Şubat ayı neden 28 gündür?
-Safer ayı için bela ayı diyorlar, bu doğru mudur? Peygamberimiz (asm)’in bu ayda belaya uğrayıp hasta olduğu doğru mudur ve bu ay için özel bir ibadet veya korunma duası var mıdır?
Değerli kardeşimiz;
-Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bilindiği gibi Muharrem ayıdır ve içinde aşûre günü vardı. Üçüncüsü ise Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza ve gönlümüze teşrif etti.
Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde farz kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşrî kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği sahih hadislerde beyan edilir.
İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde ve Zi’l-Hicce aylarının hürmet duyulan aylardan olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor.
Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Arefe gün ve geceleri, Kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûre günü vs. gibi. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler yapılır.
Görüldüğü gibi İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; âfetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen her hangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Belli ayları İlâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın irâdesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz.
İlâhî îkâz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını farz etsek bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir.
Safer ayı, cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise “Umre her zaman helâldir!” buyurarak bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı. (Buhari, Hac, H. No:777) Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında yer yer varlığını sürdüre gelen hurafelerden olduğunu görüyoruz.
Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İslâm’da taşe’üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe’ül (iyiye yorma) dır.” (Buharî, Tıb, 54)
Böylece buu zararlı anlayışın İslam’da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
“Eşya da uğursuzluk yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur.” (Müslim, Selâm, 102)
SONUÇ:
Safer ayının uğursuz olduğu ve bu ayda bela ve musibetlerin çokça meydana geldiği şeklinde bir anlayış cahiliye dönemine ait olup (Ebû Davûd,Tıb, 24), dinimizde yeri yoktur. Dolayısıyla böyle bir anlayış hurafedir. Şöyleki bu ayın diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle bir anlayışı reddetmiştir. Ebû Hureyre (r.a.)’den gelen rivayete göre Rasûlullah(s.a.s.); “Hastalığın, sahibinden bir başkasına kendi kendine sirâyeti yoktur,eşyada uğursuzluk yoktur. Baykuş ötmesinin te’sîri ve kötülüğü de yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. Bunlar Cahiliyet hurâfeleridir. Fakat (ey mü’min!)sen cüzzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!” (Buhari, Tıb 19) buyurmuştur.
YOBAZ(DİNDAR İNSANLAR KASTEDİLİYOR)
Avrupalılar, Türklerin ilerleyişini önleyebilmek için dünya devletlerinden oluşan kalabalık ve güçlü bir haçlı ordusu oluşturmuştur. Haçlı orduları, Anadolu’ya Türklerin girişini engellemek için Selçuklularla Malazgirt’te (1071) savaşmış ancak Muvaffak olamamıştır. Osmanlı dönemlerinde de Türkleri tarih sahnesinden silmek için tarihin kayıt edebildiği on yedi haçlı seferi düzenlenmiş, ama yine Türklerin ilerleyişine engel olamamışlardır. Batılı din ve siyaset adamları, savaş yoluyla Türkleri durdurmanın imkânsız olduğunu fark edip, farklı stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. Konuya ışık tutacağını düşündüğüm tarihi bir olayı aktarmakta fayda görüyorum. Siz içeriden, biz dışarıdan yıkmaya çalışıyoruz ama… Sultan Abdülaziz, Paris’te açılan 1866–1867 sergisi münasebetiyle yaptığı seyahatte Keçeci-zade Fuat Paşa’yı refakatine almıştı. Seyahat sırasında Compte de Montauban de Palitan Üçüncü Napolyon’un başvekili idi. Üzerinde seraskerlik vazifesi de vardı. Üçüncü Napolyon, Süveyş Kanalı’nı açtırmak, Girit’i Yunanistan’a bağlamak istiyordu. Compte de Montauban de Palitan ile Fuat Paşa arasında mühim siyasi görüşmeler yapıldı. Nihayet bu konuşmalar sırasında bir gün Compte de Montauban, Keçeci-zade’ye şöyle demiştir: “Neye beyhude ısrar ediyorsunuz? Hangi kuvvetinize güveniyorsunuz? Osmanlı Hükümeti’nin ne derece zaafa düştüğünü görmüyor musunuz?” Fuat Paşa derhal karşılık verdi: “Hayır Kont! Osmanlı zaafa düşmemiştir. Bütün kuvvetini muhafaza ediyor ve edecektir. Osmanlı en kuvvetli, en duyarlı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz de içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” Fuat Paşa’nın bu cevabı karşısında Fransız başvekil ister istemez kahkaha attı. Girit meselesi bir nükte ile böylece halledilmiş oldu. Bu tarihi vakıa, politik bir vakıadır. Osmanlı, topraklarının büyük bölümünü politik oyunlarla, bir kısmını da haçlı saldırıları sonucunda kaybetmiştir; ama bu tür girişimler Türk Milleti’ni tarih sahnesinden silmeye yeterli olamamıştır. Avrupalılar, bu necip milleti yeryüzünden silebilmek için onların dini ve milli inanç sistemlerini yok ederek amaçlarına ulaşmayı planlamışlardır. İşte, misyonerleri vasıtasıyla yaptıkları yozlaştırma çalışmalarından bazı örnekler:
1-) Üzümünü ye, bağını sorma: Bu sözü enine boyuna analiz ettiğimizde şu çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor. a-) İkiyüzlü olmamız isteniyor, b-) Hırsızlığa davetiye çıkartıyor, c-) Kul haklarını ortadan kaldırıyor,
2-) Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Bu sözün analizini yaptığımızda da şu sonuçları elde ediyoruz. a-) Misyonerler, doğru söyleyenlerin başlarına türlü belaların geleceğini ileri sürerek; yalan söylemenin en meşru yol olduğuna insanlarımızı inandırmışlardır. b-) Yalan söylemek genellenmiştir. Sır doğrular ile sıradan doğrular birbirine karıştırılmıştır. Amaç; toplumun ahlak, yardımlaşma, hoşgörü ve birbirine olan güven duygularını ortadan kaldırmaktır. Sonuç olarak; doğruları konuşmak, hak ve adaletin tecelli etmesi bakımından çok önemlidir. Ancak doğrular, doğru ortamlarda doğru kişilere söylenmelidir. Aksi halde toplumda fitnelerin çoğalmasına sebebiyet verir.
3-) Bal tutan parmağını yalar: Bu söz üzerine biraz dikkat kesilip, düşündüğümüzde; bu sözün ardında buram buran menfaatçiliğin yattığını rahatlıkla görebiliriz. Bizler, bu sözden şu sonucu çıkarabiliriz: Çıkar elde edebileceği bir işte çalışan bir kişinin, kamu menfaatlerini ikinci plana atıp, yaptığı bu işten önce kendine pay çıkarmalıdır. Faziletin kaybolmasına sebebiyet verecek bu söz kesinlikle bize ait değildir. Kabul edilir ki; İslam inancıyla yaşayan Müslümanlar, yaptığı işi devleti ve milleti adına yaparlar. Her ne kadar kaynağın başında otursalar da asla o kaynaktan sebeplenme hakkına sahip değillerdir. İslam inancı, inananlarını fedakâr olmaya yöneltmiştir. Devlet kaynaklarının yetişmediği dönemlerde, görev yapanların da fedakârlık yapmasını istemiştir.
4-) Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: İlk bakışta pek zararlı gibi görünmeyen bu söz üzerinde biraz düşünülürse; yine buram buram fitne ve felaket koktuğunu anlayabiliriz. O felaketlerden bazıları: a-) Toplumda dayanışmayı yok etmek, b-) Şer işlerle iştigal edenlerin işlerini kolaylaştırmak, c-) Toplumda korkuyu ve baskıyı hâkim kılmak,
5-) Her koyun kendi bacağından asılır: Asırlardır, yaşam tarzımızda varlığını kuvvetlendirerek sürdüren bu fitne sözün kısa bir analizini yaptığımızda kafamızda şu düşünceler oluşuyor: İnsanların işlediği suçların cezasını sadece kişinin kendisi çeker. Bu haliyle çok masum gibi görünüyor; ancak suç işleyenler, bizim akraba veya komşumuz olabilir. Bu durumda, atasözüdür diyerek yapılan yanlışların seyircisi olamayız. Her aile, kendi yakınının yanlışlarını düzeltmekle mükelleftir. Çünkü toplumda düzen ancak bu şekilde sağlanabilir. Şunu da akıllardan uzak tutmamak gerekir ki; kişilerin işlediği suçların bedelini toplum olarak hepimiz çekmekteyiz.
6-) Merhametten maraz doğar: Bu yanlış söz için şu tespitlerde bulunabiliriz: Merhamet, acıma duygusudur. İyilik yapmak, saygıdeğer bir davranıştır. Zor durumda kalan bir insanın yardımına koşmak insana manevi bir haz verir. İnsanlar, birbirlerine iyilik yaparken kesinlikle menfaat peşinde olmazlar. Aksi halde, karşılık beklenerek yapılan yardımlar, yardım olmaktan çıkar, çıkar ilişkisine dönüşür. Şimdi merhametten maraz çıkacağını düşünerek müşkül durumda bulunan insanlara yardımcı olmaz isek, gün gelip bizlerde müşkül durumlara düşünce, tutunacak bir dal, bir dost eli aramaz mıyız? O zaman mı anlamalıyız bu sözün yanlış ve maksatlı olduğunu? Yardım ile merhameti birbirinden ayrı tutmak asla mümkün olmamıştır. Zaten yardım etmekten kaçınan bir kişide merhamet duygularının olmadığı çok açıktır. Merhamet, yardım duygusunu beraberinde getirdiği için bir toplumda asla vazgeçilemeyecek bir kaynaşma ve yardımlaşma kaynağıdır. Merhamet, bir toplumun her türlü zorluğa karşı dimdik ayakta kalmasını sağlayan ahlaki prensiplerdendir. Merhamet ve yardımlaşma duygusunu yitirmiş toplumlar, en ufak bir sarsıntıda yerle bir olmaya mahkûmdur. Bizler, dini ve milli inançlarımızın gereklerini yerine getirmekten büyük onur duymaktayız ve bizi biz yapan inançlarımızdan asla ödün vermemeliyiz. Bu sözü, toplumsal yardımlaşma ve merhamet duygularımızı tamamen ortadan kaldırmak isteyen misyonerlerin ortaya attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sözün hamisi olanlar, bir gün başları sıkıştığında; “Sakın bana merhamet etmeyin, maraz doğar” diyerek, kendisine uzanacak yardım elini geri çevirebilecekler mi acaba?
Son söz olarak gerçek Atasözlerimiz için şu bilgileri ilave edebiliriz: Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır. Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır. Bize ait olan atasözlerinin özellikleri; değiştirilmeden bir kalıp olarak kullanılması, kısa ve özlü olmaları dikkat çeker. Diğer yönüyle baktığımızda, yaşanan olaylar karşısında Türk insanının ileri görüşlülüğü, çevik bir zekâya sahip olması, hayal kurma kabiliyeti ve ince bir espri yeteneğine sahip olmaları yönüyle Türklerin kültürel zenginliğini ortaya koymaktadır.
Bu bakımdan bize ait olmadığı hemen anlaşılan fitne atasözlerini bir an evvel hayatımızdan kaldırıp atmalı, bize ait olan atasözlerimize kültür mirasımız olarak sahip çıkmalıyız. Aksi halde yozlaşmalarla birlikte toplumsal çözülmeler kaçınılmaz olacaktır. …
İşte İslam’a göre koyulması sakıncalı, yasak ve yanlış olan kız çocuk ve erkek çocuk isimleri:
Dinen Caiz Olmayan İsimler
Bebek doğacağı zaman aileler isim arama telaşına düşer. Özellikle pek çok aile, isiminKurna-ı Kerimde geçen isim olmasını ister. Fakat Kuranı- Kerimde geçen her kelime isim olarak kullanılamaz. İsim seçerken önemli olan, ismin anlamının güzel olması ve yaşanılan toplum kültürüne yabancı olmamasıdır. Bu gün sizlere, insanların Kuranda geçtiği için çocuklarına koyduğu fakat dinimizde caiz olmayan isimler:
Sanem İsminin Anlamı ; Put anlamına gelen bir sözcük olduğu için çocuğa konulması uygun değildir.
Samet İsminin Anlamı ; Samet ismi son zamanlarda pek çok çocukta rastlanılan bir isim. ‘hiç kimseye muhtaç olmayan’ demektir. Bu sadece Allah’a mahsus bir durumdur, dolayısiyle isim olarak kullanılamaz.
Aleyna İsminin Anlamı ; Aleyna da son zamanlarda kız çocuklarında en çok rastlanılan isimlerden bir tanesi.. üstümüze bela, sıkıntı aksın demektir.
Kezban İsminin Analamı ; Kezban eskilerden çok kullanılan bir isim.. Şimdilerde çok sık rastlanmayan Kezban İsminin Analamı Yalancıdır. Kuran-ı Kerimde geçiyor olmasına rağmen dinen caiz olmayan isimler arasındadır.
Ayrıca; Resul, Nebi, Cebrail,Azrail, Mikail, İsrafil isimlerin konulması dinen hoş değildir.
Bekir İsminin Anlamı ; ‘deve yavrusu’ demektir. Bu isim belki Hz.Ebubekir’den dolayı konuyor ama; aslında Hz. Ebubekir’in esas ismi Abdullah’tır, Ebubekir ise lakabıdır.
Asiye İsminin Anlamı ; ‘isyan’ eden anlamına gelir.
Berre İsminin Anlamı ; Peygamber Efendimiz”in, güzel manalı olan bazı isimleri daha güzeliyle değiştirdiği de olmuştur. Mesela Peygamberimiz, “iyi insan, kusursuz kimse, günahsız” anlamına gelen Berre/Berra ismini Zeynep”e çevirmiştir. Bu ismi taşıyanın zihninde, kendini beğenme gibi bir mana oluşabilir. Bu da ismi taşıyan kişinin karakterini olumsuz yönde etkileyebilir.
Cemre İsminin Anlamı ; Peygamberimiz bazı isimleri anlamlarının kötülüğünden dolayı değiştirirken ateş parçası manasına gelen Cemre’yi de güzel kız manasına gelen Cemile’yle değiştirmiş.
Melis İsminin Anlamı ; Melis Melisa’nin kisaltılmışı sanılıyor çoğu zaman.
Bu yüzden ‘Yunan mitolojisinde geçen bir rahibenin adı, Bir tür kokulu bitki, bal, sevgili’ gibi anlamlar yaziliyor Melis için,
fakat bu anlamlar Melisa’nin anlamlari.. Melis’in degil!
Gerçek anlam:
1. Şişman ve tenbel olan kişi
2. Bir şeyi şiddetle tutmak
Gülsüm İsminin Anlamı ;‘gariban, zavallı, kimsesiz anlamındadır.
Julide İsminin Anlamı ; Farsça’da dağınık,perişan’ demektir.
İrem İsminin Anlamı ; ‘Cennet bahçesi’ olarak bilinir ama aslinda ‘Allah’ın gazabına uğrayan sahte cennet’ tir.
Bade İsminin Anlamı ; ‘içki’ demektir.
Hannas İsminin Anlamı ;‘şeytanın’ ismidir.
Alara,Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil ‘gayrimüslim’ isimleridir.
Rumeysa İsminin Anlamı ; ‘gözü çapaklı kadın’ demektir.
Hüreyre İsminin Anlamı ; ‘kedicik’ demektir.
Kayra İsminin Anlamı ; Kayra eski Türk mitolojisinde ‘tanrı’ demektir, Allah’tan başka ilah olmaz. Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır.
Tuanna İsminin Anlamı ; Tuananın anlamı çogu insan tarafından beğeniliyor, çünkü bu ismin anlamını Cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlası sanıyorlar. Fakat Tuana Cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlası anlamına gelmiyor!Kuran-i Kerim’in Arapça yazıldığını herkes biliyor. Tuana ise Arapça kökenli bir isim olmadığı için Kuran’da geçemez ve cennet ile ilgili bir anlam taşıyamaz!
Tuananın gerçek anlamları ay ışığı, güçlü, kuvvetli.
Sude İsminin Anlamı ;
1. Ezilmiş, dövülmüş,sürülmüş
2. Terleyen
3. Boyalı, sürmeli
Suden İsminin Anlamı ; Sudenin anlamı bazı sitelerde Peygamber efendimizin Cennetteki en çok sevdiği ağaç olarak belirtilmiş. Fakat Suden kesinlikle Hz. Peygamberimizin Cennetteki en sevdiği ağaç değil!Kuranda her geçen kelimenin isim olarak konulmaması gerektiğinin en iyi örneklerden biri Suden kelimesidir. Evet, Suden Kuranda geçiyor, ama başıboş, sorumsuz gibi kötü bir anlam taşıyor. Bu yüzden Suden önerilmeyen bir isim.
Melis İsminin Anlamı ; Yunan mitolojisinde ‘tanrıça’ demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir.
Ecrin İsminin anlamı, Allahın Hediyesi olarak bilinse de aslında, ‘ücret’ anlamına gelir. Bir insan ücret olamaz.
Buğlem İsminin Alnamı ;Internette yazan anlamı: Cenneti müjdeleyen melek Gerçek anlami: eski bir kızılderili dilinde ‘bereket yüklü buluttur.
Ceylin İsminin Anlamı ;Çoğu yerde Ceylin’in anlamı ‘Cennet kapısı’ olarak belirtilmiştir. Fakat Ceylin Kuran-ı-Kerim’de geçmeyen ve ‘Cennet kapısı’ anlamına gelmeyen bir isimdir! Cennetin sekiz kapısı vardır: Salat Cihad Reyyan Sadaka Hac Af Eymen ve Zikir-İlim kapısı. Gördüğünüz gibi Ceylin bu kapılar arasında yer almıyor. Ceylin Ingiliz bir isim olan Jaylin’in Türkçeleştirilmiş halidir. Jaylin ‘sakin’ manasına gelen bir isimdir. Ceylin veya Jaylin ismini koymak bir Müslüman için uygun değildir. Ceyl Farsçada ‘yengeç’ demek. Ceylin’in baska bir anlami: yengeç yuvası.
Yılbaşında neden hindi yenir?
BAY NECATİ’NİN ÖLÜMÜ
Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu.
HOCALI KATLİAMMI!..
Azeri ve Ermeni güçleri arasında 1988 yılında başlayan Karabağ savaşı devam ederken Azerbaycan Cumhuriyeti Dağlık Karabağ bölgesinde yer alan Hocalı kasabası Ermeni güçlerinin saldırısına uğradı. 25-26 Şubat gecesi Ermeni güçleri Hocalı kasabasının giriş ve çıkışlarını kapatarak 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olarak toplam 613 Azeriyi vahşice öldürdü. 487 kişi de yaralı olarak kurtuldu. Saldırı sonucunda 1275 kişi esir alınırken sekiz ailenin tamamen yok edildiği ifade edildi. Esir alınanlardan 150 kişinin ise yaşayıp yaşamadığı bilinmiyor.
UNUTMA! UNUTTURMA!
11 Madde İle İngilizlere Karşı Kazanılan
Kutul Amare Zaferi ve Önemi
Bugünlerde sıkça gündemde olan Kutul Amare zaferi, tıpkı Çanakkale gibi, Osmanlı’nın 1.Dünya Savaşında kazandığı önemli zaferlerden birisidir. Kutul Amare, Çanakkale’nin aksine savunma yaptığımız değil, kuşatmada bulunduğumuz bir savaştır.İngiltere tarafından bakıldığında ise 1781 Yorktown Kuşatmasından beri, kaybedilen en vahim mücadeledir.
- Kutul Amare neresidir ?
Esasında Amare ve Kut iki ayrı şehri ifade etmektedir. Kutul Amare Muharebesi, Amare şehrinin kuzeyinde, Kut kalesinin bulunduğu bir yarımadadaki kuşatmadır. İki şehir de sırasıyla, Basra Körfezinin kuzeyindedir. Fırat ve Dicle nehirleri arasında, Sümer, Akkad, Babil, Asur gibi ilk eski uygarlıkların ortaya çıktıkları coğrafyada yer almaktadırlar.
- İngiltere’nin Irak’ta savaşmasının sebepleri
Yıllarca tarih derslerinde bize anlatıldığı üzere en büyük sebep tabi ki de Orta doğudaki petroller idi. Fakat bundan ziyade İngiltere, Basra Körfezi’ni ele geçirerek denizlere tam hakimiyet sağlamayı ve Hindistan ile arasına hiçbir engel girmemesini de amaçlıyordu.
Aynı zamanda bölgedeki Arap aşiretlerine hükmederek Osmanlı’ya karşı bölgede üstünlük sağlamak hedefleniyordu. O bölgedeki aşiretleri kontrol altına almak demek, bölgeyi kontrol altına almak demekti.
- İngiltere’nin harekatı
İngiltere bu amaçlarla 22 Kasım 1914’te Basra’yı işgal etti. Osmanlı, İngilizlere karşı savaşmak üzere bölgeye, Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli isimlerinden Süleyman Askeri Bey’i gönderdi. İngiltere’nin silahları ve askeri üstünlüğü bizim askeri imkanlarımızdan çok daha fazlaydı. Bu sebeple İngilizler Bağdat’a doğru hızla ilerlemeye başladılar.
Süleyman Askeri Bey, İngilizleri Rota mevkisinde durdurmayı başardıysa da kuvvetlerimiz, 14 Nisan 1915’te Şuayyibe Muharebesinde yenilerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Süleyman Askeri Bey iki bacağından yaralandı. Bunu kendi başarısızlığı kabul eden Süleyman Askeri Bey tabancasıyla intihar etti. Bunun üzerine bölgeye, Albay Nurettin Bey tayin edildi.
- İngiltere’nin durdurulamaz ilerleyişi
İngilizler Bağdat’a doğru ilerleyişlerini sürdürmekteydiler. Nurettin Bey, gücü hat safhada olan İngiliz ordusuna karşı Kut şehrinin savunulamayacağını anlamıştı. Bunun üzerine Bağdat’a yaklaşık 30 km mesafede bulunan Selman-ı Pak bölgesine çekildi. İngilizler 29 Eylül 1915’te Kut şehrini ele geçirdiler. Bunların üzerine Osmanlı, 6.Ordu adıyla büyük bir ordu tertip ederek Alman Mareşal von der Goltz’u bu ordunun başına getirdi.
Nurettin Bey, Selman-ı Pak bölgesinde, İngiliz ordusunun ilerleyişini durdurmayı başardı. General Townshend kumandasındaki İngiliz birlikleri 25 Kasım 1915’te geri çekilmeye başladılar. Birlikler 3 Aralık 1915’te Kut şehrine geldiklerinde, askerlerin çoğu yürümekten yorulmuştu ve 800 kadar hasta, yaralı bulunmaktaydı. General Townshend bu bölgedeki bir savunma hattı oluşturmaya karar vererek 7 Aralık tarihine kadar bir dizi hazırlıklar yaptırdı. Yaralıların tümünü bir gemiyle Basra Körfezi’ne göndertti. Şehrin dört bir yanını üç kat demir tellerle çevirterek çeşitli mevziler kazdırdı. Kut kalesinin çevresindeki savunma hatlarını güçlendirdi.
- Kut Şehri ve İngiliz savunması
Kut şehri coğrafi olarak bir yarım ada şeklindeydi. Bu da kuşatılmasını zorlaştırıyordu. 7 Aralık 1915’te Türk kuvvetleri şehri kuşattı. General Townshend, Basra’dan gelecek olan destek ile birlikte Osmanlı askerlerini mağlup edeceğini düşünmekteydi. Fakat Osmanlı, aynı 1453’de İstanbul’un kuşatılması gibi, bölgeye gelecek bütün destek yollarını kesmişti. İngiliz kuvvetleri ve bölgedeki halk ile birlikte toplamda 20.000’e yakın insan şehrin içerisinde kıstırılmış vaziyetteydi. Şehirdeki iaşe git gide azalmakta, zaman giderek tükenmekteydi.
Şehirdeki yiyecekler bir kaç ay içerisinde tüketilerek bitti. Orduyu ve insanları doyurmak için başta atlar ve katırlar olmak üzere hayvanlar kesilip yenilmeye başlandı. Fakat bir sorun vardı. İngiliz ordusunun içerisindeki Hintliler, yaşamlarında alışık olmadıkları ve dini inançlarına ters düştüğü için et yemiyorlardı. Bu sebeple bu askerler zamanla zayıflayarak güçsüzleşmeye ve sonunda savaşamayacak durumu gelmeye başladılar.
- Açlık ve hastalıklar
Hastalıklar iki tarafı da yıpratmakta idi. Nitekim 70 yaşını aşmış olan von der Goltz, tifüs hastalığına yakalanarak 19 Nisan 1916’da hayatını kaybetti. Bunun üzerine Halil Bey, generalliğe terfi ettirilerek 6.ordu komutasına getirildi.
Şehirde sıkışan İngiliz ordusuna uçaklarla yardım yapılmak isteniyordu. Fakat Osmanlı ordusunun ateşinden kaçmak için çok yüksekten uçan uçaklar, attıkları yardım paketlerinin çoğunu nehre ve Osmanlı tarafına düşürüyorlardı. En sonunda Jurnal adlı bir gemiye 270 ton gıda yükleyerek Kut şehrine ulaştırmayı planladılar. Fakat bu gemi 24 Nisan 1916’da Türk kuvvetlerinin ateşinden kaçmaya çalışırken karaya oturdu ve bütün malzeme Osmanlı’nın eline geçti. Böylece, Kut şehrindeki İngiliz birliklerinin bu son umudu da suya düşmüş oldu.
- İngiltere’nin teslim oluşu
Jurnal gemisinin de Kut şehrindeki İngiliz birliklerine ulaşmaması ile birlikte İngiliz ordusunun teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı. Halil Paşa ve General Townshend 26 Nisan 1916’da şartları görüşmek üzere buluştular.
General Townshend 1 Milyon Sterlin ve bütün silahların teslim edilmesine karşılık, kendisi ve bütün askerlerinin serbest bırakılmasını istedi. Bu durum telgrafla Enver Paşa’ya iletildi. Enver Paşa en başından beri İngilizlerin koşulsuz bir teslimiyetini istemekteydi. Kesin bir dille teklifin kabul edilmemesini bildirdi. Böylece Halil Paşa ve General Townshend’in görüşmeleri sonuçsuz kaldı. 28 Nisan 1916’da General Townshend, Halil Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektupta, ertesi gün teslim olacaklarını belirtmekteydi. Nitekim 29 Nisan günü şehre girilerek İngiliz birlikleri teslim alındı.
- Zaferin sonuçları
13.309 İngiliz askeri esir alındı. Bir kısmı esir Türk askerleri ile mübadele edildi, bir kısmı ise Anadolu’daki çeşitli esir kamplarına yerleştirildi. Bu zafer bütün cephelerde duyuldu. İngiliz ordusuna karşı bir zafer kazanılması bütün askerlere manevi bir moral kaynağı oldu. Aynı zamanda müttefikimiz olan devletlerce, özellikle Almanya’da coşku ile karşılandı. Bu zaferle Anadolu’ya güneyden gelen İngiliz kuvvetleri durdurulmuş oldu ve Anadolu’nun güneyden işgali önlendi. İngilizler Çanakkale sonrasında ikinci defa büyük bir yenilgiye uğratılarak Türklerin üstünlüğünü kabul ettiler.
- General Charles Townshend
General Townshend esir alındıktan sonra İstanbul’a gönderildi. Resmiyette esir olsa da İstanbul’da geçirdiği iki buçuk yıl içerisinde gayet lüks ve özgür bir yaşam geçirdi.
1918 yılında, esaretinin son verilmesini şart koşarak, Mondros Ateşkes antlaşmasında İngiltere-Osmanlı arasında arabulucuk yapmayı teklif etti. Bu teklifi kabul edildi ve General Townshend 1918 yılının ekim ayında ülkesine geri döndü.
1920 yılında askerlikten emekli oldu. Siyasete atılarak parlamentoya seçildi. Geri kalan yaşamı boyunca ülkesinde pek itibar göremedi. 1924 yılında hayatını kaybetti.
- Halil Paşa
Halil Paşa, ateşkes antlaşmasından sonra çeşitli görevlerde bulundu. Bir ara İtilaf devletlerince hapse atıldı. Buradan kaçarak Anadolu’ya geçti ve Milli Mücadele sırasında Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa ile buluştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın talimatlarıyla Sovyetler ile Türkiye Hükümeti arasındaki ilişkilerde görev aldı. 1922 yılında Berlin’e gitmek zorunda kaldı.
Cumhuriyetin ilanından sonra yurda geri döndü ve kendisine 1934’ten sonra soyadı kanunuyla, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, Kut soyadı verildi. Ömrünün sonlarına doğru yakalandığı gırtlak kanseri rahatsızlığı dolayısıyla Haydarpaşa’daki GATA’da tedavi altına alındı. Dönemin yetersizlikleri ve tıbbi imkansızlıklar dolayısıyla hastalığı geç teşhis edildi. Rahatsızlığı teşhis edildiğinde yapılacak pek bir şey kalmamıştı. Halil Kut, 1957 yılının Ağustos ayında artık ömrünün sonuna geldiğini anlayarak evine gitmek istedi. 20 Ağustos günü evinde hayatını kaybetti.
- Özet ve netice
Kutul Amare, Türk tarihindeki sayısız savaşlardan sadece birisidir. Biz Kutul Amare, Çanakkale, Sarıkamış Harekatı, Sakarya Muharebesi ve İnönü Savaşları gibi, canlarını bizler için vermiş insanların mücadelelerini unutmamalıyız.
Tarih öğretiminde genellikle milli tarih adı altında, sadece kazandığımız mücadeleler ön plana çıkartılır. Biz burada, adı gündemde sıkça geçmediği ve pek iyi bilinmediği için Kutul Amare zaferini anlatmaya ve açıklamaya çalıştık. Fakat tarih sadece zaferlerden ibaret değildir. Bir mücadelenin kaybedilmiş olması o mücadeleyi küçültemez. İşte bu sebeple biz sadece zaferlerimizi değil kaybettiğimiz mücadeleleri de, yani özetle tarihimizin mühim olan her noktasını öğrenmek zorundayız.
Halil Paşa’nın Telgrafı
Arşiv Belgelerine Göre Kut’ul Amare Zaferi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İstanbul 2016,syf 30-31
MEDİNE’Yİ GÖNÜLSÜZ TESLİM
İstanbul´un Fethi´nin 564. yılı kutlu olsun! Bizans İmparatorluğu´nun başkenti olan İstanbul (Bizans)‚ Fatih Sultan Mehmet tarafından 53 gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453´te fethedilmiştir. Tarihin çeşitli dönemlerinde birçok devletler tarafından 28 defa kuşatılmalara karşı koyan İstanbul´un aşılması güç olan ünlü surları‚ 29 Mayıs 1453 tarihinde aşılmış ve İstanbul (Bizans) fethedilmiştir.
Bir Çağ açıp çağ kapatan Fethin bir düzgün sinema filmi ve dizi filmi çekilmemesi bizler için büyük ayıp! Komünist müsveddeleri tarafından sulandırarak çekilmesi ise rezillik!
Merhum Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun merhum Celâl Hoca’nın (Celalettin Ökten) ağzından aktardığı ilk İmam Hatip Okulu’nun ‘tarihe emanet edilen’ hikayesi oldukça çarpıcı…
İmam Hatip mücadelesinde Celâl Hoca’nın yanı sıra dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Tevfik İleri ve Başbakan Adnan Menderes’in de gayretleri dikkat çekiyor.
İşte “Ankara’da bir ay süründüm” diyen Celâl Hoca’nın ağzından aktarılan göz yaşartıcı hikaye:
“İMAM HATİP OKULLARI İÇİN NASIL İZİN ALINDI?”
Celâl Hoca merhum, hak yolunda mücadeleci, azimli, kararlı bir insandı. İmam Hatip Okulları’nın Türkiye’de ilk açılışı onun azmi ve ısrarı sayesinde, lütf-i İlâhî’nin tecellisi ile olmuştur, dersek mübalağa etmiş olmayız.
Bu bahsi fakir, kendisinden, muhtelif zamanlarda dinlediğim şekilde, tarihe emanet etmek isterim. Esasen bu hadiseye ve safhalarına şahit olmuş bulunan herkesin, bildiğini yazması da vicdanî, dinî ve tarihî bir borç hükmündedir…
İşte Celâl Hocamızın Ankara’da Tâlim Terbiye Kurulu’ndan İmam hatip Okullarının açılmasına dair izin alışının, Hoca’nın ağzından dinleyip de bugün hatırlayabildiğim kadarıyla hikâyesi:
Celâl Hocamızın anlattıkları
Merhûm Celâleddin Ökten Hocamız şöyle anlatmıştı:
Memleketimizde 1940’lı yıllarda, halkın ağzında dolaşan bir söz vardı:
“Cenazelerimizi yıkayacak imam kalmayacak!..”
Bu söylentide doğruluk payı vardı. Bazı köylerde imam olmadığı ve ölenlerin yıkanıp gömülmesi için yakın köylerden imam gelmesinin beklendiği bilinen bir şeydi. Zaman geçtikçe, bu halin daha kötüleşeceği de belli idi…
Asıl, imanları yıkayacak hoca yoktu
Halbuki asıl tehlike bu değildi… Cenazenin üzerine bir teneke su atarsın yahut bir havuza, bir göle batırırsın yıkarsın… Avam: Cenazemizi yıkayacak hoca kalmadı, der; hocayı, cenaze namazından ibaret bilir… Fakat asıl tehlike şu idi ki:
Milletin imanını yıkayacak, ruhunu yıkayacak, aklını yıkayacak hoca kalmamıştı; kalmayacaktı…
Memleketin imanını yıkayan, koruyan, Mustafa Sabri Efendiler, Hamdi Efendiler, Naim Beyler, Akif Beyler, Ferid Beyler, İzmirli İsmail Hakkı Beyler gitmişti…
Memleketin imanı gidiyordu. Memleket, sade cehaletin değil, küfrün istilâsına giriyor; küfrün silindiri altında eziliyor, eriyordu…
Tevfik İleri talebem idi
Ne yapıp edip, küfrün kalesinde bir delik açmak için, bir İmam Hatip Okulu’nun açılmasına arkadaşlarla karar verdik… Elimde baston, rahatsız halimle trene bindim; Ankara’ya gittim.
O günün Maarif Vekili olan Tevfik İleri merhum, talebelerimden idi. Terbiyeli bir talebe idi. Beni unutmamıştı…
Daha önce de onun tavassutu ile Başbakan Adnan Menderes’in oğullarına Kur’ân-ı Kerîm okutmak, dinî bilgiler öğretmek için beni tâyin etmişlerdi. O işin de tek âmili Tevfik İleri idi.
Adnan Bey’in oğullarının İstanbul’da olduğu günlerde, Hâriciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun evine gider, çocuklara ders verirdim. Bunu herkes de bilmez.
Tevfik İleri ile daha önce konuşmuştum,
“Hocam Ankara’ya gelin. Ümit ederim ki, inşâallah bu İmam Hatip kararını çıkarırız” demişti.
“İmam Hatip Okulları İçin Nasıl İzin Alındı? “
Masonlar, Dönmeler bakanı dinlemiyor
Ankara’da bir otelde kaldım. Günler geçiyor, Tevfik İleri’nin verdiği emirler, Tâlim Terbiye Daire’sinden bir türlü çıkmıyor. Bekle bekle bir ses yok… Tevfik İleri’nin talebem olması, gelin demesi, bana güç vermişti. Fakat işin bu kadar zor olacağı, Masonların, Dönmelerin Bakanı dahi dinlemeyecekleri hesapta yoktu. Bir ay uzayacağını ise hiç beklemiyordum…
Müdür:
“Mevzuat, kanunlar müsaade etmiyor. Bunun için Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’nun değişmesi lâzımdır. Bu kanun ile İmam Hatip Mektepleri kapatılmış; o günden bu güne, buna dair bir kanun da çıkmamış… Karar, bizim selâhiyetimizin dışındadır. Parlamento’dan bir kanun çıkması lâzım. Biz böyle bir izin vere-meyiz” diyor, direniyordu.
Param bitti, çay ekmek yiyorum
Müdür olacak adam, sarı bir herif… Yılan gibi bakışları var… Beni çok soğuk karşılıyor. Diyebilse, bana:
“Hoca defol git!” diyecek… Demedi ama bakışları öyle… Bir ay boyunca, her gittiğimde, bu Dönme, beni:
“Yine mi geldin Hoca! Boşuna yorulma!..” diyen bakışlarla karşılıyor.
Bir ay Ankara’da süründüm. Çamaşırım kalmadı. Param bitti. Akşamları, otelden aldığım çayla, odamda ekmeği çaya batırıp yemek zorunda kaldım. Artık uykularım kaçıyordu. Hatta bir gece kaşınmaya başladım.
Bitleneceğim; altıma kaçırıyorum…
“Eyvah, bitlendim mi acaba?” diye korktum, gözlüğümü takıp bakındım… Çünkü temiz çamaşırım kalmamıştı. Girişken bir kimse değilim. Davet eden kimse de yok. Ancak Tâlim Terbiye Kurulu’na ve Tevfik Bey’e giderim, otele dönerim.
Vallahi Ali Ulvi Bey, bir ay içinde kimseye söylemedim: Oturup beklerken, bacağımın altına mendil koyuyordum. Prostatım var, kaçırıyorum.
“Abdeste gideceğim” de diyemiyorum ki;
“Ulan, abdestini tutamayan adamın, burada ne işi var” derler mi diye…
Adnan Menderes hayret etti, üzüldü
Nihayet bir gün, artık çok sıkıldım, rahatsızlandım… Sarı adam, gittiğimde artık yüzüme bile bakmaz olmuştu… Bastonuma dayandım:
“Buradan doğru trene gideyim” diye kalktım. Yalnız Tevfik İleri Bey’e bir daha uğrayayım, hem vedâ edeyim dedim. Tevfik Bey, o kırgın halimi gördü; rengimi beğenmedi:
“Hocam, siz rahatsızsınız…”‘
“Tevfik Bey, ben gidiyorum…” dedim… Üzüldü; düşündü:
“Hocam iyi sabretmişsiniz… Son bir çare olarak, meseleyi Adnan Bey’e açalım” dedi.
Birlikte Adnan Menderes Bey’e, başvekâlete gittik. Vaziyeti anlattık. Adnan Bey hayret etti, üzüldü. Tâlim Terbiye Dairesi’ndeki bir adamın, Bakana karşı koyduğuna şaştı:
“Bu derece mi Tevfik Bey?”
“Evet, efendim, bu derecedir…”
Adnan Menderes Bey’in planı
Başbakan biraz düşündükten sonra dedi ki:
“Hocam, yarın siz Tevfik Bey’e gelin; Tevfik Bey’le beraber Tâlim Terbiye’ye gidin… Ben aynı saatte baskın yapayım… Bir de bu şekilde tecrübe edelim. Belki Allah yardımcımız olur.”
Ertesi gün Adnan Bey’in dediği gibi, Tevfik Bey’le birlikte Tâlim Terbiye’ye gittik. O memurun masasında iken Başbakan geldi.
Girer girmez selâm verdi. Sonra:
“Tevfik Bey neredesin yahu! Ne zaman sorsam, Tâlim Terbiye’de diyorlar!.. Nedir bu?.. Allah aşkına senin Tâlim Terbiye’de bu kadar ne işin var?..”
“Efendim, Celâl Okten Hoca, benim hocamdır. Bir aydan beri buradadır…”
“Hayırdır ne işi varmış?..”
Tevfik Bey,
“Efendim, böyle böyle…” diye anlattı…
Lâzım olanı yazın, ben imza ederim!..
Adnan Bey, memura sordu:
“Beyefendi bunun mahzuru nedir?”
“Efendim, bana meşguliyetimin dışında bir teklif yapılıyor. Ben böyle bir karar veremem. Böyle bir müsaadeyi benden istiyorlar. Benden çıkması lâzımmış. Binaenaleyh mevzuat böyle bir karar vermeme müsaade etmez. Vekil Bey üzerime büyük baskı yapıyor…”
“Peki, Tevfik Bey’in verdiği tâlimat kâfi gelmiyorsa; emri ben vereyim: Bu emri günün Başvekili vermiş deyin…”
“Muhterem başvekilim, ben mes’ul olurum; şifahî emir beni kurtaramaz…”
“O halde, lâzım olanı yazın, ben imza edeyim…”
Merhum Adnan Menderes’in bu kararlı tavrı karşısında, artık Tâlim Terbiye Dairesi Başkanlığı’nın söyleyecek sözü kalmadı.
Bina bizden, maaşlar da bizden
Bizim vekâletten bir şey istediğimiz de yok… Binayı bulacağız, kirası, bakımı; idareciler, öğretmenler, hademe vs. maaşları, hepsi bize ait olacak…
Tevfik Bey de sormuştu:
“Hocam nereye açacaksınız? Kimler okutacak?..”
“Siz hele bize bir izni verin; Allah’ın lutf ü keremi ile onlar bulunur…”
O gün, benim için bayram oldu. İstanbul’dan telgraf çekip sorarlar:
“Ne zaman geleceksin?”
“Geldim, geliyorum” derken, neyse müjdeyle döndüm.
O gün nasıl çıldırmadım, hâlâ şaşarım..
O gün, muvafakat emrini alıp da, Başvekâletten otele gelirken, nasıl çıldırmadım, nasıl aklımı kaybetmedim, diye hâlâ şaşarım… Ne evlendiğim gün, ne de icazet aldığım zaman böyle sevindim.
O gün bu kadar sevinmiştim!..
Bu dereceden fazla, bunu bastıran bir sevinci, ancak Beytullah’ı gördüğüm zaman hissettim…
Artık hemen Başvekâlet’e Adnan Bey’e teşekküre gittim…
Yâhu geçen günler, nasıl unutuluyor; bunları bilmek lâzım… Tarih bunun için, ibret almak için lâzımdır.”
Bunları bilmeli ve daha çok çalışmalıyız!
Yapımcılığını Kartal Tibet’in senaristliğini Yavuz Tuğrul’un yaptığı komedi filmi Tosun Paşa’da; Film öyküsü Nazım Hikmet tarafından kaleme alınan bu kurgu hikayede komik bir maceraya kurban edilen “gerçek” Tosun Paşa, fotoğrafını gördüğünüz civanmerttir. Babayiğit,cesur ve atılgan bir karaktere sahip olan Tosun Paşa, son dönem tarihimizin en mümtaz kahramanlarından biridir. Bu filmle dalga geçilen Tosun Paşa gerçekte kimdir?!
Osmanlı İmparatorluğu 1517’de Memlük Devleti’ni ortadan kaldırınca Arabistan Yarımadası’nın önemli bir kısmına da hakim oldu. Kalan bölgeler de zaman içerisinde Osmanlı topraklarına dahil edildi. O yıllarda çöllerde birçok Arap aşireti yaşıyordu. Suudîler de Dir’iye bölgesindeydi.
18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun eski gücünün azalmasıyla birlikte topraklarında isyanlar çıkmaya ve imparatorluğun uzak topraklarında merkezi otoritenin etkisi azalmaya başladı. Bu dönemde İslamiyet’in kutsal topraklarında Osmanlı yönetimini tehdit eden bir gelişme yaşandı. Vehhabîliğin kurucusu Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri kısa sürede Arabistan’a yayıldı. Abdülvehhab oğlu Muhammed’in düşünceleri Dir’iye Emiri olan Suud oğlu Muhammed ile 1744’te tanışmasıyla daha da güçlendi. Vehhabîler aldıkları ganimetleri bedevilere dağıtarak günden güne taraftar sayılarını artırdılar. Yağma ve talanı meşru gösterecek dini kılıf Vehhabîlik esaslarıyla sunulmuştu. Vehhabîlik yayıldıkça Suudîler’in nüfuz alanı da genişledi. Osmanlı yönetimi gelişmelerden 1749’da Mekke Emiri Şerif Mesud’un gönderdiği bir yazıyla haberdar oldu. Vehhabî hareketi çok büyümediğinden başlangıçta yöneticileri çok fazla rahatsız etmemişti. Yüksel Çelik bir makalesinde Osmanlı yönetiminin Vehhabîler’le mücadelesini belgelerle anlatır. Zekeriya Kurşun’un çalışmalarından da Suudîler’le ilgili geniş bilgi bulunabilir.
HER YERİ YIKTILAR
19. yüzyılın başında Suudîler’in nüfuzu iyice artmıştı. Osmanlı yönetimi müderris Adem Efendi’yi nasihat için Necid’e gönderdi. Babasının yerine emir olan Abdülaziz tarafından Mekke’de kabul edilen Adem Efendi’nin gayret ve nasihatleri hiçbir fayda vermedi. Suudîler ise nasihat yerine kendi kafalarına göre kurdukları devletlerinin tanınmasını bekliyorlardı. Bu gelişme üzerine Abdülaziz Mekke’ye doğru harekete geçip oğlu Suud’u da Şiiler’in üzerine Kerbela’ya gönderdi. Suud, Mayıs 1802’de Kerbela’da matem törenleri yapan Şiiler üzerine hücum ederek binlerce kişiyi katletti.
Şubat 1803’te Taif’i ele geçiren Abdülaziz her yeri yağmaladı. Tekke ve türbeleri yıkıp, kitapları yaktırdı. Vehhabîler iki ay sonra da Mekke’ye hakim oldular. Mekke’de Hazreti Muhammed, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın doğduğu evler ve bütün türbeler yıkıldı. Musiki aletleri ve sanat eserleri parçalandı. Cidde saldırıları başarılı olmayınca Dir’iye’ye çekildiler. Osmanlı kuvvetleri Temmuz 1803’te Mekke’yi geri aldılar. Ekim 1803’te Abdülaziz Dir’iye’de öldürüldü. Ancak bu sonuç Suudîler’in gücünü azaltmadığı gibi daha da saldırganlaştırdı. 1805 Haziran ayında Medine’yi, 1806 Ocak ayında ise Mekke’yi işgal ettiler. Osmanlı yönetimi bu yıllarda Napolyon’un Mısır işgali, Rus savaşı, iç karışıklıklar ve diğer meselelerle uğraştığından bölgeye müdahale edemedi. Suudîler 1811’de büyük bir bölgeyi kontrolleri altına almışlardı.
BOYUNLARI VURULDU
Osmanlı yönetimi, Rus savaşının sona ermesinin ardından Mısır’da güçlü bir otorite kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı Vehhabîler’in tenkiliyle görevlendirdi. Kavalalı, oğlu Tosun Paşa kumandasındaki orduyu Vehhabîler’in üzerine gönderdi. Uzun mücadelelerden sonra Tosun Paşa 1812 sonlarında Medine’yi Vehhabîlerden geri aldı. Ardından 1813 başlarında Mekke ve Taif’ten Vehhabîler atıldı.
Tosun Paşa Ecyad Kalesinin inşasını başlattı. Fakat ömrü kifayet etmedi, vefat etti(28 Eylül). Yerine Kardeşi İbrahim Paşa geçti. Kavalalı’nın kuvvetleri Vehhabîler’e nefes aldırtmadı. Kavalalı’nın diğer oğlu İbrahim Paşa Eylül 1818’de Vehhabîler’in merkezi Dir’iye’yi ele geçirip, Emir Abdullah başta olmak üzere birçok kişiyi de esir aldı. Esirlerle birlikte Kâbe’nin anahtarları ile asilerin kutsal yerlerden ve Hazreti Muhammed’ in türbesinden aldıkları eşyalar da İstanbul’a gönderildi.
Kutsal toprakları istila ile hac ziyaretine izin vermeyen ve kutsal birçok eşyayı talan ve din büyüklerinin türbe ve evlerini yerle bir eden asiler boyunlarında kalın çifte zincirler ve ellerine kelepçeler takılmış olduğu halde ahaliye teşhir ettirilmek için Divanyolu’ndan yürütülerek hapishaneye atıldılar. Ertesi gün de hırsızlık ve yağmacılıkla itham edilip, çok sıkı şekilde sorgulandılar. 1819 Aralık ayında Suud oğlu Abdullah saray meydanında, önde gelen adamları da İstanbul’un kalabalık yerlerinde boyunları vurularak cezalandırıldılar.
14 Şubat Sevgililer Günü Değil Zina Günüdür
HİLE GÜNÜ NİSAN 1
Doğru ve yanlış kelimeler( Sözcükler )
Toplum yaşatımızda kimi zaman konuşurken veya yazarken kimi zaman yanlış ( sözcükler ) kelimeler telaffuz ediyor veya yazıyoruz.Yapılan konuşmalar veya yazılı basında tespit ettiklerimi aşağıya alıp yazıyorum:
DOĞRU | YANLIŞ |
Ait | ayit |
Aşçı | Ahçı |
Bazen | bağzen |
Birçok | bir çok |
Bir şey | birşey |
Böyle | böle |
Çare | çağre |
Çünkü | çünki |
Eşofman | Eşortman |
İcra etmek | icraa etmek |
İddia | iddaa/idda |
Herhalde | heralde |
Herkes | herkez |
Hiçbir | hiç bir |
Konservatuvar | konservatuar |
Laboratuvar | laboratuar |
Mağdur | madur |
Orijinal | orjinal |
Piyanist | pianist |
Seyahat | seyhat |
Soğan | sovan |
Süper | super |
Şarj | Şarz |
Şoför | Şöför |
Tabiî ki | tabiki |
Tehdit | tehtid/tehtit |
Tıraş | traş |
Yalnız | yanlız |
17- “Burası Huş’tur, yolu yokuştur.” türküsündeki Huş, Muş’un bir ilçesidir: Huş; Yemen’in başkenti Sana ile Taiz kentleri arasında bulunan bir Türk Kalesinin ismidir.
HURAFEDİR. İSLAMLA ALAKASI YOKTUR.
OSMANLI PADIŞAHLARI HAKKINDA BILINMEYENLERI
- Osman Gazi 1299-1326
- Sultan Orhan Gazi 1326-1359
- Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
- Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
- Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
- Sultan Murad II 1421-1451
- Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
- Sultan Bayezid II 1481-1512
- Yavuz Sultan Selim 1512-1520
- Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
- Sultan Selim II 1566-1574
- Sultan Murad III 1574-1595
- Sultan Mehmed III 1595-1603
- Sultan Ahmed I 1603-1617
- Sultan Mustafa I 1617-1623
- Sultan Osman II 1617-1622
- Sultan Murad IV 1623-1640
- Sultan İbrahim I 1640-1648
- Sultan Mehmed IV 1648-1687
- Sultan Süleyman II 1687-1691
- Sultan Ahmed II 1691-1695
- Sultan Mustafa II 1695-1703
- Sultan Ahmed 1703-1730
- Sultan Mahmud I 1730-1754
- Sultan Osman III 1754-1757
- Sultan Mustafa III 1757-1774
- Sultan Abdülhamid 1774-1789
- Sultan Selim III 1789-1807
- Sultan Mustafa IV 1807-1808
- Sultan Mahmud II 1808-1839
- Sultan Abdülmecid 1839-1861
- Sultan Abdülaziz 1861-1876
- Sultan Murad V 1876-1876
- Sultan Abdülhamid II 1876-1909
- Sultan Mehmed Reşad 1909-1918
- Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922
ŞAİR OLAN OSMANLI PADİŞAHLARI
Osmanlı padişahlarının çoğunluğu şairdir. Bazılarının divanı vardır. Şiirde isimlerinden ayrı lakaplar kullanmışlardır. Bunlar:
İkinci Murad “Muradi”;
Fatih “Avni”;
İkinci Bayezid “Adni”;
Birinci Ahmed “Bahti”;
Genç Osman “Farisi”;
Dördüncü Murad “Muradi”;
İkinci Mustafa “İkbali”;
Üçüncü Ahmed “Necib”;
Birinci Mahmud “Sebkadi”;
Üçüncü Mustafa “Cihangir”;
Üçüncü Selim “ilhami”;
İkinci Mahmud “Adli”.
ORDUNUN BAŞINDA SAVAŞA GİREN OSMANLI PADİŞAHLARI
Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad, Birinci Bayezid, Birinci Mehmed, İkinci Bayezid, Yavuz Selim, Kanuni Süleyman, Üçüncü Mehmed, ikinci Osman, Dördüncü Murad, İkinci Mustafa.
SAVAŞTA ŞEHİT OLAN TEK OSMANLI PADİŞAHI
Birinci Murad (Kosova’da).
ÖLÜMÜ GİZLENİP, İÇ ORGANLARI ÇIKARTILAN PADİŞAHI
Kanuni Sultan Süleyman (Macaristan-1566) :
Zigetvar Kalesi’nin kuşatması sırasında hayatını kaybeden Kanuni Sultan Süleyman’ın ölüm haberi askerler arasında moral bozukluğu yaratmaması için gizlendi.(yasarhocam.com) Cesedi bozulmasın diye iç organları çıkartılarak otağının bulunduğu yere gömüldü(Zigetvar’da, Üzüm Tepesi adı verilen alanda). Bedeni ise muhasaradan sonra İstanbul’a getirilerek Süleymaniye Camii avlusundaki bugünkü yerine gömüldü.
SAVAŞTA YARALANAN TEK OSMANLI PADİŞAHI
Fatih Sultan Mehmed.
SAVAŞTA ESİR OLAN OSMANLI PADİŞAHLAR
Yıldırım Bayezid.
PEHLİVAN OLAN OSMANLI PADİŞAHLARI
Dördüncü Murad, Abdülaziz.
OSMANLI PADİŞAHLARININ SALTANATLARI
En uzun süre saltanat süren padişah Kanuni Sultan Süleyman: 45 yıl 11 ay 7 gün
En kısa süre saltanat süren padişah Beşinci Murat: 3 ay (93 gün)
Beşinci Mehmed Reşad 65 yaşında tahta çıkmakla, tahta en yaşlı çıkan padişah olmuştur.
En gençleri ise 7 yaşında tahta çıkan Dördüncü Mehmed’dir.
OSMANLI PADİŞAHLARININ KULLANDIKLARI LAKAPLAR
Osmanlı padişahlarının on altısının isimlerinden ayrı olarak lakapları bulunmaktadır. Bunlardan;
Birinci Osman ile oğlu birinci Orhan’ın lakapları “Gazi,”
Birinci Murad’ın “Hüdavendigar,”
Birinci Mehmed’in “Çelebi,”
İkinci Mehmed’in “Fatih,”
İkinci Bayezid’in “Veli,”
Birinci Selim’in “Yavuz,”
Birinci Süleyman’ın “Kanuni,”
İkinci Selim’in “Sarı,”
Üçüncü Mehmed’in “Eğri Fatihi,”
Birinci Mustafa’nın “Deli,”
İkinci Osman’ın “Genç,”
Dördüncü Murad’ın “Bağdat Fatihi,”
Dördüncü Mehmed’in “Avcı,”
Üçüncü Selim’in “Halim,”
İkinci Mahmud’un ise “Adli” dir.
Ünlü Şair Mehmet Akif Ersoy’un bilinmeyen birçok özelliği var. Bunlardan biri de onun asıl isminin Ragîf olduğu… İşte M. Akif Ersoy’la ilgili pek bilinmeyenler ve isminin Ragîf’likten Akif’liğe geçiş hikayesi…
Akif miladi 1873 hicri 1290 yılında doğar. Babası Tahir Efendi 1290 yılında doğan oğluna ebcet hesabına göre 1290 eden kelime olan Ragîf (Rı:200+gayın:1000+ye:10+ fe:80=1290)’ı isim olarak koyar. Fakat insanlar yanlış telaffuz zannederek Ragîf’i Akif diye çağırırlar.
MASALSIZ UYUMAZ
Birçok yazar ve şairin hayatında masalın önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu yazar ve şairlerden biri de Mehmet Akif’tir. Küçük Akif, masal dinlemeden uyuyamaz. Masalı, annesi ya da babası değil de komşuları Baise Hanım anlatır. Bir gece masal dinleye dinleye Akif uyuyacak yerde masalı anlata anlata Baise hanım uyur. Çocuk Akif’in yaptığı, kaç çocuğun aklına gelir bilinmez ama Akif, mangalda bir ceviz kızdırır ve kadının eline yapıştırır. Sonucu tahmin etmek zor olmasa gerek.
DİLİ FAZLASIYLA ÖNEMSİYOR
Mehmet Akif Türkçeyi fazlasıyla önemser. Dilin yabancılaşmasına üzülür. Güzel Türkçenin üstüne titrer.
İki gencin aralarındaki konuşmaya şahit olur. Gençlerden biri diğerine “Kaç trenini alacağız” diye sorar. Mehmet Akif bunu duyunca sinirlenir ve hiç tanımadığı bu gençlere “Treni, daha sizin devletiniz alamadı! Siz nereden alıyorsunuz?” diye çıkışır.
BİRİNCİLİĞİ KAPTIRMAZ
Mehmet Akif, babası öldükten ve evleri yandıktan sonra, mezunlarına memuriyet vaat ettiği için Baytar Mektebi’ne girer. Baytar mektebinin yeni adı biliyorsunuz Veterinerlik Fakültesi’dir. 1989 yılında girdiği okulu 1893’te birincilikle bitirir. Aslında okulu birinci olarak bitirmek gibi bir amacı yoktur ama bir hocasından okul birinciliğini Ermeni bir öğrencinin alacağını öğrenir. Bunun üzerine günlerce ders çalışır ve okulu birincilikle bitirir.
SÖZÜNÜN ERİ
Bir cuma, günü Mithat Cemal’le sözleşirler. Mithat Cemal’in evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar. Hiçbir vasıta işlemez. Mithat Cemal’in evi Çapa’dadır. Öğle yemeğinden sonra Mithat Cemal’in kapısı çalınır. Akif, bıyığının yarısı donmuş bir halde kapıdadır. Nasıl gelmiştir? Beylerbeyinden, Beşiktaş’a bir vapur işler. Beşiktaş’tan Çapa’ya kadar vasıta bulamaz ve o kadar yolu yürür. Mithat Cemal, karda, tipide Mehmet Akif’in o kadar mesafeyi nasıl yaya yürüdüğüne şaşar. Akif’te Mit:hat Cemal’in şaşkınlığına şaşar ve şöyle der: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.”
Beş çocuk nasıl sekiz çocuk oldu?
Başka bir sözünde durma vakıası da şudur: Veterinerlik Fakültesinde sınıf arkadaşı ve dostu Hasan Efendiyle, çoluk çocuk sahibi olurlarsa, ölenin çocuklarına kalan bakacak diye sözleşirler. O zamanlar Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlıdır.
Aradan yıllar geçer. Beylerbeyi’ndeki evinde kıt kanaat geçiniyordur. Akif’in beş çocuğu vardır. Hasan Bey vefat eder ve Akif verdiği sözü tutarak yetim kalan üç çocuğa bakar. Beş çocukla kıt kanaat olan geçim sekiz çocukla nasıl olur diye düşünmez. Onun için önemli olan sözünde durmaktır.
Türkiye; yokluk içindeyken, sırtında paltosu yokken kazandığı İstiklal Marşı ödülünü almayan, Allah rahmet eylesin.
Paltosuz bir adam…
TÜRK KAFASI..(TETE TURKUE)
Sultân Abdülazîz Hân ve berâberindekiler, 1867’de Pâris’te yeni îmâl edilmiş makinelerin görücüye çıktığı sergiyi gezmektedirler.
Pâdişâh, çember şeklinde bir cetvel ve önünde asılı kadife kaplı bir toptan meydâna gelen makinenin önünde durur. Bu makine, günümüz lunaparklarında da görülen, topa atılan yumrukla kol kuvvetinin ölçüldüğü ilkel bir makinedir. Osmanlı sultânı topun aldığı darbeye göre ibrenin cetvel üstünde hareket ettiği dinamometrenin adını sorar. Kısa süren bir kararsızlığın ardından bir Fransız yetkili yutkunarak cevap verir:
-Tete Turkue…
Mevsim yazdır ama buz gibi bir hava eser ortalıkta… Fransız kâşif, “Türk Kafası” adını verdiği makinenin önünde Osmanlı pâdişâhının duracağını nereden bilebilirdi ki? Demek Avrupa için Türklerin kafası yumruk atmaya yarıyordu.
Sessizliği yine Sultân Abdülazîz Hân bozar. Yanındaki Halil Paşa’ya seslenir;
-Halil Paşa, göster bakalım şunlara Türk kolunun kuvvetini!
Kayserili Halil Paşa, Abdülazîz Hân gibi heybetli birisidir.
-Emriniz başım üstüne hünkârım! dedikten sonra ceketini çıkarır ve gömleğinin kollarını sıvar. Herkes nefesini tutmuş olacakları beklemektedir. Halil Paşa yaradana sığınıp öyle bir yumruk savurur ki, dinamometrenin dağılan yuvarlak ibresi bir Fransız’ın, kopan topu başka bir Fransız’ın, yayları da etrafta toplanan öteki diğer Fransızların ayaklarının dibine savrulur. Dağılan makinenin karşısındaki Halil Paşa alaycı bir dille şunları söyler:
-Bu Türk kafası değildir Sultân’ım! Bu olsa olsa, Avrupa kafası olmalı ki bir vuruşta dağıldı…
Gardiyanların ayak sesleri koğuşun kapısında son buldu, getirdikleri genç bir mahkumu bıraktılar ve gittiler. Yeni gelen genç içeridekilere selam verdi ve kendisine gösterilen boş yere oturdu. Koğuştakiler ona hoş geldin, geçmiş olsun dediler. İçlerinden en yaşlı ve olgun olanı gencin yanına yaklaştı ve ona ilgi gösterdi, bir anlamda sahiplendi. Çünkü selam verişinden ve simasından bu gencin nasıl biri olduğunu hemen anlamıştı.
Muhterem Hacılarım!
Gün geldiğinde hüdayi hzleri elbiseleri çıkarırken görürki sırtındaki yeleğin içerisi (Geceleri rahatça uyuyarak geçirmemek,seher vakti uyanık bulunup zikir ve namazla meşgul olmak için) çivilerle döşenmiştir !..Bedenindeki izler karşısında üstadı gözyaşlarını tutamıyor,dilinden şu sözler dökülüyordu..
”Ahmed Ahmed sen Mahmudu çoktan geçtin”…
İstiklal Marşı ülkenin savaş halinde iken yazılan bir eserdir. 10 kıtadan oluşmaktadır. Yazarı Mehmet Akif Ersoy’dur. Ülke genelinde yapılan bir yarışma da kazanılan bir eserdir.
Mehmet Akif ise bu yarışmaya girmemiştir. Ancak bazı arkadaşlarının ısrarları ile katılmış ilk oylamada ise kabul edilmiştir. Mehmet Akif’e yazmış olduğu bu eserinden dolayı ona birincilik madalyası ve hediyeler verilmiştir. Ancak Akif bu hediye ve madalyayı kabul etmemiş olduğu gibi vatanına hizmet eden kurumlara bağışlamıştır.
İstiklal Marşı tüm ülkenin insanı ile kazanılan zaferi anlatan bir eserdir. Yazılma amacı ve gayesi tamamı ile Mehmet Akif’in gözlemlerine dayanmış yaşanmış gerçek olaylardan oluşmaktadır. Allah insanları vatansız, yurtsuz, bayraksız etmesin diyen anaların seslenişi ile yazılmış bir eserdir.
İstiklal Marşı’nı Kaleme Alması
Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine ulusal marş yarışmasına katılmaya karar verdi. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddetti. Daha sonra ikna edilen Mehmet Akif’in orduya ithaf ettiği İstiklal Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hakimiyet-i Milliye’de yayımlandı.
Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921’de ulusal marş olarak kabul edildi. Akif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.
İstiklal Şairimize “Böyle bir şiir yine yazarmısın?” Sorusuna cevaben şöyle demiştir:
“O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. o şiir milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. binbir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır…
O şiir bir daha yazılamaz, o’nu ben de yazamam. o’nu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. o şiir artık benim değil, milletin malıdır. benim, millete en kıymetli hediyem budur. allah bir daha bu millete bir istiklal marşı yazdırmasın.”
İstiklal Marşının Açıklamalı Anlamı
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
İstiklal Marşı’nın 1. kıtasının anlamı
Mehmet Akif Türk milletine cesaret,ve tahammül aşılamak için ve onda bulunan duyguları harekete geçirmek için şiirine korkma sözüyle başlıyor.
Bayrak bir milletin bir milletin geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Şair ülkemizde tek bir insan kalana kadar bu vatanı savunacağımızı belirtiyor.
O halde en son Türk bireyi son nefesini vermeden Türk istiklal ve bağımsızlığını yok etmek, Türk bayrağını söndürmek mümkün değildir. Zira bayrağımız milletimizin yıldızıdır.
Bayrağın kaderi ile milletimizin kaderi birbirine bağlıdır. Bayrak bizimdir, biz yaşadıkça onu elimizden kimse alamaz. Türk milletinin bütün fertlerini öldürmedikçe bağımsızlığını kimse yok edemez.
İstiklal Marşı 2. Kıtası
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal!
İstiklal Marşı’nın 2. kıtasının anlamı
Şair ikinci kıtada bayrağımızın o zaman ki kırgın, küskün, öfkeli halini dile getiriyor. Türk vatanının bazı parçaları, işgal edilmiştir.
Bu yüzden bazı bölgelerde bayraklarımız indirilmiş yerine düşman bayrakları asılmıştır. Kaş çatmak öfke halini ifade eder. Kaş ayrıca edebiyatımızda hilale benzetilir. Sevgilinin kaşları daima hilal şeklinde gösterilmiştir.
Bayraktaki hilal de tıpkı nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Kahraman Türk milletini üzmektedir. Türkün beklediği, özlediği gülen bir bayraktır.
Türk bayrağının gülmesi göklerde dalgalanmasıdır. Bir aşığın sevgilisinden güler yüz beklemesi gibi bağımsızlığa aşık Türk milleti de özgürlüğün sembolü olan bayraktan gülmesini beklemektedir. Bu milletimizin en doğal hakkıdır.
Çünkü Türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna pek çok kan dökmüşlerdir. Bu kanları bayrağa helal etmeleri için onun da nazlanmayı bırakıp göklerde dalgalanması gerekir. Türk milleti daima Allah’a inandığı ve taptığı için özgürlük onun hakkıdır.
İstiklal Marşı 3. Kıtası
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş Sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
İstiklal Marşı’nın 3. kıtasının Açıklaması
Şair ‘ben’ diyor.(Ancak kast ettiği mana aslında bizdir Türk milleti adına konuşmaktadır) Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır,hür yaşayacaktır.
Onun özgürlüğünü elinden almak isteyen ancak çıldırmış olmalı,zira böyle bir harekete kalkışanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Türk milleti bağımsızlığı uğrunda önüne çıkacak her engeli aşacak güçtedir. O; böylesine yüce bir amaç için dağları delecek, enginlere sığmayıp,denizleri taşıracaktır güçtedir.
İstiklal Marşı 4. Kıtası
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
İstiklal Marşı’nın 4. kıtasının anlamı
Bu kıtada şair vatanımızı istilaya kalkışan Avrupalılara meydan okuyor. 20. asrın başında Avrupa medeniyeti 19.yy. deki görkeminden oldukça uzaktır. O sebeple şair bayıyı tek dişi kalmış canavara benzetiyor.
Ancak Avrupa mevcut teknik imkanlarını seferber ederek topuyla, tüfeğiyle, tankıyla bizi yok etmeye çalışmaktadır.
Mehmetçik ise bu güce topla, tüfekle, mızrakla, kılıçla cevap vermeye çalışmaktadır. Avrupalı kendini çelik zırhla korurken Mehmetçik ona iman dolu altın göğsüyle karşılık vermektedir.
İstiklal Marşı 5. Kıtası
Arkadaş! Yurdumu alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
İstiklal Marşı’nın 5. kıtasının Açıklaması
Şair kahraman Türk askerine hitap ediyor. Türk yurdunu alçakları uğratmaması için gerekirse canını feda etmesini öneriyor.
Şehit gövdelerinin meydana getireceği siperler düşmana mani olacaktır. Mehmet Akif düşmanın çok kısa bir süre içinde bu hayasızca akına son vereceği Allah’ın Türk milletine Kuran-Kerimde vaat ettiği zafer gününün yarından bile daha yakın bir zamanda doğacağına inanmaktadır.
İstiklal Marşı 6. Kıtası
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
İstiklal Marşı’nın 6. kıtasının anlamı
Şair Türk ordusuna vatanın kutsallığını hatırlatıyor. Toprak ile vatan arasında büyük bir fark vardır.
Toprağı vatan haline getiren onu elde etmek ve korumak için savaşan fertlerin varlığıdır. Kısacası sıradan bir toprak büyük bir değer taşımaz; ama vatan toprağı uğrunda şehit olan atalarımızın o topraktaki mezarlarıdır.
Bu kutsal vatanı dünyalara değişmeyiz. Toprak dünyanın dünyanın her yerinde bulunur. Ancak atalarımızın kanlarıyla sulanan topraklar vatanımız üzerindedir.
İstiklal Marşı 7. Kıtası
Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsında Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
İstiklal Marşı’nın 7. kıtasının anlamı
Bu vatan cennet kadar kıymetlidir. Şehit olanların ruhu dini inanışımıza göre doğrudan doğruya cennete gider. Şehitlerimiz bu vatan toprağında yattığı için cennetten farksızdır.
Bir avuç toprağı sıksak şehitler fışkıracak sanırız. Canımızdan çok sevdiğimiz insanları varımızı yoğumuzu Allah alsında yalnız yaşadığımız sürece bizi vatanımızdan ayrı düşürmesin.
İstiklal Marşı 8. Kıtası
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
İstiklal Marşı’nın 8. kıtasının anlamı
Allah’a şair hitap ediyor. Mehmet Akif’in Allah’tan tek dileği ibadet yerlerinin göğsüne düşman elinin değmemesidir. Camilerimizden okunan ezanlar sonsuza kadar Türk yurdunun üstünde inlemelidir. Çünkü bu ezanlar dinimizin temelidir.
İstiklal Marşı 9. Kıtası
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
İstiklal Marşı’nın 9. kıtasının anlamı
Ezan sesleri yurdumuzun üstünde inledikçe şehitlerimizin de ruhları şaad olacaktır. Ezan sesi sadece yaşayanlara değil, ölülere hatta onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir anlam taşır.
Şehit atalarımızın her şeyden arınmış ruhları yerden fışkıracak, ezan sesiyle ayağa kalkacak ve dışa yükselecektir.
İstiklal Marşı 10. Kıtası
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!
İstiklal Marşı’nın 10. kıtasının anlamı
Şair zafer gününün heyecanını yaşıyor. Şanlı bayrağımız dalgalandıkça gökyüzünü şafakla yarış edercesine gökyüzünü kızıl renge boyamaktadır.
Türk milleti yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur. Artık onun için yok olma korkusu kalmamıştır. Bayrağımız şehitlerimizin kanlarını hak etmiştir. Bağımsızlık Allah’a tapan ve doğruluktan ayırmayan Türk milletinin en doğal hakkıdır.
Meyve ve sebzeler için “TURFANDA” bunlar deriz ya , Bakın kökeni nereden geliyor.
Abdülhamid Han Ve Robot Teknolojisi
2.Abdülhamid Han’ın yaptırmış olduğu ‘Alâmet’ isimli robot, dünyada ezan okuyan ilk saat olma özelliğine sahiptir. Sultan, bu muhteşem özelliklere sahip saati, Japonya’ya göndermiştir. Muhtemel ki Japonlar, bugünkü robot teknolojilerini, semâ yapan, ezan okuyan bu saatten almışlardır.
* * *
Beylerbeyi Sarayı’nda bulunan Hakan-ı Sabık’ı iki eski dostu hiç yalnız bırakmıyordu. Her ne kadar Muhafız Kumandanı Rasim Bey zaman zaman zorluk gösterse de, hiçbir zaman kapıdan geri döndürmemişti onları. Bir gün yine, Boğaz’ın nazlı dalgaları arasından süzülen çatana Beylerbeyi’nin küçük iskelesine yanaşmıştı. Sırdaş ve Derviş bir akşam vakti Sultan’ı ziyarete gelmişlerdi. Sultan, çok önem verdiği bu misafirleri için yemek hazırlatmıştı.
Sultan’ın misafirleri için hazırlattığı yemek yendikten sonra, tatlıcıbaşı Raşid Ağa’nın yaptığı ‘yedi kardeş’ tatlısından yenilmişti.
Sultan, Kahvecibaşı Ali Efendi’yi yanına çağırarak, “kendisi için yarım bardak maden suyuna karıştırılmış süt, misafirleri için de kahve” getirilmesini istedi. Ali Efendi elinde tepsi ile içeri girerken, Sultan’ın kedisi Pamuk da kapı aralığından içeri girmiş, doğruca Sultan’ın kucağına atlamıştı. Sultan kedisinin tüylerini okşarken Sırdaş’a defteri açıp okuması için işaret etti.
*
“1887 yılında Japon İmparatoru’nun yeğeni Prens Komatsu, bir savaş gemisiyle İstanbul’a gelmişti. Abdülhamid Han’a birtakım hediyeler takdim edilmiş ve Sultan ile görüşmelerde bulunulmuştu.
1889 yılında ise Japon İmparatoru Meiji, İstanbul’a özel elçiler yollamıştı. Bu elçilerle birlikte Sultan Abdülhamid Han’a özel hediyeler ve bir de özel bir mektup göndermişti. Gönderilen bu hediyeler içerisinde Japonya’nın en büyük nişanı olan, Büyük Krizantem Nişanı da vardı. Bu nişan, Sultan Abdülhamid Han’a takdim edilmiştir. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han’dan; ‘İslâm dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumları vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler’ gönderilmesini rica etmişti.
II. Abdülhamid Han, konuyu Şeyhülislam Cemâleddin Efendi’ye açmıştı. Osmanlı’nın bilgi ve teknolojisi hakkında bilgi isteyen, deniz aşırı bir ülkeye, eli boş elçiler gönderilemezdi. İlk etapta tezhipli bir Kur’ân-ı Kerim ve daha birçok hediye, elçilerle Japon İmparatoru’na gönderilir. Diğer istenen bilgiler için de süre istenir.
Bu süre zarfında Sultan Abdülhamid Han, Yenikapı Mevlevihânesi saat sanatkârı Musa Dede’yi Huzur’a çağırtır. Musa Dede, saat mekâniğini çok iyi bilen bir zattır. Sultan, Musa Dede’ye “çok iyi bir ekip kurarak, daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını” ferman buyurur. Bu ferman üzerine Musa Dede, yedi kişilik bir ekip kurarak çalışmalara başlar. “Daha önce hiç yapılmamış, dengi olmayan nasıl bir saat yapmalı?” diye derin düşüncelere dalar…
Birkaç gün sonra, Sultan Abdülhamid Han, çalışmalar hakkında bilgi almak için Musa Dede’yi huzura çağırtır. Musa Dede ve ekibinin çizdikleri projeleri inceler, ancak bunlardan tatmin olmaz. Çünkü Musa Dede’nin getirdiği çizimler, klasik saat örneklerinin değişik versiyonlarıdır. O zaman huzurda bulunan Derviş Dede’ye fikri sorulur. Derviş, kâğıttaki çizimleri inceler ve şöyle der:
-Sultanım, bu saat semâzen şeklinde olsun. Her saat başı, kollarını açıp semâ etsin ve gong çalsın.
Sultan Abdülhamid Han projeyi eline alır, dikkatlice inceler, tefekküre dalar ve dâhiyâne şu fikri söyler:
-Hayır gong çalmasın! Ezan okusun. Öyle bir tertip yapın ki, saat başı ezan okusun, der.
Kâğıda birkaç ayrıntı çizerek Musa Dede’ye verir. Musa Dede, “Ferman Sultan’ımındır” diyerek düşünceli bir şekilde huzurdan ayrılır.
Guguklu, gonglu ve değişik melodili saatler mevcuttur. Bunlar; körük ve mekânik düzenlerle halledilebilmektedir. Ama ezan sesi, insan sesidir. Bu nasıl yapılabilir? Sultan’a, “Efendim bu nasıl olur?” demeden huzurdan çıkmıştır. Musa Dede, bu düşüncelerde sahafları dolaşırken, Fakir Dede’ye rastlar. Fakir Dede Melâmi Mevlevî meşrep bir zattır. Musa Dede, konuyu gizlice Fakir Dede’ye açar. Fakir Dede, Musa Dede’yi neşeye boğan şu bilgileri verir: ‘Frenk icadı gramofondan ilham alınabilir.’ Edison 1877 yılında fonograf cihazını bulmuştu. Fakir Dede, ses kaydı yapan bu cihazı önerir. Gramofonun 1887 yılının 20 Eylül’ünde Emil Berliner tarafından patenti alınmıştı. Yani ezan okuyan saat yapmak mümkündü.
Hemen çalışmalara başlandı. Kısa bir süre sonra, semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot yapıldı. Robotun özellikleri şu şekilde idi: Kaideye oturtulmuş gövdesi saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyordu. Etek kısmının üstündeki mazgallardan ezan sesi geliyordu. Öyle bir mekânizma kurulmuştu ki, tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, etrafında dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek eski yerine dönüyor, kollarını ve eteklerini indiriyordu. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.
Robotu Sultan Abdülhamid Han’a gösterdiklerinde, Sultan çok beğenmiş ve biraz da şaşkınlıkla:
-Bunun ismi Alâmet olsun. Bu tam bir Alâmet, demişti.
Alâmet’in gövdesinin boyun kısmına yakın yerinde altın işlemeli ay-yıldız, eteğindeki mazgalların altında ise Osmanlı Devlet Arması bulunuyordu. Sağ kolunun altında ise, bu projede yer alan ustaların baş harfleri yer almıştı.
Sultan Abdülhamid Han asrın harikası, sanat ve teknoloji eseri olan, ezan okuyan bu robotu, Ertuğrul Fırkateyni ile Japon İmparatoru’na özel bir mektup, nişanlar ve başka hediyelerle birlikte göndermişti.
Fırkateynin kafile başkanı Albay Osman Bey, gemi komutanı ise Yarbay Ali Bey’di. Temmuz 1889 yılında İstanbul’dan yola çıkan gemi, 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya’nın Yokohoma limanına varmış ve Japon hanedanınca görkemli bir tören ile karşılanmıştır.
* * *
Oktan Keelş’in Günlükten:
Şimdi, bu Alâmet isimli ezan okuyan saatin varlığı bugüne kadar niye bilinmedi? Japon elçiler İstanbul’a gelip, Sultan Abdülhamid Han’a Japonya’nın en büyük nişanı olanKrizantem’i verdiklerinde, mukabiliyet esasına göre, kendilerine Abdülhamid Han’ın da, Osmanlı Devlet’i adına Japon İmparatoru’na bir nişan verip vermeyeceği sorulur. Bunun üzerine Ertuğrul Fırkateyni ile Osmanlı Özel Nişanı ve yanında diğer hediye ve nişanlar, Osman Bey tarafından Japon İmparatoru’na takdim edilir.
Tarih kitapları ve Osmanlı arşivlerinde bu olaylar belgelerle sabittir. Fakat bilinmeyen konu şudur: Peki Alâmet isimli, ezan okuyan, saatli robottan neden hiç söz edilmez?! Bu işin sırrı da şudur: Belgelerde “Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon İmparatoru’na takdim edilmiştir.” denilmiştir. Bu kısımlar Japonlara ait belgelerde ise şu şekilde mevcuttur: “Osmanlı Devleti adına, Sultan Abdülhamid Han’ın elçileri, Osmanlınişan ve hediyelerini Japon İmparatoru’na sunmuşlardır.” İşin püf noktası, Alâmet’ten bahsedilmemesinin sırrı burada saklıdır. Osmanlıca, “alâmet” demek nişan, işaret demektir. Yani alâmet kelimesinin Osmanlıca lügat karşılığı ‘nişan‘dır. İşte sır budur.Alâmet’ten, nişanlar ve hediyeler olarak kayıtlarda bahsedildiğinden, Alâmet adeta kamufle olmuştur. Yani bilerek bir saklama yoktur. Bugüne kadar tarihin tozlu sayfalarında saklı kalmış bir hakikat Sırdaş’ın Kara Kaplı’ya kaydetmesi ile ilk defa gün yüzüne çıkmış oldu.
Fakat yine de akıllara bazı soru işaretleri gelebilir? Meselâ, Japonlar niye bu robot (Alâmet) gerçeğini ifşa etmemişlerdir? Bu soruya şöyle yanıt bulunabilir: O dönemlerde Japon Hanedanlığı karışıklıklar yaşıyordu. Saraylar ve bazı özel hediye mekânları yağmalandı, soyuldu. Alâmet o karışık dönemde, bu soygunlar esnasında birinin eline geçmiş olabilir. Seikosha saat fabrikası 1892 yılında kurulmuş, 1899 yılında ilk alarmlı saati piyasaya sürmüştür. 1881 yılında Kintaro Hattori tarafından Seiko Co limited şirketi kurulmuştur. Soru şudur: Acaba Alâmet bu saatlere ilham olmuş mudur? Acaba Alâmet’in üzerinde bulunan, 7 ustanın isimlerinin baş harfleri bir şeyler ifade ediyor muydu? Ezan okuyan saatlerin menşeinin Japonya olmasında acaba Alâmet’in ne kadar etkisi vardır? Bilinmez ama bilinen bir şey varsa o da; ilk ezan okuyan ve robot sayılabilecek saati dünyada ilk defa Sultan Abdülhamid Han sahneye çıkarmış olduğudur.
Alâmet’in tek resmi; Yıldız yağmasında muhtemelen yanmıştır. Deforme olmuş haliyle geride kalan parçasına baktığımızda; bu projede görev alan ustalardan biri elinde kurma kolu ile görülmekte, yanında ise Alâmet bulunmaktadır. Resmin üzerinde silinmiş Osmanlıca yazılar ve bir köşesinde silinmiş Japonca harfler yer almaktadır.
Şunun bilinmesinde fayda vardır ki robot teknolojisi çoğunun bildiği gibi, yeni bir teknoloji değildir. 1900’lü yılların başında yayınlanan Osmanlıca gazetelerin birinde, “robotları kullanarak dünyanın ele geçirilmeye çalışılacağı ve bu yönde çalışmaların olduğu” yazmaktadır.
İslâm bilginleri, robot diye tabir edilen çalışmaları asırlar önce yapmıştır. Fakat bilinen ve işlevi olan ilk robot Alâmet’tir.
Hz. Ömer Hakkında Doğru Bildiğimiz
Yanlışlar!
İslam’ın yüz akı şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer hakkında yazı yazmak, onun bereketli hayatını birkaç sayfaya sığdırmak gerçekten kolay bir iş değildir. Hz. Ömer dediğiniz zaman cahiliyede geçen 33 yıllık samimi bir hayat demiş olursunuz. O küfründe de samimi idi; İslam’a geçince dahada samimiyeti ziyadeleşti. Küfründe samimi olduğu için Efendimiz (sas) ona ve dayısı olan Ebû Cehil’e dua etmiş: “Allah’ım! İki Ömer’den biri ile bu dini güçlendir” demişti. Ona bu duanın yapılmasının nedeni samimiyeti idi.
Hz. Ömer dediğiniz zaman İslam yolunda geçen 28 yıllık bir hayat demiş olursunuz. O hayat, öyle bir hayattı ki, 6 yıl geç gelmişti ama o geç kalışını basamakları ikişer ikişer çıkarak arayı kapatmış, 6 yıl geç gelmesine rağmen Efendimiz’in (sas) soluna geçmiş, o makamın hakkını ödemiş, hep Efendimiz’i kendinden razı etmişti. Ne kadar cahiliye yolunda gayret etmiş, mücadele vermişti ise daha fazlasını İslam için vermiş, hayatının boşa geçen zamanlarının kefaretini ödemiş biri idi.
Hz. Ömer dediğiniz zaman 2,5 yıl Hz. Ebû Bekir’in hilafet günlerinde nasıl halifeye vezir olunur bunu hayatı ile gösteren; Ridde olaylarında, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde, fetih hareketlerinde, her hayırlı işte öncü olan biri demiş olursunuz.
Hz. Ömer dediğiniz zaman 10,5 yıl hilafet günlerinde adalet, izzet, fetih, adına çok şey söylemiş olursunuz. O öyle bir yönetim tarzı ortaya koymuştu ki değil sadece dostları düşmanları bile kendisine hayran bırakmış, her işi ile attığı her adımı ile İslam’ın en büyük mucizesinin insan yetiştirme olduğunu âleme göstermiş, mucize istersen eğer İslam’dan önce Ömer, İslam’dan sonra Ömer dedirtmiştir.(M.Emin YILDIRIM)
İLGİNÇ ŞEYLER için Tıklayınız..
İşte böyle bir şahsiyet olan Hz. Ömer’i birkaç sayfa da anlatmak gerçekten kolay değildir. Bundan dolayı biz bu yazımızda “Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar” başlığında, onun hakkında zihinlerimizde var olan bazı yanlış ve eksik bilgileri düzeltmeye çalışacağız.
Nedir peki Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar? Biz bu başlık altında sadece beş hususa değineceğiz. Bunlar;
1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?
2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mıydı?
3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i (sas) öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?
4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?
5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?
Buyurun bu maddeleri birer birer ele alalım.
1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?
Hz. Ömer’in İslam öncesi hayatı anlatılırken en fazla gündeme getirilen mesele kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömmesidir. Ancak bu konuda kaynak niteliğinde olan eserlerimizin hiçbirinde böyle bir rivayet geçmemektedir. Hz. Ömer, bu olayı anlatmıştır; cahiliye insanın bu büyük zulmü nasıl işlediklerini tasvir etmiştir. Ama hiçbir yerde “ben yaptım, ben kendi ellerimle kız çocuğumu gömdüm” dememiştir.
Bugün elimizdeki mevcut ensap kitapları Hz. Ömer’in gerek cahiliye döneminde, gerek İslam döneminde yaptığı tüm evlilikleri ve bu evliliklerden olan tüm çocuklarını bize verirler. Hz. Ömer, tam 10 evlilik yapmış, bu evliliklerden 3 kız, 8 oğlu olmuştur. Bu kızlardan en büyüğü Hafsa validemizdir; onun doğum tarihi ise Miladi 604’tür, yani nübüvvetten tam 6 yıl önce doğmuştur. Eğer Hz. Ömer böyle bir şey yapsaydı, Hz. Hafsa validemiz için de yapardı. Hz. Hafsa doğduğunda Hz. Ömer, 20 yaşlarında idi. İşte bu bilgilerde gösteriyor ki, Hz. Ömer için kız çocuğunu gömdü demek doğru bir iddia değildir.
2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mı?
Bugün birçok siyer kitabımızda Hz. Ömer’in Müslüman oluşu anlatılırken onun 40. Müslüman olduğu söylenir. Bu bilginin asıl kaynağı İbn Hişam’ın es-Sîre’sidir. Eğer Hz. Ömer’in 40. Müslüman olduğunu kabul edersek, altı yıl boyunca Müslümanların sadece 39 kişi olduklarını söylemiş oluruz ki, bu birçok sahabinin o günlerde Müslüman oluşunu dikkate almamamıza neden olur.
Ancak dikkatle incelendiğinde, Efendimiz’in (sas) ilk 6 yıl içerisinde sistemli ve özel bir davet çalışması başlattığını ve bu davet çalışmalarının neticesinde kazanılan insan sayısının ise 128’e vardığına şahit oluruz. Dolayısı ile Hz. Ömer ile birlikte sayının 129 olduğunu belirtmek durumundayız. İbn Hişam’ın naklettiği 40 sayısını ise o gün için Darü’l-Erkam’da bulunan sahabîlerin sayısı olarak kabul etmeliyiz. Yani Hz. Ömer ile birlikte o gün Darü’l-Erkam’da bulunan sahabî sayısı 40’a varmış, ancak o 129. Müslüman olarak tarihe geçmiştir.
3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i (sas) sadece öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?
Bugün Hz. Ömer’in nasıl Müslüman olduğunu sorduğunuz zaman hemen hemen herkesin söylediği rivayet şu olacaktır: “Darü’n-Nedve’de, Efendimiz’in Mekke’de oluşturduğu tesir konuşulurken, Ömer hiddetlenir, ‘öldürelim Muhammed’i ve bu işi kökten bitirelim’ demiş, kılıcını kuşanmış, nerde olduğunu bilmediği ama duyduğu Safa tepesindeki bir evde onu aramaya doğru çıkmıştı. Yolda akrabalarından Nuaym b. Abdullah onu görmüş, hiddetli halinden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Müslüman olan Nuaym, Hz. Ömer’den nereye gittiğini sormuş, aldığı cevap üzerine Efendimiz’i korumak için hedefi değiştirmiş ve o ana kadar bilmediği bir şeyi ona söylemişti. Demişti ki: ‘Sen Muhammed’in peşine düşeceğine, önce enişten ve kız kardeşine bak!’ Hz. Ömer ilk kez duyduğu bu bilgiyi doğrulatmak için hemen kız kardeşi Fatıma bint Hattab’ın ve eniştesi ayrıca amcasının oğlu olan Said b. Zeyd’in evine doğru yönelmiş, oraya yaklaştığında, içeriden bazı sesler duymuştu. O anda da Habbab b. Eret, o evin sakinlerine yeni nazil olan Kur’an ayetlerini okumaktadır. Hz. Ömer hiddetle kapıyı çalmış, içeriye girmiş; Habbab hemen evin bir köşesine saklanmış, okunan ayetlerde ortadan kaldırılmıştı. Hz. Ömer ne okuduklarını sormuş, onların Müslüman olup olmadıklarını sorgulamış, önce eniştesine, sonra kız kardeşine birer tokat patlatmıştı. Kız kardeşinin yüzünden süzülen kan bir anda Ömer’i sakinleştirmiş ve o anda okunan ayetlerin ne olduğunu sormuştu. Önce Ömer’in zarar vermesinden korktukları için ayetler gizlenmiş, ama ısrar edince Taha Sûresi’ndeki ayetler getirilmiş, orada okunmuş ve Hz. Ömer imana doğru yürümeye başlamıştı. Bu hali, o ana kadar gizlice izleyen Habbab b. Eret, saklandığı yerden çıkmış ve: “Vallahi! Ey Ömer! Ben Resulullah’ın senin için dua ettiğini işittim” demiş, bunun üzerine Ömer Efendimiz’in yerini sormuş; Habbab tarif etmiş ve Ömer dirilmek için Erkam’ın evinin yolunu tutmuştu.”
Bilinen bu rivayet doğrudur ve başta İbn Hişam ve İbn Sa’d olmak üzere birçok kaynağımızda da bu şekilde geçmektedir. Ancak biraz daha derinlemesine araştırdığımızda Hz. Ömer’in yukarıda aktardığımız imana yürüyüş kıssasının öncesinde de iki önemli hadise olduğunu görmekteyiz.
Bu hadiselerden ilki şudur: Hz. Ömer, Nübüvvetin 5. yılı, ilk Habeşistan hicretine katılmak için hazırlık yapan antlaşmalı köleleri Amr b. Rebia ve hanımı Leyla bint Ebî Hasme’nin yanına gelir. Hz. Ömer bunlara ve kölesi Zinnure’ye Müslüman oldukları için çok işkence yapmıştır. Onları öyle döver, öyle döverdi ki; sonra yorulur biraz ara verir. Ara verince de onlara derdi ki: “Sanmayın size acıdığım için durdum, yorulduğum için durdum. Biraz dinleneyim yine başlayacağım sizi dövmeye!” İşte Amr ve hanımı Leyla bu işkencelerden bitap düşüp, hicret etmeye karar verince, Hz. Ömer onların yanına gider. Amr yoktur o anda evde; Leyla onu karşılar. Hz. Ömer hazırlıklarını görünce; “bir yere mi gidiyorsunuz?” diye sorar; Leyla’da: “İşkencelerinizden bıktık, sizin yüzünüzden çıkıp Habeşistan’a gideceğiz” der. O anda Hz. Ömer duygulanır, sesi titrer ve der ki: “Gidin Allah yardımcınız olsun!” Leyla, Ömer’in o haline şaşar. Biraz sonra kocası Amr gelince ona der ki: “Az önce Ömer buradaydı, şöyle şöyle oldu. Ben öyle tahmin ediyorum ki Ömer Müslüman olacak!” Amr güler ve der ki: “Ömer’in babası Hattab’ın, ölmüş eşeği kalkar Müslüman olur, yine de Ömer Müslüman olmaz.” Amr ümidi kesmiştir. Ama Hz. Ömer’in gerçekten o gün yüreğine iman tohumu az da olsa düşmüştür. Bu onun imana yürüyüşünün ilk basamağıdır.
İkinci hadise ise şudur: Hz. Ömer bir gece Kâbe’ye doğru gelirken, Efendimiz’in orada ibadet ettiğini görür. Gizlice Efendimiz’e doğru yaklaşır ve ne yaptığını merak eder. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nden ayetler okumaktadır. Sözün kalitelisini çok iyi bilen Hz. Ömer, içinden bunlar bir şair sözüdür diye bir şey geçirir. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nin 41. ayetini okur: “Ve ma huve bi kavlin şair kalilen ma tüminun/ O bir şair sözü değildir; ne da az iman ediyorsunuz?” Bu ayeti duyunca Hz. Ömer şaşırır, benim içimi mi okuyor bu adam, yoksa o bir kâhin mi der. Efendimiz bir sonraki ayeti okur: “Ve la bi kavli kâhin kalilen ma tezekkerün/ O bir kâhin sözü de değildir ne kadar az düşünüyorsunuz?” Bu ayet karşısında bir kez daha sarsılır Hz. Ömer ve der ki: “Bu sözler Muhammedin uydurması mı?” O anda bir sonraki ayeti okur Efendimiz: “Eğer bu sözleri Muhammed uydurmuş olsaydı onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onu can damarından koparırdık!” Bu ayeti de duyunca Hz. Ömer daha da sarsılır ve hemen orayı terk eder. Ama günlerce, duyduğu o ayetlerin tesiri altında ezilir. İşte Hz. Ömer, öncesinde bu iki hadiseyi yaşayarak imana doğru yürür, en son kız kardeşinin evinde olanlarla süreç tamamlanmış olur.
4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?
Ne yazık ki bazı çevreler Hz. Ömer’in dini sahada çok rahat davrandığını iddia etmekte, her zaman maslahat öncelikli bir duruş sergilediğini dile getirmektedirler. Ancak bu konuda da Hz. Ömer’in hayatını dikkatlice okuduğumuz zaman onun ne kadar Kur’an ve Sünnete, kendisi ile aynı dönemi yaşayan fakih sahabilerin görüşlerine sıkıca bağlı olduğu görülür.
Halife olduğu günler karşısına gelen yeni meselelerde elbette bazı içtihatları olmuştur. Ancak bir mesele hakkında içtihatta bulunsa ve bu konuda daha sonra bir ayetin veya bir hadisin olduğunu duysa anında görüşünden vazgeçer ve Kur’an’a ve Sünnete sıkı sıkıya sarılırdı. Mesela; Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar: “Ya Emire’l-Müminin! Hanımlar mihr oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile adeta yarışır gibi davranıyorlar. Bizde bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasınlar!” dediler. Hz. Ömer gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve o gün Mescid-i Nebevi’de bir hutbe verdi; hutbesinde bu meseleye değindi. O anda hanımlar bölümünden bir ses yükseldi. Seslenen hanım diyordu ki: “Ey Müminlerin Emiri! Sen nasıl Allah’ın bize verdiği hakkı bizden esirgiyorsun. Allah Nisa Süresi 20. ayette “onlara kantar kantar, yüklerle mehir verseniz bile geri almayın” demiyor mu? Bu itiraz karşısında Hz. Ömer’in tavrı asla maslahat olmamış, anında geri adım atarak bu sözünden vazgeçmiştir. Koca Halife, Allah’ın kitabına rağmen konuşmamak için: “Esabet imraetün ve ahta Ömer/ Kadın isabet etti, Ömer ise hata etti” demiş ve kendisini Allah’ın kitabını o kadın kadar bilmemekle kınamıştır. Bu tavır bize çok şey söylemelidir.
Yine hilafeti günlerinde parmakların diyeti ile alakalı bir tartışma olmuştu. Efendimiz’den bu konuda bir şey duymamış, kendi kıyas yolu ile her parmağın aynı olmadığını dolayısı ile her parmağın ayrı bir diyetinin olması gerektiğini söylemişti. Mesela; başparmak için 15 deve, işaret, orta ve yüzük parmağı için 10 deve, serçe parmak için ise 6 deve diye diyet bedeli belirlemişti. Ama sonra bir sahabîden duymuştu ki, Efendimiz; tüm parmaklara 10 deve diyet bedeli belirlemiş, artık orada bana göre diye bir söz söylemeden anında bu görüşünden vazgeçmiş ve tüm parmakların diyet bedelinin 10 deve olduğunu söylemişti.
Dolayısı ile Hz. Ömer, diğer tüm sahabe gibi Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı yaşamış, onların konuştukları yerde susmuş, sustukları yerde ise maslahatı gözeterek konuşmuştur.
5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?
Evet, o gerçekten celal sıfatlı idi. Biz onu hep elinde kılıç yanlış bir iş yapanın kafasını kesmeye hazır bekleyen biri olarak görürüz. el-Hak böyledir de; çoğu zaman Hz.Ömer’in hali budur. Ama celal sıfatı asla zulme, haksızlığa dönüşmemiş, bilakis Hz. Ömer’in adı hep adalet ile anılır olmuştur. Peki, celal sıfatı nasıl olmuştur da, zulme değil, hakkaniyete dönüşmüştür? Çünkü Hz. Ömer’in şahsiyetinin üç temel esası vardı. Bunlar, Adalet, kuvvet ve rahmetti. Adaletin tesisi için kuvvet şarttı. Kuvvet olmazsa, güç olmazsa otorite sağlanmaz, zaafiyet baş gösterebilirdi. Ancak kuvvetin hemen karşısına rahmet konmazsa, o kuvvet Allah korusun zulme, haksızlığa dönüşebilirdi. İşte Hz. Ömer celal sıfatı ile adalet terazisini hayatında kurarken, bir kefesine kuvveti, bir diğer kefesine rahmeti koymuştu. Böyle olunca da o adaletin timsali, örneği ve rehberi olmuştu.
Bu yazımızda Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz bazı yanlışları öğrendiğimiz gibi, onun şahsiyetinin en temel anahtar kavramlarını da öğrendik. Bu anahtar kavramlar, Samimiyet, Farukiyet, Adalet, Kuvvet ve Rahmet’tir. Bu beş kavram onun hayatında olduğu için tarih onu hep övgü ile kayıt etti. Peki, bu kavramlar Hz. Ömer’in ruhunu diriltmek isteyen bu çağın insanına bir şeyler söylemesin mi?
Buyurun söylenen mesajları beraberce okuyalım:
1- Samimiyet kalbinin esası olsun ki, salihlerin duasını alabilesin.
2- Farukiyet aklının esası olsun ki, hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilesin.
3- Adalet eylemlerinin esası olsun ki, hak edene hak ettiğini verebilesin.
4- Kuvvet elinin esası olsun ki, hakkın ikamesi adına otorite sağlayabilesin.
5- Rahmet hayatının esası olsun ki, merhamet gösterip, merhamet bulabilesin.