarak bu sözünden vazgeçmiştir. Koca Halife, Allah’ın kitabına rağmen konuşmamak için: “Esabet imraetün ve ahta Ömer/ Kadın isabet etti, Ömer ise hata etti” demiş ve kendisini Allah’ın kitabını o kadın kadar bilmemekle kınamıştır. Bu tavır bize çok şey söylemelidir.

Yine hilafeti günlerinde parmakların diyeti ile alakalı bir tartışma olmuştu. Efendimiz’den bu konuda bir şey duymamış, kendi kıyas yolu ile her parmağın aynı olmadığını dolayısı ile her parmağın ayrı bir diyetinin olması gerektiğini söylemişti. Mesela; başparmak için 15 deve, işaret, orta ve yüzük parmağı için 10 deve, serçe parmak için ise 6 deve diye diyet bedeli belirlemişti. Ama sonra bir sahabîden duymuştu ki, Efendimiz; tüm parmaklara 10 deve diyet bedeli belirlemiş, artık orada bana göre diye bir söz söylemeden anında bu görüşünden vazgeçmiş ve tüm parmakların diyet bedelinin 10 deve olduğunu söylemişti.

Dolayısı ile Hz. Ömer, diğer tüm sahabe gibi Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı yaşamış, onların konuştukları yerde susmuş, sustukları yerde ise maslahatı gözeterek konuşmuştur.

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Evet, o gerçekten celal sıfatlı idi. Biz onu hep elinde kılıç yanlış bir iş yapanın kafasını kesmeye hazır bekleyen biri olarak görürüz. el-Hak böyledir de; çoğu zaman Hz.Ömer’in hali budur. Ama celal sıfatı asla zulme, haksızlığa dönüşmemiş, bilakis Hz. Ömer’in adı hep adalet ile anılır olmuştur. Peki, celal sıfatı nasıl olmuştur da, zulme değil, hakkaniyete dönüşmüştür? Çünkü Hz. Ömer’in şahsiyetinin üç temel esası vardı. Bunlar, Adalet, kuvvet ve rahmetti. Adaletin tesisi için kuvvet şarttı. Kuvvet olmazsa, güç olmazsa otorite sağlanmaz, zaafiyet baş gösterebilirdi. Ancak kuvvetin hemen karşısına rahmet konmazsa, o kuvvet Allah korusun zulme, haksızlığa dönüşebilirdi. İşte Hz. Ömer celal sıfatı ile adalet terazisini hayatında kurarken, bir kefesine kuvveti, bir diğer kefesine rahmeti koymuştu. Böyle olunca da o adaletin timsali, örneği ve rehberi olmuştu.

Bu yazımızda Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz bazı yanlışları öğrendiğimiz gibi, onun şahsiyetinin en temel anahtar kavramlarını da öğrendik. Bu anahtar kavramlar, Samimiyet, Farukiyet, Adalet, Kuvvet ve Rahmet’tir. Bu beş kavram onun hayatında olduğu için tarih onu hep övgü ile kayıt etti. Peki, bu kavramlar Hz. Ömer’in ruhunu diriltmek isteyen bu çağın insanına bir şeyler söylemesin mi?

Buyurun söylenen mesajları beraberce okuyalım:

1- Samimiyet kalbinin esası olsun ki, salihlerin duasını alabilesin.

2- Farukiyet aklının esası olsun ki, hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilesin.

3- Adalet eylemlerinin esası olsun ki, hak edene hak ettiğini verebilesin.

4- Kuvvet elinin esası olsun ki, hakkın ikamesi adına otorite sağlayabilesin.

5- Rahmet hayatının esası olsun ki, merhamet gösterip, merhamet bulabilesin.

HİCAZ’ı nasıl kaybettik?!(27 Haziran 1916)
 
Türkçeye “Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik” adıyla çevrilen hatıralarında, Şerif Hüseyin’in oğlu, bugünkü Ürdün Kralı’nın büyük dedesi Abdullah, daha 1914 yılında Osmanlı’ya ihanet için İngilizlerle temasa geçtiklerini itiraf eder.
Kral Abdullah, Mısır’da, İngiliz Doğu İşleri Sekreteri Lord Kitchener ile görüşmüş; Kitchener de “çok Gizli” notuyla görüşmeyi Londra’ya iletmiştir. Notta, Kral Abdullah, Türk Hükümeti babasını şeriflikten azlederse isyan edeceklerini söylemekte, sözlerinin de çok gizli tutulmasını, hiçbir şekilde İstanbul’un duymamasını istemektedir.
Cemal Paşa, Şerif Hüseyin ve oğulları ile İngilizler arasındaki bu erken teması ancak 1919 yılında, her şey bittikten sonra, İngiliz Temps gazetesinde çıkan bir makaleden öğrenebilmiştir. Sonradan Kral Abdullah da bu makalede yazılanları doğrulamıştır: Şerif Hüseyin, 1915 yılında İngilizlerle çok yoğun ve gizli yazışmalar yoluyla kıran kırana bir pazarlık yapmış, İngilizlerden, kuzeyde Mersin ve Adana dahil Kürtlerle sınır olan bölgeler, doğuda İran sınırına kadar, güneyde Aden hariç tüm yarımada ve batıda Filistin dahil Mersin’e kadar olan hattı istemiş, bunun karşılığında Osmanlı’ya isyan edeceğinin, kurulacak yeni devletinde İngilizler’e sınırsız imtiyazlar sağlayacağının sözünü vermiştir. Sınırlar biraz daraltılır ve Şerif Hüseyin ile İngilizler arasında anlaşmaya varılır.
İngilizlerle bu kirli pazarlığı yaparken, Şerif Hüseyin ve oğulları Osmanlı’ya, Padişah’a, Enver ve Cemal Paşalar’a sürekli övgü dolu mektuplar göndermekte, Halife’ye bağlılıklarını bildirmekte, İstanbul’un, kulu, kölesi olduklarını her fırsatta ifade etmektedirler.
İngilizler, kendi iç yazışmalarında, Şerif Hüseyin’i “Kurnaz, yalancı, kibirli, cahil, arsız, gaddar bir Arap Şeyhi” olarak tanımlamaktadırlar; Osmanlı’nın ise, Şerif Hüseyin’in gerçek yüzünü görmesi epeyce zaman alacak, ihanet fark edildiğinde yapacak bir şey kalmayacaktır.
İngilizlerin tam desteğini aldıktan sonra, Şerif Hüseyin ve oğulları 10 Haziran 1916’da Osmanlı’ya karşı isyanı Mekke’de başlatırlar. Mekke’deki Osmanlı Hükümet Konağı Hamidiye ve Ecyad Kalesi kuşatılır. Binbaşı Ziya Bey, Hamidiye’de, 30 askeriyle binlerce çapulcuya karşı direnir. Bina, içindekilerle yakılmak istenir ama Mehmetçik yangını söndürür. Nihayetinde Ziya Bey teslim olur. Ecyad Kalesi’nde ise Yüzbaşı Kamil Bey, tarihin kıymetini maalesef takdir etmediği büyük bir direniş sergiler. Kamil Bey, Kabe tarafına ne tek bir gülle, ne de tek bir kurşun attırmaktadır; ama Şerif Hüseyin’in çapulcuları Kabe tarafından Ecyad’ı top atışına tutarlar. Önce bayrak düşer, sonra Yüzbaşı Kamil Bey şehit olur ve Ecyad da hainlerin eline geçer.
Şerif Hüseyin ve oğulları Cidde’ye yönelirler. Cidde, zaten yoğun İngiliz taarruzu altındadır. İngilizler Cidde’yi alıp Şerif Hüseyin’e teslim ederler. (yh)Sonra Taif düşer. Sıra Medine’ye gelmiştir ama Medine’de Fahrettin Paşa vardır. Fahrettin Paşa, 3 gün, 3 ay değil, yaklaşık 3 yıl direnmiş, Mekke, Kudüs, Şam, Bağdat düşmesine rağmen Medine’yi düşürmemiş, İngiliz destekli hainleri Medine’ye sokmamıştır. Mondros Mütarekesi’ne rağmen, İstanbul’dan gelen tahliye emirlerini de duymazdan gelmiş, nihayet, baskılara dayanamayarak, 1919 yılının Ocak ayında Medine’yi, Osmanlı’nın Hicaz’daki son toprağını da teslim etmek zorunda kalmıştır.
Şerif Hüseyin ve çapulcularının 1. Cihan Harbi’nde “ihanet” ve “arkadan hançerleme” dışında hiçbir fonksiyonları olmadı. İngilizlerin “yedek gücü” olarak, Lawrence önderliğinde sadece eşkıyalık yaptılar.
 
Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Şerif Hüseyin’in ihanet ve isyanına asla tüm Araplar katılmamış, hatta birçok çatışmada Şerif Hüseyin’in paralı katillerine karşı Araplar Osmanlı safında direnmiştir.
Dr. İsmail Köse, isyanı etraflıca ele aldığı kitabında, 1915 yılı başından 1919 sonuna kadar İngilizlerin Şerif Hüseyin’e 6.050.000 sterlin gönderdiğini yazıyor. Şerif Hüseyin, işte bu para karşılığında Osmanlı’ya isyan etmiş, Filistin ve Kudüs’ü Siyonistlere, Suriye’yi Fransızlara, Irak ve Hicaz’ın petrollerini de İngiliz ve Amerikalılara satmıştır. Savaş bitince İngilizler de Şerif Hüseyin’i satmış, Hicaz’ı bugünkü Suud ailesine teslim etmiş, Şerif Hüseyin’i Kıbrıs’a sürgüne göndermiş, sadece oğlu Abdullah’a, İsrail’in arka bahçesini korusun diye, bugünkü Ürdün’ü ve krallığını vermiştir.
Son 100 yıldır, Ortadoğu’da akan her damla kan, Filistin ve Kudüs için dökülen her damla gözyaşı ve emperyalizme pompalanan her damla petrol, Şerif Hüseyin ve oğullarının Osmanlı’ya ihanetinin bir eseridir.
 
100 yıl önce Hicaz’ı kaybetmemizin nedeni, ihanet kadar, Payitaht İstanbul’un, kendi iktidar kavgaları içinde uyarıları dikkate almaması, yaklaşan tehlikeyi, ihaneti görmemesidir.
100 yıl önce, tam da bugünlerde, Osmanlı’yı, dışardan saldırılardan ziyade, içerdeki kavga, hırs ve vurdumduymazlık yıkmıştır.
 
Hicaz’ın isimsiz ve aziz şehitlerinin ruhları şad olsun, mekanları inşaAllah Cennet olsun!