Hz.Peygamber’in Kronolojisi
Mekke Dönemi
569 |
|
---|---|
574 |
|
575 |
|
577 |
|
578 |
|
589 |
|
594 |
|
605 |
|
610 |
|
613 |
|
614 |
|
615 |
|
616 |
|
619 |
|
620 |
|
621 |
|
622 |
|
Medine Dönemi
1/622 |
|
---|---|
1/623 |
|
2/623 |
|
2/624 |
|
3/624 |
|
3/625 |
|
4/625 |
|
4/626 |
|
5/626 |
|
5/627 |
|
6/627 |
|
6/628 |
|
7/628 |
|
7/629 |
|
8/629 |
|
8/630 |
|
9/630 |
|
9/631 |
|
10/631 |
|
10/632 |
|
11/632 |
|
1) Kaynaklarda hicretten önceki bazı olaylar Hz. Peygamber`in yaşına göre tarihlendirildiğinden bu olaylarla ilgili milâdî tarihlerin de esas alınan doğum yılına göre değişebileceği dikkate alınmalı
Ne uzun ne kısa kararında boy
Soyu İbrahim’den, ne asil bir soy
Saçları hoş, siyah, dalgalı bir koy
Kemâlini giydir beni benden soy
Varlığın ma’şuku cemâlin göster
Bu kul varlığından soyunmak ister
Güneş pervanesi o güzel yüzün
Nûrundan ışığı vardır gündüzün
Solmaz bir gül rengin ne kış, ne güzün
Tecellî ediyor yüzünde özün
Hasretim, yanarım yüzünü göster
Kölen bu devletle avunmak ister
Simsiyah gözlerin âhu misalin
Daim Hakk’a bakar, her an visalin
Beyazı ölçüsü gözde kemâlin
Kaşların sûreti gökte hilâlin
Râzıyım rüyada yüzünü göster
Âşık ma’şukuna can sunmak ister
Omuzlar yapılı düzgün el ayak
Boynu güzel, düzgün, gümüşten berrak
Göğsünden inen kıl zarif bir yaprak
Benden mutlu sana sarılan toprak
Azatlık istemem cemâlin göster
Elim ellerine dokunmak ister
Bir tutam sakalın birkaçı beyaz
Göbeksiz vücûdun serin kış ve yaz
Canımı yoluna kurban etsem az
Dostlar defterine köleni de yaz
Açıver kapını yüzünü göster
Gönül hasretinden yakınmak ister
Duyular mükemmel, dişleri inci
Kokusuna tutkun yaşlısı genci
Yürürken koşmadan olur birinci
Kapına gelmiş bir garip dilenci
Açıver ne olur yüzünü göster
Garip ayağına kapanmak ister
Yukardan aşağı heybetle iniş
Yürüyüşünde var hep bu görünüş
Adetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasip olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister
Nübüvvet mührünün sırtında yeri
Mühürlemiş Rabbim eşsiz değeri
Görmesinde eşit ön ile geri
İpek mi, hayat mı, bu nasıl deri
Bir dokunabilsem, yüzünü göster
Kölen seyre dalıp bir kanmak ister
Seni ilk görenler korku çekermiş
Sonradan alışır hemen severmiş
Benzerini asla görmedim dermiş
Erenler yolundan giderek ermiş
Benzeri bulunmaz yüzünü göster
Gönüller nûrunla yıkanmak ister
Peygamber mümine kendinden yakın
Bu büyük bir lutfu Cenâb-ı Hakk’ın
Eşleri annemiz, unutma sakın
Ehl-i Beyt’e karşı edebi takın
Sevgilim, Efendim yüzünü göster
Rûh onun rengiyle boyanmak ister
Zâtının nûrundan vermiş sana can
Hılkate rûhunla başlamış Rahman
Yusuf’ta yok sende olan hüsnüân
Ahlâkındır senin mûcize Kur’an
Alemlere rahmet cemâlin göster
Kölen rahmetine sığınmak ister
Ümmetin üstüne titreyen sensin
Müjdeci, uyaran, gel diyen sensin
Kulunu Allah’a sevdiren sensin
Geceyi gündüze çeviren sensin
Ey Hakk’ın şahidi yüzünü göster
Kul şehâdetinle tanınmak ister
Allah’ı, cenneti umanlar için
En güzel örneksin uyanlar için
Kalbini zikirle yuyanlar için
Hakk’ın yeminini duyanlar için
Ey en güzel örnek yüzünü göster
Fakir bu zîneti takınmak ister
Hakk’ın halîlisin, habîbi sensin
Gönüllerin eşsiz tabîbi sensin
En güzel hutbenin hatîbi sensin
Ümmetin en büyük nasîbi sensin
Aşkımın Leylâsı yüzünü göster
Mecnun seni gözden sakınmak ister
En güzel, en üstün ahlâk senindir
Cömertlikte kemâl elhak senindir
Şefâatte en son durak senindir
Mi’rac senin, Refref, Burak senindir
Sen gördün, bize de cemâlin göster
Pervane şem’ine hep yanmak ister
24-1-1992 de
Mekke’de tamamlandı.
H.KARAMAN
Neden Siyer öğrenmeliyiz?
Çoğulu siyer olan siret kelimesi, sözlükte “tavır ve hareket, hayat tarzı, tutulan yol, gidişat, tabiat, tedbir ve idare” anlamlarına gelir. (1) Kur’an-ı Kerim’de bir yerde Hz. Musa’nın asasının mucize eseri yılana dönüşmesi hadisesi anlatılırken kullanılır. Tâhâ Sûresi’nde denilir ki: “(Allah) ‘Ey Musa! Şimdi onu (asanı) yere at’ dedi. Bunun üzerine onu yere attı; bir de ne görsün! O, hızla sıvışan bir yılan oluvermişti. ‘Onu tut’ dedi ve ‘korkma!’ Biz onu ilk haline / şekline döndüreceğiz.” (2) Ayette geçen, “Biz onu ilk haline / şekline döndüreceğiz” cümlesinde siret, “hal, şekil, vaziyet” anlamlarında kullanılmıştır.
Hadislerde ise yine sözlük anlamlarına uygun bir şekilde, “tedbir, tavır ve hareket tarzı” mânâlarında kullanılmıştır. Mesela, Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber (sas) Devmetü’l-Cendel Serriyye’si için Abdurrahman b. Avf’ı komutan tayin ettiğinde ona şöyle buyurmuştu: “Ey Avf’ın Oğlu! Onu (sancağı) al! Hepiniz Allah yolunda gaza edin ve Allah’a inanmayanlarla savaşın, bununla beraber ganimete hıyanet etmeyin, kimsenin uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Bu Allah’ın ahdidir ve aranızda bulunan Peygamberi’nin siretidir/ hareket tarzıdır.” (3)
Sözlük anlamları böyle olan siyer kelimesi, ıstılahî olarak ise, “Hz. Peygamber’in (sas) doğumundan vefatına kadar hayat hikâyesini ve tercüme-i halini yani ahlâkını, şemâilini, delâilini, mucizelerini, nesebini konu edinen ilmin adıdır.”
Bir Müslüman için Hz. Peygamber’in hayatına ve O’nun dünyasına ait her hatıranın çok mühim bir yeri vardır. Çünkü O (sas) en güzel örnek, en kâmil misal, en doğru rehberdir. Rabbimiz onlarca ayette, Resûlullah’a ittibânın / itaatin gerekliliğine ve önemine vurgu yapmış, O’nun (sas) rehberliği olmazsa dinin gerçek manada kemale eremeyeceğini belirtmiş, Efendimiz de, “Sarıldığımız müddetçe asla dalalete sapmayacağımız” iki büyük emanetten birinin Kur’an, diğerinin ise kendi sünneti olduğunu beyan etmiştir. (4)
Başka bir hadisinde Efendimiz (sas) miras olarak bıraktığı hayatının/sünnetinin değerini şöyle ifade etmiştir: “Allah’a yemin ederim ki, size gecesi gündüz kadar aydınlık, geniş ve takip edilecek bir yol bıraktım.” (5) Gecesinin bile gündüz gibi aydınlık olduğu bu bereketli hayatı her yönü ile öğrenmek, anlamak ve kavramak her Müslüman’ın en önemli gayesi olmalıdır. Böyle olduğu için; “Neden Siyer Öğrenmeliyiz?” sorusu cevabı çok net bir şekilde ortada olan bir sorudur. Buna rağmen biz meselenin mahiyetini biraz olsun daha iyi öğrenme maksadı ile bu soruyu soruyor, ayet ve hadisler ışığında bulduğumuz cevapları da sizlerle paylaşıyoruz.
Kur’an’ın ne dediğini daha iyi anlamak için
Kur’an’ın ilk muhatabı olan Efendimiz (sas) onu insanlığa tebliğ ettiği gibi, onun nasıl yaşanacağını da öğretmiştir. Dolayısı ile o sadece tebliğ eden değil, hem tebyin eden, (açıklayan), hem tezkiye eden (arındıran), hem de ta’lim edendir (öğretendir). Hal böyle olunca Hz. Peygamber (sas), Kur’an’ın okunmasından tutun açıklanmasına, hayata nasıl taşınacağından tutun, hangi durumlarda neler yapılacağına dair her türlü izahatı yapmış ve bunları fiili olarak da göstermiştir. Bir de Efendimiz’in (sas) vahyin gölgesinde geçen yirmi üç yıllık hayatının ayetlerle şekillendiği göz önünde tutulduğunda, inen her ayetin O’nun dünyasında nasıl karşılık bulduğu hatırlandığında, Kur’an-Siyer ilişkisi daha iyi anlaşılmış olur.
Siyerin sahibinin kıymetini doğru şekilde kavramak için
Siyer denilen bu bereketli hayatın sahibi olan Efendimiz’in değer ve kıymeti, ancak onun hayatı doğru bir şekilde öğrenildiği zaman kavranılacaktır. Efendimiz’in (sas) 40 yaşına kadar olan pâk ve tahir hayatı, o günden sonra 23 yıl sürecek nübüvvet hayatı ve yaşanan binlerce hadise ne kadar doğru anlaşılırsa, o kadar bir beşer olarak Efendimiz’in nasıl bir mücadele verdiği anlaşılacak, bu da bir Müslüman için çok önemli olan, iman ettiği Peygamber’inin değer ve kıymetini hakkı ile takdir etmesini sağlayacaktır. O’nun (sas) bu din için nasıl bir mücadele verdiğini öğrenen ve nelere katlandığını, neleri yaptığını veya neleri yapmadığını tam anlamı ile kavrayan biri Efendimiz’e (sas) olan sevgisi daha da artacaktır. Batılı araştırmacılar bile Efendimiz’in (sas) hayatını tarafsız bir gözle okuduklarında hayran kalıyorlarsa, bir Müslümanın hayran kalmaması mümkün müdür? Bundan dolayı Siyer, Efendimiz’in değer ve kıymetinin doğru anlaşılması ve kavranmasının önemli etkenlerinden biridir.
İslam’ın değer ve kıymetini öğrenmek için
Kavramlar insan tasavvurunu şekillendiren en önemli unsurlardır. Bunlara yüklenen anlamlar doğru ise tasavvur doğru olacak, eksik ve hatalı ise elbette yanlış olacaktır. Bize bilmediğimiz binlerce hakikati beyan eden Efendimiz, özellikle kavramların doğru anlaşılması yönünde çok önemli izahlarda bulunmuş ve bizzat uygulamaları ile de bunu göstermiştir. Mesela Cibril hadisi diye bilinen meşhur rivayette bize, İslâm’ın, imanın, ihsanın değer ve kıymetini başka bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde öğretmiştir. Bu mânâda Siyer-i Nebi’nin her sayfası bu tarz örneklerle doludur. Dolayısı ile siyeri öğrenmek, bir manada kulluk kodları sayılan kavramları gerçek anlamlarıyla da öğrenmektir.
Hadisi, sünneti ve tarihi doğru şekilde anlamak için
Siyer bilgisi nasıl Kur’an’ı daha iyi anlamamıza katkı sağlıyorsa, hadis, sünnet ve tarihi de doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olan en önemli verilerden biridir. Çünkü Siyer Sünnetin beyanı, Sünnet ise Kur’an’ın beyanıdır. Ayetlerin nüzûl sebeplerini bilmek, o ayetlerin bağlamına vakıf olmak anlamına geldiği gibi, Asr-ı Saadet’te cereyan eden herhangi bir hadisenin ortaya çıkış sebebine vâkıf olmak da işin bağlamını kavramaya vesile olacaktır. Sözün anlamı, sözün bağlamı ile birebir bağlantılı olduğu için, anlam-bağlam ilişkisini iyice kavrama adına siyere müracaat bir zorunluluktur. Bu önemli husus terkedildiği zaman ciddi anlam kaymalarına sebep olmakta, nice önemli mesaj ya yanlış anlaşılmakta veyahut hiç anlaşılmamaktadır. Hal böyle olunca, Kur’an’ın ve Sünnet’in neşet ettiği zemin olan Siyer’in öğrenilmesinin ehemmiyeti daha net şekilde ortaya çıkmaktadır.
İdeal bir mü’min olmanın yollarını öğrenmek için
İdeal bir insan ve ideal bir mü’min olabilmek için Allah’ın birleştirmesini emrettiği bağları / ilişkileri koparmamak ve bu bağları istenilen düzeyde hayatta tesis etmek gerekir. Bu bağları şöyle sıralayabiliriz:
İnsanın kendi nefsi ile olan bağı
İnsanın Allah ile olan bağı
İnsanın başka insanlarla olan bağı
İnsanın eşya ve evren ile olan bağı
İnsanlık ailesinin en kâmil hali olan Efendimiz (sas) bu bağların hayatta nasıl tesis edileceğine dair en güzel örnekleri ortaya koymuştur. Bu örnekliği kavramak adına O’nun hayatı iyice öğrenilmeli, özellikle Siyer’in sayfaları bu bakış açısıyla da okunmalıdır.
En doğru kametin/duruşun ne olduğunu öğrenmek için
Zamanlar, mekânlar ve olaylar değişince insan, bunlara uygun en doğru duruşların ne olduğu konusunda ciddi bir sıkıntıya düşmektedir. Nerede sükût edileceğini, nerede konuşulacağını, ne zaman yumuşak, ne zaman sert olunacağını, kime karşı tevazu, kime karşı izzetle durulacağını kestiremeyebiliyor. Gerçekten insanın en fazla zorlandığı mesele, doğru işi, doğru tavrı, doğru zamanda ve zeminde yapabilmesidir. İşte Efendimiz (sas) bu alanın da tartışılmaz en ideal örneği ve modelidir. Siyer’in sayfaları içerisinde yer alan binlerce bilgi, bizlere doğru duruş adına çok önemli örneklikler sunmaktadır. Bundan dolayı da siyer bir yönü ile mü’minin hareket tarzını/stratejisini belirleme adına mühim bir kaynaktır.
Efendimiz’i (sas) hakkıile sevebilmek için
Bir Müslüman için Hz. Peygamber’i (sas) sevmek sadece vefanın ve heyecanın duygusal bir konusu değil, aynı zamanda imanın bir konusudur. Çünkü Rabbimiz, Peygamberi sevmeyi imanın kemal şartı olarak belirlemiş, Efendimiz de (sas) kutlu sözlerinde bunu beyan etmiştir. O’nu gerçek mânâda sevebilmek, ancak tanımak ile mümkündür. Çünkü muhabbet ancak marifet ile sağlanır. “Ne kadar tanırsan, o kadar sevebilirsin” ilkesi ile sevmenin şartı tanımaktan geçmektedir. Tanımanın yolu ise O’nun pâk hayatını iyice öğrenmekten geçmektedir. O hayatı biraz olsun anlayan kişi, bir sevgi ahlâkına dair çok önemli mesajlar öğrenecek ve “Hz. Peygamber’i (sas) nasıl sevmeliyiz?” sorusuna cevaplar bulacaktır.
Hz. Peygamber (sas) gibi terbiye olmak için
Efendimiz (sas) buyurmuşlardı ki: “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi en güzel şekilde düzenledi.” (11) Bundan dolayı Hz. Muhammed (sas) dediğimiz zaman; mürebbisi Allah olan bir beşer sultanı demiş oluruz. O, (sas) doğumundan Peygamber olacağı güne kadar gözetim altında olan, sonra Peygamber olarak kavmine gönderilen, o günden sonra da vahyin gölgesinde ayet ayet şahsiyeti inşa edilen birisidir. Dolayısı ile Efendimiz’in (sas) mutahhar hayatı bir yönü ile “Kur’an, insanı nasıl inşa eder?” sorusuna cevaptır. Siyer’den bu önemli bilgiyi öğrendiğimizde hem Hz. Peygamber gibi inşa olmak, hem de elimizin altındaki insanları Kur’an’la inşa etmek noktasında çok önemli usûl ve yöntemler elde etmiş oluruz. Özellikle inen ayetlere Efendimiz’in verdiği ilk karşılıklar, o ayetleri Sahabe’ye ulaştırdığında onların söyledikleri ve sonrasındaki ayetleri yaşama tatbik adına ortaya koydukları gayretleri Kur’an’la inşa olunma konusunda mühim mesajlar taşımaktadır. 23 yıllık süreç, bu bakış açısı ile gözden geçirildiğinde, terbiye muhtevası ve yöntemine (eğitim bilimine / pedagojiye) dair nebevî ölçüler tespit edilecek, bu ölçülerle de hayatlar yeniden düzenlenecektir.
(*) M. Emin YILDIRIM’IN Derslerinden Derlenmiştir.
1) el-Firûzâbâdi, el-Kâmûsü’l-Muhit, s. 528
2) Tâhâ Sûresi, 20/19-21
3) İbn Hişam, es-Sîre, c. 4, s. 281
4) Hâkim, el-Müstedrek, c.1, s.93
5) İbn Mace, Kitabü’s-Sünne, 5
6) Ahzab Sûresi, 33/21
7) Haşr Sûresi, 59/7
8) Kalem Sûresi, 68/4
9) Nesâî, Menasik, 27
10) Buhârî, Ezân, 18
11) Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c.1, s. 12; el-Muttakî, Kenzü’l-Ummal, c.11, s. 406
Birincisi ve en önemlisi:Siyeri Kur’an’ın hakemliğinde ve Kur’an’ın gölgesinde öğrenmek zorundayız. Bu ilk ilkemiz çok önemlidir. Kur’an’ın hakemliğinin ihmal edildiği bir siyer okuması sahibine her an yanlış yaptırabilir. Peki, Kur’an’dan bu alanda nasıl bir hakemlik isteyeceğiz? İşte bunun cevabı:
· Efendimiz’in şahsiyetinin anahtarlarını Kur’an’dan öğrenmelidir.
· Efendimiz’in Allah katındaki değer ve kıymetini Kur’an’dan öğrenmelidir.
· Efendimiz’in görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını ve bunların sınır ve hudutlarını Kur’an’dan öğrenmelidir.
· Vahyin ilk muhatabı olması sebebi ile Kur’an’ın O’nu nasıl inşa ettiğini ve bunun yöntemini Kur’an’dan öğrenmelidir.
· Özellikle vahyin iniş sürecini ve bu süreçteki mesajların sıralamasını dikkate alarak, Efendimiz’in Kur’an gölgesinde nasıl bir şahsiyet eğitimine tabi tutulduğu Kur’an’dan öğrenilmelidir.
· Bir beşer olarak Efendimiz’in Kur’an gölgesinde yetiştirilirken buna nasıl karşılık verdiğini Kur’an’dan öğrenmelidir.
İkincisi:Siyer üzerinden Kur’an’ı, Kur’an üzerinden de siyeri okumalıyız.
Üçüncüsü: Siyer-i Nebi’yi, Siyerü’l-Enbiya’dan ayırmadan öğrenmek zorundayız.
Dördüncüsü: Siyeri sadece bir tarih kitabı olarak değil, bugünü anlatan önemli bir kaynak olarak okumalıyız.
Beşincisi: Parçacı okuyuştan bütüncül okuyuşa geçerek, bütününü parçaya kurban etmemek zorundayız.
Altıncısı: Siyeri sadece satırlardan değil, olayların içerisine dâhil olarak okumalıyız.
Yedincisi: Siyeri kesinlikle sebep-sonuç ilişkisi ile okumak, birini birine, yani sebebi sonuca, sonucu sebebe kurban etmemeliyiz.
Sekizincisi: Siyerin cereyan ettiği zamanı, mekânı, kültürü, sosyal yapıyı ve o günün şartlarının oluşturduğu psikolojiyi dikkate alarak okumalı, bugünden hareket ederek o günü değil, o güne giderek o günü okumalıyız.
Dokuzuncusu: Siyeri sadece Efendimiz’in yaşadığı ortamı ve hayatını anlama adına bir bilgi alma şeklinde okumamalı, her gün yeniden ve bir kez daha keşfetmek için okumalıyız.
Onuncusu: Siyerin sahibi olan Efendimiz’in bu bereketli mirasını insanüstülüğü esasına dayanarak değil, model insan ilkesini öne çıkararak okumalıyız.
Onbirincisi: Siyeri tek başına Efendimiz’in hayatından ziyade, o nübüvvet medresesinin yetiştirdiği talebeler olan Sahabî efendilerimizle irtibatlandırarak okumalıyız.
İşin nasıllığı konusunda çok şey söylenebilir, ama biz bu kadarı ile yetinelim.
Siyer konularını anlatırken izlemiş olduğunuz yöntem ve usulden kısaca bahseder misiniz?
Aslında biraz önce söylediğim ilkeler, siyeri anlatırken bizim kendi benimsediğimiz yöntem ve usûl ilkelerinden bazıları idi. Ben sadece o ilkelerden bir tanesini biraz daha açmak isterim müsaade ederseniz. Nedir o? “Siyeri sadece satırlardan değil, olayların içerisine dâhil olarak okumak…” İşte biz genelde bunu yapmaya çalışıyoruz. Siyerin hangi sayfası olursa olsun, anlamaya çalışırken yapmaya çalıştığımız şey budur. Tarihten kopmadan bizatihi tarihi olayların içerisine girerek, ama işi sadece orada bırakmadan kendimizi de o olayın bir parçası olarak kabul ederek okumaya çalışıyoruz. Mesela; Uhud’u işlerken Uhud’un o acı sayfalarını sadece kitaplardan kaynaklardan okumak yerine; “Ben olsaydım Abdullah ibn Cübeyir’in komutasındaki 50 okçudan biri acaba ben ne yapardım?” “Ben olsaydım Ebu Dücane gibi, Allah Resulü bana emanet etseydi o kılıcı acaba ben nasıl öderdim o kılıcın hakkını? Bunun gibi olayları satırlardan okumak ama satırlarda bırakmayıp sadrına da içine de dâhil olarak bizatihi o tarihsel olayın içerisinde canlı bir aktör olarak yer alıp, o günleri bizzat yaşayarak bugünün dünyasına izler taşıyabilmek… Genel anlamda bizim yapmaya çalıştığımız bu. Çünkü ancak böyle yaptığımız zaman o yaşanmış tarihi olaylardan gerçek manada istifade etmiş olabiliriz. Sadece işi hissiyatla sınırlandırmak da doğru bir şey değil, sadece işi akliyata hapsedip de hissiyatı devre dışı bırakmak da doğru bir şey değil. Siyer okumalarında da Kur’an okumalarında olduğu gibi temel bir ilkemiz olmalı… O ilke nedir? Kur’an’ın mesajları akılları ikna ederken, yürekleri tatmin eder. İşte biz de böyle yapmak zorundayız. Siyer okurken de akıl ve yürek dengesini ihmal etmeden, akıllarımızı ikna ederken yüreklerimizi de tatmin ederek, yüreklerimizi de işin içine katarak his dünyamızı da ihmal etmeden bir okuma yapıp bugünün dünyasına o günün o silinmez izlerini taşımak zorundayız.
Bizim için en büyük örneğin peygamber olduğunu biliyoruz. Onun örnek hayatını bugüne nasıl yansıtırız?
Biz bugün yaşadığımız bu hayatta, nerede duruyorsak, hangi hal üzereysek acaba Efendimiz (a) yaşasaydı bugün sorun yaşadığımız noktalarda bize nasıl bir söz söylerdi, nasıl bir örneklik yapardı? sorusunu her daim sormak zorundayız. Çünkü Efendimiz’in (sav) Usve-i Hasene oluşu gerçekten de bugünün dünyasında bizim ihtiyaç duyduğumuz her alanda ve her anda söz söylemesi anlamına gelir. Bakın, çok ilginçtir; Kur’an Usve-i Hasene ifadesini sadece üç yerde kullanır: İkisi Mümtehine Sûresi’nde, biri Ahzap Sûresi’nin 21. âyetinde… Burada şu soruyu sormamız lazım: Neden Kur’an insanlık için model şahsiyetler olan peygamberlerin birçok hususiyetlerini bize aktırırken, özellikle 25 peygamber içerisinden hadi biz Üzeyr’i, Lokman’ı ve Zülkarneyn’i de sayalım 28 peygamber içerisinden sadece iki peygamber için bu ifadeyi kullanır? Neden mesela, Kur’an Hz. Musa’ya (as) Usve-i Hasene demez? Neden Hz. İsa’ya demez, neden Hz.Zekeriya’ya ya da Hz. Yusuf’a demez de Usve-i Hasene ifadesini sadece Hz. İbrahim ve ailesi için Mümtehine Sûresi’nde ve Ahzab Sûresi’nin 21. âyetinde de Efendimiz (sav) için kullanır? Aslında bu soruya cevap verdiğimizde Rabb’imizin Usve-i Hasene ifadesine yüklemiş olduğu anlamı daha iyi kavramış oluruz. Sebebi nedir? Sebebi şu: Kur’an’ın anlattığı o peygamberlerin hayatlarından biz birçok şey öğreniriz. Ama peygamberlerin ikisi dışında hiçbirinde hayatın her alanına dair örneklikleri ne yazık ki bulamıyoruz. Mesela biz Hz. Süleyman’ın hayatında ideal bir devlet adamlığının örneğini görürüz, gücün ve iktidarın ahlakının nasıl olması gerektiğini görürüz. Ama Hz. Süleyman’da ideal bir fakir ahlakını göremeyiz. Fakirlikte nasıl bir ahlak sergilenmesi gerektiğini göremeyiz. Çünkü onun hayatında böyle bir sayfa olmadığı için böyle bir örneklik olmamıştır. yoktur Gelin Hz. Yusuf’un hayatına… Kur’an onun içinde Usve-i Hasene demez. Onun hayatının anlatıldığı kıssa, kıssaların en güzeli olmasına rağmen, diğer tüm kıssaların aksine orada bir kronoloji olmasına rağmen, Kur’an onun için bu ifadeyi kullanmaz. Neden? Çünkü biz Hz.Yusuf’un hayatından çok şey öğreniriz; ama ideal bir evlilik hayatının nasıl olması gerektiğini öğrenemeyiz. Çünkü Hz. Yusuf’un hayatının bu sayfalarını bilmiyoruz. Nasıl bir baba olmuştur? Nasıl baba olup da çocuklarına bakmıştır? Kayınbabası ile kayınvalidesiyle nasıl bir ilişki kurmuştur, bunları bilemiyoruz. Bu örnekleri uzatın gitsin. Ama gelin Hz. Peygamber’in (sav) hayatına… Ne sorarsanız sorun, cevabını O’nun (sav) hayatında bulacaksınızdır. İdeal bir baba, ideal bir evlat, ideal bir muallim, ideal bir talebe, ideal bir devlet başkanı, ideal bir ordu komutanı, ideal bir kayınbaba, ideal bir damat… Neyse aklınıza gelen… Hayatın hangi alanında aklınıza ne geliyorsa bunun karşılığı, Efendimiz’in (sav) yaşadığı hayatta vardır. İşte biz Usve-i Hasene ifadesini böyle anlarsak, böyle bir şekilde zihnimizde kalbimizde ne olduğu konusunda doğru bir karşılık oluşturursak, O’nun (sav) hayatından daha fazla istifade etme imkânları üretebiliriz. Daha doğru bir ifade ile kendi dünyamızı daha güzel imar etme ve hepsinden önemlisi Rabbimizi razı edecek bir hayat ortaya koyma yollarını bulabiliriz.
İnsanların zihninde günümüze kadar oluşan birçok peygamber algısı mevcut… Şimdiye kadarki okumalarınızdan sizde oluşan peygamber algısı nasıldır?
Tabii, algılardaki kırılma ne yazık ki insanın bir kaderi… Bu sadece peygamber algısıyla olan bir şey değil. Hatırlayın, Habil ile Kabil peygamber çocuklarıydı. Aynı ana ve aynı babadan olmalarında rağmen onlarda da ciddi bir kırılma oldu ve o kırılmanın neticesinde biri birinin katili oldu. Dolayısıyla insan olmak aslında bir yönüyle bu tarz hataları, bu tarz eksiklikleri bünyesinde barındırmak demektir. Zaten insanın kaderi kirlenmektir. Eğer öyle olmazsa Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bir anlamı olur muydu? Böyle bir hakikat ortada olmasına rağmen bu tarz kırılmaların varlığı sahiplerini haklı göstermez. Biz, ‘neden oldu?’ sorusunu da sormak zorundayız. Peki, ne olmuştu da İslam toplumlarında bu kadar kısa bir zaman sonra çok büyük kırılmalar ortaya çıkmıştı? Elbette ki, tarihte yaşanan bazı acı olayların ve büyük kırılmaların birçok sebebi vardı. Ama en temelinde yatan sebep, o gün yaşayan insanların birçoğunun Hz. Peygamber’in miras olarak bıraktığı o temel hakikatlere tam anlamıyla sahip çıkmamaları ve o mirasın yaşadıkları o sorunlara söylediği sözleri anlamamalarıydı. Efendimiz (sav) Veda haccında yüz bini aşkın sahabenin şahit olduğu o son buluşmada tüm insanlığa şöyle bir miras bırakarak gitmişti: “Ben size iki şey bırakıyorum, sarıldığınız müddetçe asla dalalete, asla yanlış yollara sapmazsınız; birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise benim sünnetim.” Yani bırakılan miras Kur’an ve sünnet… Kur’an ve Kur’an’ın en büyük yorumu olan sünnet… Dolayısıyla biz bu mirası doğru bir biçimde anladığımız zaman ve bugünün dünyasına da doğru bir biçimde taşıdığımız zaman dalalete kapı açmayacağımız muhakkaktır. Öyleyse, ister o gün olsun ister bugün olsun İslam toplumlarında fikri ve ameli sapmalar, kırılmalar yaşanmışsa bunun sebebi sahih ve selim bir Kur’an ve Sünnet anlayışından oluşan sapmalardır. Bu sapmalar, çok farklı ve değişik hallerde ortaya çıkabilir. Mesela; şekli önceleyip, manayı ihmal ederek olabilir. Lafzı önemseyip, maksadı devre dışı bırakarak olabilir. Bizlerin dışındaki dünyaların bize yaptıkları olumsuz telkinlerin neticesinde olabilir. Özellikle İslam dünyasının siyasal anlamda gücünü kaybettikten sonra savunmacı bir tepki ile meseleleri anlama çabasından kaynaklanan düşünceler şeklinde olabilir. Dolayısı ile Hz. Peygamber (sav) ile kurulacak bağın yani O’nun (sav) mirasını anlama çabalarının farklılığı muhakkaktır. Bu konuda yapılması gereken en önemli husus; gerek Kur’an’ın, gerek Peygamber’in (sav) ilk muhatapları olan Sahabe neslinin bunu nasıl anladıkları ve nasıl kavradıklarıdır. O nesil, Kur’an’ın da açık beyanı ile “Allah’tan razı olmuş ve Allah’ı razı etmiş” bir nesil olarak bize doğru bir peygamber algısının nasıl olacağı yönünde önemli örneklikler bırakmışlardır. Bugün biz, Sahabe’nin bu örnekliğini anladığımız oranda, Hz. Peygamber ile aramızda doğru bir bağ kurmamız söz konusudur. Sahabe, Efendimiz’in (sav) mirası olan sünneti; “Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama” biçimi olarak anladı. Ama gelin görün ki biz, Müslümanca düşünmeyi hayatlarımızda sağlamadan, Müslümanca yaşamaya çalışıyoruz. İşte bizim mevcut siyer okumalarından elde ettiğimiz peygamber algısı böyle bir temele dayanıyor.
M.Emin YILDIRIM
İSLAM ÖNCESİ MEKKE
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu sebeple ana hatlarıyla Mekke tarihi ve bu arada Kâbe ve Kureyş’ten bahsetmek faydalı görülmektedir.
Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim (as) dönemine kadar inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim (as) Allah’ın emriyle, henüz çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hacer’i Mekke’ye getirip bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı. Kur’ân-ı Kerîm’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrahim 14/37) Mekke vadisi, çöl karakterli bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul bir süre sonra susuzluk problemi ile karşılaştılar. Dinî rivayetlere göre su bulmak için Safa ve Merve tepeleri arasında koşturan Hacer’in, çaresiz kalıp oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve suyu bol olan kaynak sebebiyle burası kervanların konak yeri oldu. Bir süre sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler, Mekke çevresine yerleştiler. İsmail onlardan Arapça öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi.
Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hacer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz. İbrahim Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı ayetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle Kâbe’nin Hz. İbrahim (as)’den önce de var olduğu ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve Hz. İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.(1) Kurân’da Hz. İbrahim (as)’den önce kimin tarafından inşa edildiği hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem (as) yahut oğlu Şît (as) tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim (as) Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca Cebrail gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet edip oğlu ile birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndü.
Mekke ve Kâbe’nin idaresi Hz. İsmail (as)’den bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail (as)’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan Cürhümlüler zamanla sapıklığa düştüler, çeşitli ahlâksızlıklar yanında Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya başladılar. Bir süre sonra Güney Arabistan’dan göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacer-ül Esved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem kuyusunu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen’e gittiler. İsmailoğulları ise sayılarının azlığı sebebiyle savaşta taraf olmadı ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasına sebep oldu.
V. Yüzyılın ilk yarısında Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderliğindeki Kureyş kabilesi, Huzâalılar’a karşı mücadele ederek Mekke yönetimini ele geçirdi. Böylece büyük şeref ve saygınlık ifade eden Kâbe hizmetleri de Kureyş’e geçmiş oldu. Kusay Mekke civarında dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke idaresi (Dârünnedve idaresi), başkumandanlık (kıyâde), sancaktarlık (livâ), Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası (hicâbe veya sidâne), hacılara su temini (sikâye) ve hacıları ağırlama (rifâde) hizmetlerini elinde topladı. Onun yaptırdığı Dârünnedve önemli meselelerin görüşülüp karara bağlandığı ve çeşitli törenlerin düzenlendiği bir toplantı yeri olarak İslâm dönemine kadar devam etti.
Kusay’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri onun çocukları ve torunları tarafından sürdürüldü. Kusay’ın torunu ve Hz. Peygamber’in üçüncü kuşaktan dedesi Hâşim b. Abdümenâf gerek Mekke’ye gelen hacıların gerekse Kureyş kabilesinin yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak için çalıştı. Cömertliği ile tanınan Hâşim ile kardeşleri Muttalib, Abdüşems ve Nevfel, Bizans, Yemen, Habeşistan ve İran devletleri nezdinde ticaret antlaşmaları yaptılar. Ayrıca ticaret güzergâhı üzerindeki kabilelerle saldırmazlık antlaşmaları imzaladılar. Böylece Mekke ticareti milletlerarası bir mahiyet kazandı. Kureyşliler gerek antlaşmalar gerekse Kâbe hizmetlerini yürütmenin vermiş olduğu itibar sayesinde emniyet içerisinde kışın Yemen’e ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar ticari amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Hâşim ticaret için Suriye’ye giderken bir süre kaldığı Yesrib’de (Medine) Neccâroğulları’ndan Amr b. Zeyd’in kızı Selma ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib (Şeybe) dünyaya geldi. Hâşim seyahati sırasında Filistin’deki Gazze’de öldü ve oraya defnedildi. Abdülmuttalib sekiz yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir zamanda kabile reisliği görevini ona devretti. Abdülmuttalib gördüğü bir rüya üzerine Cürhümlülerin Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem kuyusunun yerini bularak yeniden açtı. Hacılara yiyecek ve su temini görevlerini üstlendi.
İslam öncesinde Mekke coğrafi konumu yanında dinî ve ticari bir merkez olmasından dolayı Bizans, İran (Sâsânî) ve Habeşistan gibi dönemin devletlerinin dikkatini çekmiştir. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkelilerin ticari faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe ordusuyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gelip konakladı. Bu sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib; Ebrehe ile görüştü ve Allah’ın evi (Beytullah) olarak bilinen Kâbe’yi, sahibinin mutlaka koruyacağını ona hatırlattı. Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe hücum emri verdi ancak ordusunun önünde bulunan fil, Kâbe’ye doğru asla hareket etmediği gibi ordusu da Fîl sûresinde belirtildiğine göre (105/1-5) Allah tarafından gönderilen kuş sürülerinin attığı küçücük taşlarla helâk oldu. Bu olaya “Fil Vak‘ası”, meydana geldiği yıla da “Fil Yılı” adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.
Mekke Hicaz bölgesinin üç önemli şehrinin başında geliyordu (diğer ikisi Yesrib [Medine] ve Tâif). Güneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra körfezine, batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye ve Afrika istikametine giden yolların kesişme noktasında bulunan Mekke ekonomik açıdan çok elverişli bir mevkide yer almaktaydı. Öte yandan Kâbe dolayısıyla şehir, Arabistan’ın dinî merkeziydi. Yılın belirli aylarında Arabistan’ın her tarafından Kâbe’yi ziyarete gelen insanlar şehrin ticarî faaliyetlerine canlılık kazandırır, panayırlar kurulur ve şiir yarışmaları yapılırdı. Coğrafi şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı.
Mekke’de Arabistan yarımadasının genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların en büyüğü Hübel olup bu, Kureyş’in en önemli putu idi. Bunların dışında evlerin çoğunda da put vardı. Araplar; gökleri ve yeri yaratan, idare eden en yüce tanrı olarak Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun katında şefaatçi olacağı düşüncesiyle putlara tapıyorlardı. Böylece sadece Allah’a kulluğu öngören tevhid inancından saparak Allah’a ortak koşmak suretiyle şirke düşmüş oluyorlardı. Öte yandan Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu.
İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA SOSYAL DURUM
Toplumsal Yapı
Arap yarımadası üzerindeki sosyal hayatın şekillenmesinde, hiç şüphe yok ki bölgenin içinde bulunduğu coğrafi ortamın ve iklim özelliklerinin önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim vahalarda yaşayan yerleşiklerle (hadari), kırsal kesimde yaşayan göçebeler (bedevi), Cahiliye dönemi Arap toplumunun belli başlı iki temel unsurunu oluşturmuştur. Bölgedeki iki farklı hayat tarzını yansıtan bu tasnif, aynı zamanda yarımadanın birbirinden farklı coğrafi ve iklim özelliklerini de ön plana çıkarmaktadır. Zira bedevilik oldukça kısıtlı imkanlarla yaşayan ve coğrafi ve iklim özellikleri bakımından çok daha nasipsiz bir bölge olan Kuzey ve Orta Arabistan’ın hakim hayat biçimi iken, hadarilik, yaşam imkanlarının çok daha çeşitlendiği güneyin hayat tarzını temsil etmiştir. Hatta Arap toplumu içindeki bu ayrıma ilk defa Kur’ân-ı Kerim dikkat çekmiş ve yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlar “arab”, çölde göçebe olarak yaşayanlarsa “a’rab: bedevi” olarak anılmıştır.
Araplar her ne kadar hayat tarzı bakımından bedevi ve yerleşik olarak tasnif edilseler de mensup oldukları kol itibariyle de iki ana grupta ele alınırlar. “Arab-ı Baide” olarak isimlendirilen birinci kol, İslam’dan önceki asırlarda yaşamış olup, nesilleri tükenmiş ve diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. “Arab-ı Bakıye” olarak isimlendirilen ve İslam’ın doğuşu sırasında hâlâ soyları devam eden ve yarımada halkını teşkil eden ikinci kol ise, kendi içinde iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan ilki, “Arab-ı Âribe” denen Yemen asıllı Kahtani kabileleri olup, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan gelmektedirler. Arim seli sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve zorunlu bir göç gerçekleştiren bu kabilelerden Huzaa Mekke’ye, Evs ve Hazrec ise Medine’ye gitmiş ve oranın yerleşik halklarını oluşturmuşlardır. Yine bu kabilelerden Suriye’ye gidenler Gassaniler Devleti’ni, Irak’a gidenler ise Hireliler Devleti’ni kurmuşlardır. “Arab-ı Âribe’nin ikinci kolu olan Arab-ı Müstaribe’ye gelince, soy olarak Hz. İsmail’e ulaşmakta olup, Hicaz ve Necd halkı ile Arap yarımadası ortalarında yaşayan ve iki kıtaya da komşu olan yerlerin halkını tanımlamıştır. Babası İbrahim tarafından Mekke’ye getirilen ve Kahtaniler’den Cürhüm kabilesine mensup bir kadınla evlenen Hz. İsmail’in neslini kapsayan bu kol, Hz. Peygamber’in atası Adnan’a nispetle “Adnaniler” diye isimlendirildiği gibi, Mudariler, Meaddiler, Nizariler gibi adlarla da anılmıştır. En büyük kollarından biri Hz. Peygamber’in mensubu olduğu Kureyş kabilesi olan bu boya mensup kabilelerin çoğu, Mekke ve çevresinde yoğunlaşmış olup, bölgenin hakim toplumsal kesimini oluşturmuştur.
Bedevilik
Hayat tarzı bakımından hadari ve bedevi şeklinde tasnif ettiğimiz Arap toplumunun büyük çoğunluğunu, deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe olarak yaşayan bedeviler oluştururken, geriye kalan kısmını da hadariler dediğimiz köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan yerleşikler oluşturmaktaydı. İslamiyet’in ortaya çıktığı bölgenin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hakim yaşam tarzını, “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevilik” şeklinde tanımlamak uygun olur. Tarihin çok eski zamanlarında Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği dirençle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su almadan 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardır develer. İklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevi yaşamında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. “Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği saklamaya uygun karınları, yiyecek deposu olarak işlev gören yağ hörgüçleri; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri ve bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilmeleri” gibi özelliklerinin yanı sıra, “fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmayan güçlü hafızaları” ile develerin, söz konusu coğrafya için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz. Arapçada deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda edindiği yeri göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette oynadıkları rolle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.
Ani baskınlarda veya komşu kabilelerin çadırlarının ziyareti sırasında at tercih edilse de, develer hiç şüphesiz Cahiliye dönemi Arap toplumunun en yaygın binek hayvanları olmuştur. Develerin, yük ve binek hayvanı olarak kullanılmaları dışında, et, süt, deri, gübre, yün ve gölgelerinden de istifade edilmiştir.
İslam öncesi Arabistan’ını en iyi tanımlayabilecek 3 şey, çöl, deve ve bedevidir. Çölün kendine has ağır şartlarını, deve gibi mucizevi bir hayvanla kolaylaştırmış olan bedeviler, genellikle deve yününden yapılmış çadırlarda yaşamaktaydı. Taşınması kolay ve pratik olarak toplanabilen çadırları tercih eden bedeviler, çadırlarında ayrıca silahlarını, kendilerine ve hayvanlarına ait yiyecekleri, kaplarını ve koşum aletlerini de muhafaza etmekteydi. Çadırların kurulup toplanmaları ile tamir işleri kadınlar tarafından yapılmaktaydı.
Yağmurların düşmeye başladığı ilkbahar mevsiminin gelmesiyle yeşillenmiş bölgelere hücum eden bedevi Araplar, hayvanları için uygun mera haline gelmiş bu alanları hemen yaşam alanına çevirirlerdi. Birkaç hafta içinde otları tükenecek olan bu geçici meralardan azami derecede istifade ederler; bir anlamda çok geçmeden gelecek kurak ve kıtlık dolu günler için depolama yaparlardı. Esasında bedeviler devamlı göç halinde olsalar da her kabilenin kendine ait bir merası mevcuttu. Fırtınaların ve yağmurun ne zaman gerçekleşeceğini bilmeye yarayan “ilmü’l-enva” sayesinde geçici meraların yerlerini tayin edebilen bedeviler, bu meralardaki otların tükenmesinden sonra asıl meralarına dönerlerdi.
Sefil denebilecek kıt kanaat şartlarda yaşayan ve ancak zorunlu ihtiyaçlarını temin derdinde olan bedevilerin temel besin kaynakları hurma ve süt idi. Av hayvanları istisna edilecek olursa bedeviler eti, ancak özel misafirleri veya şenlikleri için hayvan kestikleri zamanlarda yiyebilirlerdi. Avlanmaya düşkünlükleri ile bilinen bedevilerin avladıkları hayvanlar arasında, dağ keçisi, yaban sığırı, ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, deve kuşu ve kertenkele yer almaktaydı. Pişirilerek yenen veya hurma ile karıştırılmak suretiyle ezmesi yapılan çekirge de bedevi sofralarında yer almaktaydı.
Çöl hayatının neden olduğu olumsuz iktisadi ve sosyal şartlar, bedevi kabileler arasında genellikle su ve otlak yüzünden sık sık çatışmaların yaşanmasına neden olmaktaydı. Nitekim Orta Arabistan’ın İslam öncesi tarihinde, “Eyyamü’l-Arab” denen ve geleneklerle kurulmuş kanun ve kuralları bulunan kabile içi savaşlar önemli bir yer tutmuştur. Bazen yıllarca devam eden bu savaşların en meşhurları arasında Besûs, Dâhis ve Ficâr zikredilebilir. Karşılıklı olarak pusuların kurulup, sürülerin ve kadınların çalınıp gasp edildiği bu savaşlarda, cana kıymamak şartıyla baskın vermek ve mal almak meşru sayılıyordu. Düşman kabileye karşı yeterli gücün oluşturulamaması halinde, yandaş kabileler aranıyor ve sonuçta bir kabilenin tümüyle yok olması sağlanıyordu. Hızlı büyüyen ailelerin kısa zamanda büyük bir kabile haline gelmesi de o kabile ile komşu kabileler arasında çatışma nedeni olabiliyor; buna bağlı olarak da bölgede sık sık kabile göçleri yaşanıyordu.
Bedeviler her ne kadar Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluştursa da, bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurla, Arap yarımadasının kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap yarımadasının toplumsal hayatının önemli halkalarını teşkil etmişlerdir. Ancak bütün bu kesimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevi olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.
Bu bakımdan bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe ve ortak paydalarda yaşamaktaydı. Zira bu kesimlerin birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevilere teslim ederken, bedeviler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki yerleşiklerden sağlamaktaydı. Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yerken, yerleşikler de bedevilerin deve sütünü içmekteydi.
Ancak Kuzey ve Orta Arabistan bölgelerine nispetle Güney Arabistan’ın çok daha gelişmiş ve şehirleşmiş bir yapı arz ettiğini söylemek mümkündür. Bunda bölgenin gerek tarım, gerekse ticaret imkanları bakımından taşıdığı avantajın önemli bir etkisi olmuştur. Her ne kadar İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı ilk dönemlerde Hicaz vahaları, Güney Arabistan ile Akdeniz dünyası arasındaki ilişkileri düzenleyen kervan merkezleri olmaları nedeniyle faal bir ticaret ekonomisine sahip olmuşlarsa da, bu durum Güney Arabistan’ın bölgede oynadığı rolle kıyaslanamaz. Öyle ki Aden limanı ve Kızıldeniz’in Babülmendeb girişi sayesinde Güney Arabistan, söz konusu dönemde Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin en önemli kavşak noktalarından biri olarak faaliyet göstermiştir. Göçebelere nispetle daha yüksek bir hayat seviyesine sahip olan sahil bölge halklarının başlıca geçim kaynaklarını da, ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ile sınırlı miktarda tarım oluşturmuştur.
Geçim Kaynakları
Arap yarımadasında ekonomik hayat, iklim şartları ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişmekle birlikte, umumi olarak hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hakim sınıfı oluşturan bedevîler, çiftçilik, sanat ve zanaat alanındaki faaliyetleri hakir görüp, geçimlerini büyük ölçüde hayvancılık, avcılık ve ticaret gibi yollardan temin ederlerken, yerleşikler daha ziyade tarım ve ticarete dayalı bir hayat sürdürmekteydi. Üç tarafından denizlerle kaplı olmasına rağmen, yarımadada balıkçılık oldukça sınırlı bir alanda yapılmaktaydı.
Ana geçim kaynağı hayvancılık olan bedeviler, zorlu hayat şartlarının bir sonucu olarak sık sık komşu şehir ve köylerle bölgeden geçen kervanlara düzenledikleri baskınları da bir geçim aracı olarak görüyorlardı. Tarihin oldukça erken dönemlerinden itibaren ticaret yollarının çölden geçmeye başlaması, bedevi Arapları kervan saldırıları ve onların mallarına el konulması konusunda oldukça ustalaştırmıştı. Yapılan baskınlarda deve ve yiyecek çalmanın yanı sıra çocuk ve kadınlar da kaçırılıyor ve serbest bırakılmaları karşılığında fidye talep ediliyordu.
Zorunlu ihtiyaçlarını mübadele yoluyla şehirlilerden temin eden bedeviler için ticaretin de önemli bir geçim kaynağı olduğunu vurgulamamız gerekir. Zira hububat, hurma, elbise ve kap-kacak gibi temel ihtiyaç maddelerini; yağ, yün, deve ve keçi kılından mamul kumaşlar, halı, deriden imal edilmiş kırba ve tulum, çuval, ip ve hasır gibi ürünleri satmak suretiyle temin ediyorlardı. Bedevîlerin Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara mal götürmek suretiyle girdikleri bu süreç, onları kervan ticaretinde mahir hale getirmiştir. Çok geçmeden bedeviler Hindistan ve Çin’den Yemen ve Kızıldeniz kanalıyla Mısır ve Akdeniz ülkelerine yapılan uluslararası ticarette, hem büyük ticaret kervanlarına deve temin etmişler, hem de kervanların yol güvenliğini sağlayarak onları muhtelif saldırılara karşı korumuşlardır. Mevzilendiği topraklardan geçen yolcu ve ticaret kafilelerine verdikleri kervan muhafızlığı ve kılavuzluğu hizmetlerinin bedevilere kazandırdığı bedel, iktisadi bir rahatlama olmuştur.
Bedevilerin dolaylı yoldan katıldığı bu ticarette, Mekke’nin yerleşik halkını oluşturan şehirli sınıfın aktif bir şekilde yer aldığını görürüz. En önemli ticaret gelirlerini hac için bölgeye gelen hacı adaylarından sağlayan Mekke halkı, her yıl haram aylarda Taif yakınında kurulan büyük panayırlara büyük rağbet gösterir; hurma ağaçlarının gölgesinde kurulan çadırlarda ticaretin yanı sıra birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Diğer yandan her yıl ticaret maksadıyla kışın Yemen’e, yazın da Şam’a düzenlenen ticari seferlere katılarak, Yemen – Şam hattında önemli bir bağlantı noktası olan Mekke’nin ticari canlılığına katkıda bulunurlardı.
Siyasi ve İdari Yapı
Mekke’nin yegâne hükümet teşkilatı, muhtelif oymakların başları ve ileri gelenleri tarafından oluşturulan ve “Mele” adıyla bilinen meclis olup, bu meclisin yürütme yetkisi yoktu. Meseleleri müzakere eden Mele’de oy birliği ile alınan kararlar etkili kabul edilir; onun dışında her oymağa bağımsız olma hakkı verilirdi. Basit bir siyasi teşkilatı olan bu yapıda otorite, şeyh, reis, emir, rab, seyyid gibi isimlerle anılan kabile reisinde toplanırdı. Kabilelerin eşit hak sahibi yaşlıları arasından kabile toplantısında seçilen ve zenginlik, şeref gibi özellikleri ile ön plana çıkan kabile reisinin görevi de, hükmetmekten çok hakemlik yapmaktı. Yaptırım gücü olmayan reisin belli başlı sorumlulukları arasında, kabile toplantılarının idaresi, diğer kabilelerle olan ilişkilerde kendi kabilesinin temsili, kabile içi ihtilafların halli, savaş ilanı, savaş sırasında kumandanlık, ganimetlerin taksimi, seyahat ve göç zaman ve vakitlerinin tespiti, kabile fakirlerine yardım edilmesi, anlaşmaların yapılması, misafirlerin ağırlanması, esirlerin kurtarılması, diyetlerin ödenmesi gibi işler yer almaktaydı. Adaletle ilgili durumların hakemlere havale edildiği bedevi sosyal hayatında hakem kararına uymayanlar kabileden atılmaktaydı. Kabilelerin işleri, kabile mensuplarının katıldığı meclislerde halledilmekte olup, bu meclis aynı zamanda reise de müşavirlik etmekteydi. Ceza ve mükafatın yalnızca söz konusu meclis tarafından verildiği bu yapıda, her ne kadar reis başta olmak üzere otorite kabul edilen kimselerin sözüne çok itibar ediliyorsa da herkesin söz hakkı bulunuyordu.
Söz konusu yapı, hiç şüphe yok ki, çölde hayat süren ve çadırlarda yaşayan bedevi Arapların idari geleneğini yansıtmaktadır. Yerleşik bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke’deki yapıya gelince, burada çok daha organize olmuş bir yönetim geleneği ile karşılaşmaktayız. Şehrin varlık sebebi sayılan, halkın geçim yollarını oluşturan, bölgenin din anlayışı ile kültür yapısını şekillendiren Kâbe merkezli bir yönetimin tesis edildiği bu yapıda yöneticilik ve hükümet işleri, büyük ölçüde bu mabede yapılan hizmetlerin organize edilmesinden ibaretti. İslam’ın doğduğu yıllarda sayısı onlarla ifade edilen bu görevler, sidane (Kâbe’nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı), sikaye (hacılara su bulma ve dağıtma), rifade (fakir hacılara yemek dağıtma), ukab (savaşta bayraktarlık), kıyade (kumandanlık), işnak (borçları ve para cezalarını tespit, ödeme ve ödettirme mercii), kubbe (savaş techizat ve mühimmatının konulduğu çadır), einne (savaş atlarının dizginlenip, sevk ve idaresi), sefaret (elçilik), isar (özellikle yolculuk ve savaş gibi önemli konularda alınacak kararlarda yardımcı olmak üzere şans ve kura yöntemi), hükümet (davalara bakma), mahcere malları (Kâbe’deki putlara bağışlanan para ve mücevheratın idaresi), imare (Kâbe çevresindeki sükûnet ve edebi tesisle görevli birim), nedve ve meşveret (danışma meclisi) gibi hizmet alanlarını içine almaktaydı. Kureyş kabilesinin muhtelif kolları arasında dağıtılan bu görevlerden bazısı çok önemli olmasa da, tüm Kureyş kollarını mutlu etmek ve aradaki rekabet ve kıskançlığı engellemek gayesi ile ihdas edilmişlerdi. Bununla birlikte Kureyş içinde gerçekleşen bu işbölümünün, düzenli bir hizmetin gerçekleşmesi yönünde katkı sağlayacağı ve bölgeye çok sayıda hacı adayını çekeceği de düşünülmüş olmalıdır.
Aile
Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fiziki gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir. Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kız çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir. Bedevi erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kısmını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevi kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevi kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı. Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevi kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.
Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı. Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.
Toplumsal Değerler
Aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarının oluşturduğu kabile sistemi üzerine kurulmuş olan İslam öncesi Arap toplumunda, toplumsal değerleri ve kuralları belirleyen yegâne şey, kabilenin büyükleri tarafından tespit edilen kabile örfü idi. Kendine has kuralları olan ve kendi içinde tutarlılık gösteren koruyucu bir nizam özelliği gösteren bu yapı, can ve mal güvenlikleri başta olmak üzere fertlerin bütün haklarını düzenlemekteydi. Kabile düzeninin dışına çıkmak veya herkes tarafından bilinen bu kuralları çiğnemek, çölün güvenlik sistemi sayılan himayenin dışında kalmak demekti ki, bu da o ferdin intiharı anlamına gelmekteydi. Kabileye mensubiyet, ferde birçok haklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kabile mensupları arasında kolektif bir sorumluluk anlayışının da oluşmasına imkan sağlıyordu.
Mensup oldukları kabilenin bir parçası olarak bu kolektif bilinçle yaşayan Cahiliye dönemi Arapları, çölün amansız şartları içinde kendilerine özgü bir ahlak ve erdem anlayışı geliştirmişlerdi. Kabile içi dayanışmanın güçlendirilmesinde önemli rolü olan ve mürüvvet ve cömertlik değerleri olarak yüceltilen bu değerler, savaşta cesaret ve dayanıklılığı, yoksullukta kanaatkarlık ve misafirperverliği, toplumuna ve görevlerine karşı sadakati, felaket sırasında sabrı, intikam almada ısrarlı olmayı ve hayatın pahasına dahi olsa her zaman doğruluğu ön plana çıkartmaktaydı. Zayıfın himaye edilmesi, kuvvetliye karşı konulması, önemli meziyetler olarak görülüyordu.
Bütün bunlar kabileyi kenetleyici unsurlar olsa da, kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur, kabile ruhu asabiyetti. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. Zira hem zorlu tabiat şartlarına, hem de rakip kabilelere karşı verilen mücadele, kabile içi dayanışmayı zorunlu kılmaktaydı. Bu bakımdan birlikte yaşamak, birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek durumunda olan bedeviler, çadır ve develeri dışında ortak bir mülkiyete sahipti. Toprak, av, ot, ateş ve su, kabile mensuplarının ortak malı sayılıyordu.
Kabilenin bireyin aidiyet duygusunda edindiği sarsılmaz konum, onlara kutsal addedilen görev ve sorumluluklar yüklemekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki siyasi ve iktisadi alandaki otorite boşluğunu da dolduruyordu. Kabile fertlerinden birine gelen herhangi bir zararın tazmini konusunda bütün bir kabile seferber oluyor; keza kabile mensuplarından birinin öldürülmesi halinde maktulün intikamını almak için bütün kabile ayağa kalkıyordu. Zira geleneklerin koruma altına aldığı insan canına kıymanın bedeli çok ağırdı. “Kana kan, cana can” şeklinde tanımlanan bu bedel, katile maktulün yakınları tarafından ödettiriliyordu. Aksi takdirde öç almakla mükellef kişi, ömür boyu duyacağı bir şerefsizliğe gömülmüş kabul ediliyordu. Bu bakımdan bazen çok uzun ve kanlı savaşların ortaya çıkmasına neden olabilen adam öldürme konusunda azami bir gayret gösteriliyordu.
Bireylerin hem canını, hem malını koruma altına alan kabile asabiyetinin öngördüğü değerler, buna karşılık bireylerin kabile nizamı ve örfü ile başka kabileler ile yapılmış anlaşmalara itaat etmelerini zorunlu kılıyordu. Hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bedevîlerin, kabile örfü karşısında kayıtsız bir teslimiyet gösterdikleri görülmektedir.
Zaten çok güçlü olan kabile bağı, kabileler arasında kurulan akrabalıklarla daha da güçlendiriliyordu. Bu akrabalıklar, hilf, câr ve velâ denen yollarla tesis ediliyor, bu sayede kabilelere katılmalar gerçekleşiyordu. Bunlardan hilf ve câr, kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimsenin başka bir kabile mensubunun himayesine (câr) girmesi veya müttefiki (halîf) olması anlamına gelirken; velâ savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin âzad edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.
Kültürel Ortam
Çetin şartların yaşandığı uçsuz bucaksız çöl hayatında, Arap toplumu kendini şiir ve güzel söz söyleme sanatı gibi çok farklı bir alanda bulmuştur. Hayatın zorluklarına karşı da önemli bir direncin üretilmesini sağlayan bu alan, devamlı hareket halinde olan bir toplum için çok önemli bir birleştirici unsur olmuştur. Malzemesini, aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, bir anlamda bedevî hayatının aynası olmuştur. Öyle ki bedevinin hayatına giren her şey, şiire akıtılmıştır. İslam öncesi Arap yarımadasının ana toplumsal zeminini oluşturan çok sayıda eş ve çocuk, sürüler, deve ve atlar, ticaret, yağma ve baskınlar, akınlar, şarap ve kadın merkezli eğlenceler, Arap şiiri ve güzel söz söyleme sanatının ele alıp övdüğü başlıca temalardı. Ülkede büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi, hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkansız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür, özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Şairlerin kendi kabilelerini göklere çıkaran, düşman kabileleri ise yeren şiirler söylemesi oldukça yaygın bir tarzdı. Hücumun ve cevabın aynı vezinde olmasının ve aynı uyak ile yapılmasının şart olduğu bu şiirlerden hiciv ile övgü tarzında yazılanlar, en sevilen türlerdi. Ancak hiciv çoğu zaman sövgüye kayarken, övgü de kolaylıkla dalkavukluğa dönüşebiliyordu.
İslam öncesi Arabistan’ında, gerek Güney Arabistan ile Mezopotamya bölgesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ile Uzakdoğu arasında gerçekleşen iki yönlü ticaret sayesinde bir takım pazar ve panayırlar açılmıştır. Bu panayırların, gerek Arap toplumsal yapısının canlanmasında, gerekse bölgede belli bir kültür ortamının şekillenmesinde mühim bir etkisi olmuştur. Putperestliğin merkezi oluşu nedeniyle dinî açıdan önemli bir imtiyaza sahip olan Mekke halkı bu imtiyazlarını ticari yönde değerlendirmeyi başarmış ve komşu ülkelerle yaptıkları ticari anlaşmalarla Arap yarımadasındaki ticari ve kültürel hayatın canlanmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran dirhemi ve Bizans dinarının kullanıldığı ve Arabistan’da yaşayan bütün kabilelerin katıldığı panayırlar, ticari olduğu kadar kültürel bir alışverişe de kaynaklık etmiştir. Birçok bölgeden hac maksadıyla Mekke’ye gelen ve hac mevsiminde kurulan Mina, Mecenne, Zülmecaz ve Ukaz gibi büyük panayırları ziyaret eden insanlar, bu sayede şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlendiği ve birinci gelen eserlerin altın suyu ile yazılıp Kâbe duvarına asılarak ödüllendirildiği Arap kültür muhitini teneffüs imkanı bulmuşlardır.
Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Arabistan’da, şiirin yazıya geçirilmesi oldukça geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Uzun süre hafızalarda muhafaza edilmiş olan ve kulaktan kulağa nakledilerek İslami dönemlere taşınmış olan şiirin böylesine canlı olarak yaşama imkanı bulduğu Hicaz’ın en büyük kültür merkezi Mekke’de dahi okuma yazma bilenlerin sayısı, rivayete göre yirmiye ulaşmıyordu. Göçebe Araplar arasında okur-yazar bulmak hiç mümkün olmazken, diğer merkezlerde de bu rakam daha aşağılara inmekteydi. Yazmayı öğrenenler, yalnızca buna ihtiyaç duyanlardı.
Okuma yazma oranı düşük olsa da Arapların bilgi ve tecrübelerini aktardıkları belli alanlarda güçlü bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karıştırılmış bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme mahareti, “Cahiliye ilimleri” arasında sayılabilir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (sav)’in insanlığa tebliğ ettiği dini ve bu dinin toplum üzerindeki etkilerini anlamak için, Hz. Peygamber’in içinde doğup yetiştiği çevrenin etnik, coğrafi, sosyal, kültürel, iktisadi ve dinî özelliklerinin ana hatlarıyla bilinmesi zaruridir. Zira İslam toplumunun varlığını doğrudan etkilemiş olan bu sürecin ortaya konması, hem peygamberliğinden önceki 40 yıllık hayatını bu muhit içinde geçiren Hz. Muhammed (sav)’in bu toplum içindeki duruşunu anlamamıza yardım edecek; hem de İslam’ı tebliğ ile söz konusu toplum üzerinde meydana gelen değişim ve dönüşümün boyutlarını kavramamıza imkan sağlayacaktır. Tarih boyunca Müslümanlar tarafından asla inkar edilmemiş olan ve “Cahiliye” olarak tavsif edilen bu dönem, asırlar boyunca yazılmış hemen bütün İslam tarihi kitaplarının siyerden önceki bölümünü teşkil etmiş ve İslam tarihinin ayrılmaz bir ön parçası olarak algılanmıştır.
Coğrafya ve Dini Durum
Doğusundan Basra Körfezi, batısından Kızıldeniz, güneyinden Hint Okyanusu tarafından kuşatılmış olan Arabistan Yarımadası, dünyanın en kurak ve yağmursuz bölgeleri arasında yer almaktadır.
Eski Latin ve Yunan kaynaklarında geçen “Arabia” ismi, Nil Nehri’nin hemen doğu kıyısından başlayan ve kuzeyde Sina Yarımadası ve Suriye’yi de içine alan bir bölgeyi kapsamaktaydı. Bugün ise daha dar bir alanı ifade eden Arabistan Yarımadası, 3,1 milyon km2’lik yüzölçümüne ve 9 bin km’lik bir kıyı şeridine sahiptir.
Yarımadaya düşen yıllık yağış miktarının ortalama olarak 150 milimetrenin altında kalması, bölgede çöl ikliminin hüküm sürmesinde etkilidir. Geçirdiği jeolojik gelişim sonucunda Asya ve Afrika kıtaları arasında uzanan koca bir dikdörtgeni andıran Arabistan, günümüzden 130 ilâ 200 milyon yıl öncesinde Hindistan ve İran’dan, yaklaşık 65 milyon yıl öncesinden itibaren de Afrika’dan kopmuştur. Bir yırtığın iki kenarı gibi birbirine uyumlu bir çift oluşturan Kızıldeniz’in batı ile doğu sahilleri, kıtalar arası kopmanın şekli ve seyri konusunda oldukça önemli ipuçları vermektedir.
Arapların “Ceziretü’l-Arab” olarak adlandırdıkları Arap Yarımadası, coğrafi yapıyı ve iklimi esas alan birkaç bölgeye ayrılmaktadır. Bu bölgelerin sayısı ve sınırları, tarih boyunca çeşitli tartışmalara konu olmuşsa da, üç bölgenin özellikle ön plana çıktığı görülmektedir: Yarımadanın güneybatısını kapsayan Yemen, batı bölgelerinden oluşan Hicaz ve iç bölgeler ile doğu kıyıları içeren Necid. Hicaz, İslam dininin doğduğu coğrafya olması açısından tarih boyunca coğrafyacılarca daha yakından değerlendirilmiş olmakla birlikte, Yemen de yarımadanın başlıca üretim ve ticaret merkezi olması sebebiyle oldukça dikkat çekmiştir.
Yarımada tarih boyunca, bir taraftan özellikle yaz aylarında tüm eziciliği ile ortaya çıkan sıcaklık, diğer taraftan da mevsimler, hatta gece ile gündüz arasındaki ani ısı değişimlerinden oldukça menfi bir şekilde etkilenmiştir. Sıcaklığın kuzeyden güneye ve yüksek platolardan alçak kesimlere inildikçe arttığı, hatta kimi zaman 50°C’ye ulaştığı Arabistan’da kış mevsimi, kuzeyde ve Basra körfezi kıyılarında kısmi olarak hissedilirken, sıcaklığın 15°C’nin altına nadir düştüğü Kızıldeniz kıyılarında neredeyse hiç hissedilmemektedir. Şubat’tan Mart’a veya Mayıs’tan Eylül sonuna kadar olan devrede yağabilen yağmurlar, yarımadanın karakteristik sıcak ve kurak iklim özelliğinin oluşturduğu bunaltıcı etkiyi kısmen azaltsa da, kıyılarda gündüzleri 40°C, geceleri ise 30°C’ye ulaşan sıcaklık derecelerinin yaşanmasına engel olamamaktadır. Özellikle sahillerde artan rutubet ile birleşen bu sıcaklıklar, gündelik hayatı oldukça zorlaştırmaktadır. Buna karşılık aynı şartlar, bazı bölgelerin nitelikli ziraatı için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Mesela, yarımadanın batı yakasındaki dağ silsilesi ile Kızıldeniz arasında kalan Tihame bölgesinin Yemen Tihamesi olarak bilinen güney kısımlarında sıcaklık kışın bile 25° ilâ 35°C arasında değişmekte olup, sabah vakitlerinde dağlara doğru uzanan nemli sis sayesinde, kahve başta olmak üzere kıymetli zirai mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.
Arabistan’ın batı kesimlerine hakim olan taşlık sarp dağlar, sellerin meydana getirdiği vadilerle yer yer kesilmiş ve nispeten daha verimli olan bu vadilerin yakınlarında yerleşim bölgeleri kurulmuştur. Ancak buralarda dahi toprağın kumlu, su tutmayan özelliği, verimi yağmurlara bağlı ve oldukça kısa dönemlere has kılmaktadır. Bu sebeple söz konusu yerleşimlerin pek çoğu, göçebe Arapların dönemsel olarak durdukları geçici yerleşim bölgeleri olarak kalmıştır. Diğer yandan Yemen’de derinlere çekilen vadi sularının kullanımını mümkün kılacak teknikler ve ölçekler geliştirilmiş ve bu sayede bu tür vadilerin iskana müsait hale getirilmesi mümkün kılınmıştır. Yerleşim, daha ziyade Arapların “hasa” kelimesinin çoğulu olan ve üstü kumluk, altı sert kaya olan yerler için kullandıkları “Ahsâ” adlı bölgelerde gerçekleşmiştir. Yağmur yağdığında, bu sert tabakanın, suların yerin derinliklerine çekilmesini engelleyici bir rol oynaması ve bu sayede suyun insanlarca kullanımını mümkün kılması, bu bölgelerin tercih edilmesinde temel belirleyici olmuştur. Toprağın niteliği ve yağmur rejimi kalıcı zirai alanları daraltmaktadır. Yağmurun, güneybatı, güney ve güneydoğuda yaz yağışları şeklinde (muson) düştüğü Arap yarımadasında, ani ve kısa süreli yağışların doldurduğu vadilerdeki sular, sıcak iklim yüzünden yaşanan buharlaşmanın etkisiyle toprağın derinliğine dahi inemeden buharlaşmakta, buna bağlı olarak da akarsu vadileri çoğunlukla kuru kalmaktadır. Bu durumun toprağın aşırı geçirgen ve su tutmaz yapısıyla birleşmesi, yeraltı su kaynaklarını cılızlaştırmakta, dolayısıyla tabii sulamaya dayalı tarla ziraatı, yalnızca güneybatı ile sınırlı kalmaktadır.
Yarımadanın bitki örtüsünü de belirleyen söz konusu iklim şartları, ancak ağaççıklar, çalılar, bodur çalılar ve yarıçalılar gibi uzun ömürlü ve kurak iklime uyum sağlayan bitkilere müsaade etmektedir. Bölgenin faunasına, yalnızca yağmur mevsiminde gelişebilen ve oldukça kısa ömürlü olan bitkileri de eklemek gerekir. Bölgenin en büyük ve ürkütücü çölü olan güneydoğudaki Rub’ul-hali’de olduğu gibi, bitkilerin yeraltı su kaynaklarına erişemedikleri yerlerde bitki örtüsü neredeyse hiç yoktur.
Bütün bunlar esasında yarımadada hakim olan elverişsiz tabiat şartlarının, büyük ölçüde ülkenin su kaynakları bakımından yaşadığı mahrumiyetten kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Büyük kısmı çorak olan bu coğrafyanın, nispeten bol yağışın düştüğü verimli ve bereketli topraklarla taltif edilmiş güneybatı bölgesi ile iç bölgelerin kurak ve verimsiz toprakları ve çölleri arasındaki uçurumun temelinde bu unsur yatmaktadır. Yarımadanın güneyi dışındaki diğer kısımlarında daimi su kaynakları, seyrek aralıklarla serpiştirilmiş olan vahalardaki yeraltı sularından ibarettir. Vadi boylarında açılan kuyuları kum fırtınaları sürekli kapatmakta, yağmurdan sonra sel suları ile kabaran vadilerde biriken su birikintileri ise kısa sürede buharlaşmaktadır.
Bölgeler arasındaki coğrafyanın bitki örtüsüne de damgasını vuran bu farklılık, bölgesel ürünlerde de kendini göstermiştir. İç bölgeler, kurak bitki örtüsünü yansıtan ve susuzluğa alışkın olan hurma ağaçlarıyla belirginleşirken; Yemen, verimliliğin ve lüksün sembolü olan günlük (tütsü) ağacı ile şöhret bulmuştur. Halkın ana besin kaynağını hurmanın oluşturduğu yarımadanın vaha kısımlarında, bir miktar buğday ve arpanın yanı sıra, darı, soğan, susam, muhtelif sebze, baklagiller, tütün, kayısı, badem, incir, üzüm ve narenciye yetiştirilebilen kısıtlı bölgeler yer alırken; güneyde muz, pamuk, kahve, hatta pirinç ve şekerkamışı gibi muhtelif mahsullerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.
Yarımadanın kara iklimi bakımından taşıdığı elverişsizlik, etrafındaki denizlere de yansımaktadır. Gerek Kızıldeniz, gerekse Basra Körfezi’nin iklimi ve yapısı, bu denizlere kıyısı olan bölgelerin gelişmesini de engelleyecek niteliktedir. Her iki deniz de sığlıklar, mercan kayalıkları, ters akıntılar ve rüzgarlarıyla, bölge denizciliğini oldukça zorlaştırmaktadır. Arabistan Yarımadası’nın kıyı coğrafyası da, bu zorlukları kolaylaştıracak özellikleri barındırmamaktadır. Başta güney sahil şeridi olmak üzere, kıyı şeridi liman olmaya elverişli değildir. Denize açılan az sayıdaki liman kentleri de bu şehirlerdeki ticaretin gelişimini destekleyecek bir kara ulaşım ağına ve şehirleri besleyecek bir tarımsal hinterlanda sahip değildir. Bu anlamda belki tek istisna Aden gibi gözükmektedir.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen bölge, ticaret veya ziraattan geçimini temin eden şehirli ve hayvancılıkla uğraşan göçebe bir nüfus barındırmıştır. Göçebe bedeviler aynı zamanda ticaret kervanlarını korumak ve onlara kılavuzluk etmek, ya da bunlara saldırarak mallarına el koymak gibi geçim yolları da edinmişlerdir. Kıyılarda ise daha ziyade ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ön plana çıkmaktadır.
Özetle, gerek deniz, gerekse kara iklim ve coğrafyasının bölgenin aleyhine işlediği böyle zorlu bir coğrafyada uzun süreli yerleşimler genellikle mümkün olmamıştır. Zaman içinde Cidde gibi bazı yerleşim yerleri yükseliş gösterirken, bir zamanlar Medine’nin limanı olan Car gibi kimi şehirler ise bölge haritasından silinmişlerdir.
Şuaybe’nin Mekke’nin limanı olduğu dönemlerde, kulübelerden oluşan ve ancak nadiren ticari gemilerin indirme – bindirme yaptığı küçük bir balıkçı köyü olduğu tahmin edilmektedir. Cidde’nin belli başlı bir liman haline gelmesi ve önem kazanması, Hz. Osman’ın burayı Şuaybe’nin yerine, Mekke’nin sahili ve limanı kılması ile gerçekleşmiştir. Şehir bu dönemde bir taraftan Mekke’nin limanı olması hasebiyle gelişmiş, diğer taraftan da Hicaz’ın savunması için stratejik bir mevkide yer alması sebebiyle bir garnizon şehri mahiyetine büründürülerek müstahkem hale getirilmiştir. Cidde, bir yandan limanı olduğu Mekke’nin ticari refahından faydalanmış; diğer yandan da İslam dünyasının odak noktası olan bu şehri, Mısır ve Hindistan’dan gelen malların buluştuğu büyük bir ithalat merkezi haline getirmiştir. Zaman içinde kazandığı dinî, iktisadi, stratejik önemle Kızıldeniz ve Arap yarımadasının en hareketli ve mühim limanı haline gelen Cidde, Kızıldeniz seferlerinin durak iskelesi olması bakımından da tarih boyunca önemini hep korumuştur. Ticari bakımdan taşıdığı ehemmiyet ile de Ortaçağlarda dünyanın sayılı ticaret merkezleri arasında yer almayı başarmıştır. Dahası zamanla, ama özellikle de Haçlı seferlerinin kuzeyden gelen karayolunun güvenliğini tehlikeye attığı dönemlerde Cidde, Kızıldeniz havalisinden gelen ve deniz yolunu tercih eden hac kafileleri için önemli bir buluşma ve transit noktası olmuştur.
İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA DİNÎ DURUM
İslam’dan önceki Arapların dinleri hakkındaki bilgiler, esas itibariyle Kuzey ve Güney Arabistan kitabeleri ile arkeolojik verilere dayanmaktadır. Ancak bu belgelerde yer alan malzemeler; inanç esasları, ibadet ve dua gibi temel dinî konularda izahlar getirmekten ziyade, Tanrı ve put adları konusunda bilgi vermektedirler. İslam öncesi Arapların dinleri hakkında, kitabeler ve arkeolojik eserlerin yanı sıra Asur, İbrani, Yunan ve Latin kaynakları ile İslam öncesi Arap toplumu hakkında doğrudan malumat sunan Cahiliye şiiri ve atasözlerinden de istifade etmek mümkündür. Bu çeşitli ve kısıtlı kaynaklar dışında, özellikle İslam’ın doğuşunun hemen öncesinde ve İslam’ın doğduğu ilk dönemdeki müşrik Arapların dinleri hakkında, Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere tefsir, hadis, siyer ve tarih sahasında yazılmış eserlerde de oldukça güvenilir ve ayrıntılı bilgilere rastlanmaktadır.
Putperestlik
İslam’dan önceki Araplar arasında her ne kadar Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Sabiîlik ve Haniflik gibi farklı dinî inanışlara rastlansa da, en yaygın dinî inanç hiç şüphe yok ki, putperestliktir. Özellikle bedevilerin itikat esasını oluşturan bu inanç, Samilere has inanışın en eski ve iptidai şeklini temsil eder. Esasında putperestliğin Araplara girişinin sonradan gerçekleştiği, Arapların başlangıçta yaratıcının varlığını inkar etmedikleri, ancak zaman içinde heybetinden ürktükleri Tanrı’ya yalnızca aracılarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri, dolayısıyla putperestliğin Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu iddia, Mekke halkının esasında Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa etmesiyle tevhid inancı ile tanıştığı; ancak İbrahim ve oğlu İsmail neslinin, zaman içinde ihtiyaçlarına cevap veremeyen Mekke şehrinden ayrılırken yanlarında Kâbe’den kopardıkları küçük taş parçalarını da götürdükleri ve gittikleri yerlerde kutsal kabul ettikleri bu taşlara tazim göstererek bu inançtan bir uzaklaşma yaşadıkları tezi üzerine dayandırılmıştır.
Taşlara gösterilen bu tazimin tapınma şeklini alışı, Mekke ve Kâbe’nin Huzaa kabilesinin hakimiyeti altına girdiği miladi üçüncü asra tekabül etmektedir. Rivayete göre, bu kabilenin liderlerinden Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam’dan aldığı Hübel adlı putu Mekke’ye getirerek Kâbe’nin avlusuna dikmiş ve halkı buna tapınmaya davet etmiştir. Yarımadaya bu şekilde giren putatapıcılık zaman içinde yaygınlaşmış ve çok geçmeden de yarımada halkının hakim inancı haline gelmiştir. Kâbe’ye getirilen put sayısı zamanla büyük artış göstermiş; öyle ki her kabilenin, hatta her ailenin kendisine ait bir putu olmuştur. İslam’ın bölgede ortaya çıktığı dönemde Kâbe’deki put sayısının 360’a ulaştığı bilinmektedir. Bunlar içinde en meşhurları Hübel, İsaf ve Naile, Ved ve Hicaz’da “Allah’ın kızları” sayılan üç ilahe Lat, Menat ve Uzza’dır. Bunlardan Mekke’ye getirilen ilk put olma özelliği taşıyan ve Mekke’nin en itibar gören putu sayılan Hübel, insan suretinde olup, kırmızı akikten yapılmıştı. Arap kabilelerinin tümü tarafından ilah kabul edilen bu putun Suriye’den getirilişi sırasında eli kırılmış; bunun üzerine Kureyş müşrikleri tarafından altın bir el takılmıştır. Safa’daki İsaf ile Merve’deki Naile ise, Kâbe’de zina yapan iki insanı temsil ediyordu. Ved, Huzaa kabilesinin putu olup, iri cüsseli bir erkek heykeldi. Arapların en eski mabutlarından olan ve güneşi temsil ettiğine inanılan bir tanrıça sayılan Lat, kalıntılarda bazen güneşin bir parçası, bazen çıplak bir kadın, bazen de bir at olarak tasvir edilmiştir. Hicaz’ın yanı sıra Irak, Şam, Nabat ve Safa gibi bölgelerde de tapınılan Uzza ise, Kureyş’in en büyük putlarındandı. Kureyş’in yanı sıra başka pek çok kabilenin daha takdis ettiği deniz kıyısında bir tapınağı bulunan kader tanrıçası Menat’a gelince, özellikle Hicaz bölgesinin en ilgi çeken tanrıçalarından biri olarak kabul ediliyordu. Kâbe’nin çevresindeki putların sayısı ve onlara atfedilen önem kabileden kabileye değişmekle birlikte, söz konusu putların bütün kabileler nezdinde belli bir saygınlığı vardı.
Cahiliye Arapları her ne kadar esas itibariyle putlara tapsalar da, yaratıcı tanrıyı ifade etmek üzere “Allah” diye çağrılan üstün bir Tanrının varlığını da kabul ediyorlardı. Nitekim bölgede Hz. İbrahim peygamberin dini olan Hanifliği benimsemiş kimselerin bulunması, tevhid inancının Arap yarımadası için yabancı olmadığının delili kabul edilmiştir. Milattan sonraki yıllarda özellikle Güney Arabistan’da var olduğu bilinen ve muhtemelen ticaret yoluyla Mekke’ye de taşınmış olan bu inancın, Cahiliye şiirinde de yer alması dikkat çekicidir. Zira Cahiliye şiirinde geçen ve Allah’ı ifade etmek üzere kullanılan “rahman” kelimesinin Cahiliye döneminde çoğulunun bulunmaması, bu kelimenin bir tek tanrıyı ifade ettiği şeklinde yorumlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in de işaret ettiği üzere (ez-Zümer, 39/3) Müşrik Araplar putlara, yalnızca kendilerini Allah’a yaklaştırmaları amacıyla tapıyorlardı. Öyle ki onlar, yeryüzünü sulayıp ekinleri yetiştiren, sürüleri çoğaltıp insanın emrine veren Allah’ın “her şeyin yaratıcısı”, “yeryüzünün Rabbi”, “göklerin ve yerin sahibi” olduğunu biliyorlar ve sıkıntılı zamanlarında O’na yalvarıyor, en büyük yeminlerini O’nun adına ediyorlardı. Hatta ürünlerinin bir kısmını dahi O’nun adına ayırıyorlardı. Tehlike anında dua ediyorlar; ancak tehlikeden kurtulunca O’nun varlığını unutuyorlardı. Putlara kurban kesiyorlar; ama aynı zamanda Allah’a ibadet ediyorlardı. Bütün bunlar, Cahiliye Araplarında Allah inancının oldukça muğlak olduğunu ve bir inanç bunalım ve kargaşasının yaşandığını göstermektedir. Her ne kadar bilinç düzeyinde aracı olarak görülseler de günlük yaşam içinde putlar hayatın bütün alanlarını kuşatmış ve hakim inanç alanı oluşturmuş durumdaydı.
Cahiliye Araplarının putlar için kullandığı en yaygın ve şümullü ifadeler, sanem ve vesenkelimeleriydi. “Heykel”in karşılığı olarak kullanılan sanem, “Allah’tan başka tapılan şey” anlamına gelmekteyken, “Dikili taş” anlamına gelen “Nasb”ın daha ziyade taştan yapılmış mabutlar için kullanıldığı sanılmaktadır.
Putperestliğin tabii sonucu olarak Cahiliye dönemi Arabistan’ında bir put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak bir putun yer aldığı Cahiliye Arabistan’ında, ayrıca Kâbe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler, çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup, ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak suretiyle gerçekleştirilirdi. Göçebelerin tapınak ihtiyacını karşılamak için de konaklanılan yerlerde kurulan çadırlardan biri tahsis edilirdi. Araplar nezdinde büyük saygınlığı olan bu tapınaklar çoğunlukla “beyt” adıyla anılsa da, küp şeklinde olanlarına “kâbe” denmekteydi. Yemen’in San’a bölgesindeki Riyam tapınağı, Cahiliye döneminin en tanınmış tapınakları arasında yer almaktaydı.
Cahiliye dönemi Arap inanışında ibadetlerin başlıca gayesi, dünyevi bir takım hedeflere ulaşmak olup, ibadet biçimi put evlerinde yapılan dua, secde ve tavafın yanı sıra kurban kesmek ve sadaka vermek şeklinde gerçekleştirilirdi. Genellikle sağlık, zenginlik, zafer ve evlat sahibi olma gibi isteklerin dile getirildiği duaların kabulü için, putlardan yardım ve şefaat talep edilirdi. Hayatın ana gayesini, dünya zevklerinden olabildiğince istifade etmek üzerine temellendirmiş olan Cahiliye inanışındaahiret inancı yer almasa da, bunun da Allah inancı gibi muğlak olduğunu görürüz. Zira ölünün yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç maddeleriyle mezara konması, keza mezarın başına aç-susuz bırakılarak ölüme terk edilen ve ölüye mahşere giderken bineklik yapacağına inanılan bir hayvanın bırakılması, bilinçaltında ölüm sonrasında ikinci bir hayatın var olduğuna dair bir telakkinin yattığını gösterir.
Cahiliye dönemi Arap dini inanışının ana mahalli, hiç şüphe yok ki Kâbe ve çevresidir. Nitekim hac ibadetinin, Cahiliye döneminin en yaygın ve düzenli ibadet şekli olduğu bilinmektedir. Savaşın yasak olduğu ve kabileler arası çatışmanın sona erdirildiği hac mevsiminde, her kabile Kâbe’yi tavaf eder; tavaf sırasında kendi putları önüne geldiklerinde de saygıyla eğilip dua eder ve telbiye getirirlerdi. Günahlardan arınmayı sembolize etmek üzere tavaf, umumiyetle çıplak olarak gerçekleştirilirdi. Bir bayram coşkusu içinde algılanan haccın esasını tavaf teşkil etse de, hac ibadeti, Kâbe dışındaki putların yer aldığı bölgedeki diğer tapınakların da ziyaretini kapsardı. Tanrının varlığının izini taşıdığına inanılan ve bu nedenle kutsal sayılan tapınaklar dahilinde hiçbir canlı varlık yok edilemezdi. Bu bakımdan bu gibi mekanlar, kabile taassubunun hışmına uğramış ve can güvenliğinden endişe edenler için ideal bir sığınaktı. Söz konusu tapınaklardaki Tanrılara muhtelif armağanlar ve güzel kokular sunan, adaklar adayıp hayvanlar kurban eden Cahiliye Araplarının, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi oruç tuttukları, keza çocuklarını sünnet ettirdikleri bilinmektedir. Gusül ve ölülerin yıkanıp kefenlenmesi gibi uygulamaların da var olduğu bilinse de, yaygınlık dereceleri hakkında net bir kanaat yoktur.
Önemli işlerinin halli konusunda putlardan yardım dileyen, onlar önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayan ve bütün bunları dinî bir vecibe haline getiren müşrik Araplar, kuşların uçuşuna, ya da hayvanların yönüne bakarak kehanette bulunurlar; nazardan korunmak için de muska ve tılsımlara başvururlardı. Eşyalarının yanı sıra çanak çömlekle gömülen ölüleri için de adakta bulunurlar; mezarlarına da heykel veya taşlar dikerlerdi.
Haniflik
İslam’ın ortaya çıkmasından hemen önce hem Kureyş putperestliğine karşı gösterdikleri dirençle, hem de kitap ehli Hıristiyanlık ve Yahudiliğe karşı koydukları mesafeli tutumla dikkatleri üzerlerine çekmiş olan Hanifler, tevhid inancının bütün yarımada boyunca yayılmasında ve İslam’ın ortaya çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynamışlardır. Sayılarının azlığına ve zühdü temsil eden münzevi ve münferit yaşamlarına rağmen, hem sürdükleri sade hayat biçimiyle, hem de soy, bilgi ve kültür bakımından temsil ettikleri değerlerle, Cahiliye döneminin öne çıkan unsurları olmayı başarmışlardır. Kur’ân’ın da övgüyle andığı (el-Hac, 22/30-1) bu zümre, tevhid esasına dayandığını söyledikleri Hz. İbrahim dininin muhtelif coğrafyalara taşınmasında önemli rol oynamıştır.
Yahudilik
İslam öncesi Arap toplumu içinde kitabi iki dinden biri olan Yahudiliğin Yemen ve Yesrib bölgeleri dışında fazla bir müntesip bulmadığı görülmektedir. Söz konusu bölgelerin Yahudilikle tanışması, bir yandan M.Ö. VI. yüzyılda Kudüs’ün işgal edilmesi, diğer yandan da Roma’nın Suriye ve Filistin bölgelerinde sıkı takibat yapması sonucunda Hicaz’ın bu bölgelerden gelen Yahudilerin göç alanı haline gelmesi sırasında gerçekleşmiştir. Daha ziyade Medine, Hayber, Fedek, Teyma ve Vadiülkura gibi bölgelere yerleşen söz konusu Yahudilerle miladi II. veya III. yüzyılda aynı bölgeye göç eden Yemen asıllı Evs ve Hazrec kabileleri arasında yaşanan gerginlik, Yahudiliğin bu bölge Arapları üzerinde kayda değer bir etki bırakmasını önlemiştir. Her ne kadar gerek bölgede faaliyet gösteren Yahudi tüccarın etkisiyle, gerekse Yemen’in Himyeri hükümdarı Zû Nüvas’ın Yahudi olmasıyla Yahudilik, Arap yarımadasının güney batısında genişleme imkanı bulmuşsa da, bu dinin milli bir din kabul edilmesi, Yahudilerin kendilerini diğer din mensuplarından üstün görmeleri, Yahudi ahkamının bedevi yaşam tarzına uygun olmaması gibi nedenlerle bu din Araplar üzerinde fazla rağbet görmemiştir.
Hıristiyanlık
Yahudiliğin İslam öncesindeki Arap toplumu üzerinde bu nedenlerle sınırlı bir etki yaptığından bahsederken, Hıristiyanlığın çok daha etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Hıristiyanlığın Arap yarımadasına girişi, miladi IV. asırdan itibaren kuzeyde Suriye, güneyde ise Habeşistan yoluyla gerçekleşmiştir. Suriye bölgesinden gelen Hıristiyanlar, doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilafları nedeniyle Bizans topraklarında barınamayan muhalif gruplardan oluşmaktaydı. Bunlar, başlangıçta Kuzey Arabistan’daki Gassani ve Hire Arapları arasında etkili olmuşlarsa da zamanla birçok Arap kabilesinin daha Hıristiyanlaşmasına yol açmışlardır.
Güney Arabistan’da Hıristiyanlığın yayılması ise daha ziyade Habeşliler eliyle gerçekleşmiştir. Necran’ı bu dinin Arabistan topraklarındaki önemli merkezlerinden biri yapmaya çalışan Habeşliler dışında, Sasaniler karşısında bölgede üstünlük kurmak isteyen Roma İmparatorluğu’nun verdiği desteğin de Hıristiyanlığın gelişmesinde etkili olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle Himyeri Kralı Zû Nüvas’ın Yahudiliği seçmesiyle başlayan bölgenin Yahudileştirilmesi sürecinde, Hıristiyanlık Güney Arabistan’da büyük güç kaybına uğramışsa da, gerek Bizans İmparatorluğu’nun gerekse Habeşistan Krallığı’nın devreye girmesiyle bölgenin yeniden Hıristiyanlaştırılması sağlanmıştır. Hatta Güney Arabistan’da hedeflerine ulaşan Habeşistan kuvvetleri, valileri Ebrehe vasıtasıyla Hicaz bölgesine kadar ilerlemişlerse de başarılı olamamışlardır.
Hıristiyanlığın Arap yarımadasında kolay yayılmasında, bu dinin putperestliğin iptidai ve sade yapısına nispetle çok daha gösterişli bir görünüm arz etmesinin de etkili olduğu üzerinde durulmuş; Hıristiyan kültürünün, ayinleri, dinî kıyafetleri, görkemli mabetleri, heykelleri ve ikonaları ile Araplar üzerinde belli bir cazibe oluşturduğu dile getirilmiştir. Nitekim Araplar arasında Hıristiyanlığın şeklî cazibesini anlatan şiirlerin kaleme alınması da bunu teyit etmektedir. Bunda Hıristiyan misyoner ve rahiplerinin yoğun propagandalarının da önemli bir etkisi olmuştur. Ana yayılma alanı Kuzey Arabistan olan, ancak yarımadanın sahil bölgeleri ile Yemen’de de etkisini gösteren Hıristiyanlığın kabul gördüğü Arap kabileleri arasında, Kudaa, Gassan, Lahm, Tağlib, Bekr, Behra, Âmile, Süleyh ve İyad’ı saymak mümkündür.
Ayrıca Yemen ve Irak dolaylarında, sayıları az da olsa, yıldızlara ve diğer gök cisimlerine tapanlara rastlandığı gibi, Bahreyn civarında da ateşe tapan Mecusiler bulunmaktaydı.
Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplarına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney Arabistan olan Kahtânîler’dir). Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Peygamber Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vak‘ası’ndan 50-55 gün sonra Rebîülevvel ayında Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. Farklı hesaplamalara göre Hz. Peygamber’in doğum tarihi 20 Nisan (9 Rebîülevvel) 571 veya 17 Haziran (12 Rebîülevvel) 569 Pazartesi şeklinde belirlenmektedir. Bu tarihlerden birincisi Mısırlı astronomi âlimi Mahmut Paşa el-Felekî’ye (ö. 1302/1885), ikincisi ise çağımızın meşhur İslam âlimi Muhammed Hamidullah’a (ö. 2002) aittir.
Hz. Muhammed (sav)’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır.
Hz. Peygamber’in babası Abdullah, akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nuru” (peygamberlik nuru, Nûr-i Muhammedî) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir.
Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu, oğlunun peygamberliğine yetişemeyen Abdullah’ın ahirette azap görmeyip kurtuluşa ereceği kanaatindedir.
Hz. Peygamber’in annesi Âmine Kureyş kızları arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının ileri gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak Âmine’yi babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş, olumlu cevap verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın âdetleri doğrultusunda evliliğin ilk üç günü Âmine’nin evinde geçmiştir. Bu evlilikten sonra Abdullah’ın alnındaki peygamberlik nûrunun Âmine’ye intikal ettiği kabul edilir. İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed (sav)’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair rivayetler yer almaktadır. Rivayete göre Âmine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir. Âmine’nin doğum sancısı çekmediği de bu rivayetler arasındadır. Yine meşhur rivayete göre Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuştu. Ayrıca melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu. Dede Abdülmuttalib torununun dünyaya geldiği müjdesini alınca onun şerefine bir ziyafet vermiş, ziyafette ona Muhammed adını koymuş, Allah’ın ve insanların onu hayırla anması için bu ismi verdiğini söylemiştir.
Hz. Muhammed (sav) doğumunun ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalmış, daha sonra âdet olduğu üzere sütanneye verilmiştir. Çocukların sütanneye verilmesinde temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak, ayrıca konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sa‘d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû Züeyb’e verildi. Halîme, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer bedevi kadınlarla ve kocası ile birlikte bir kıtlık yılında Mekke’ye gitmiş ancak genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Hz. Muhammed (sav)’in yetim olduğunu öğrenince de O’nu almakta tereddüt göstermiş, bununla birlikte Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O’nu yanında götürmeye razı olmuştu. Hz. Muhammed (sav) iki yıl sonra sütannesi Halîme tarafından Mekke’ye getirilmiş ancak Âmine, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını bulunduğu için onun bir müddet daha Halîme’nin yanında kalmasını istemişti. Hz. Muhammed (sav) dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldıktan sonra Mekke’ye getirilerek annesine teslim edildi. Hz. Peygamber’in sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeymâ idi. Rivayete göre Halîme ve Hâris, Muhammed (sav)’i yanlarına aldıktan sonra bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Ayrıca Hz. Muhammed (sav)’in, sütannesinin yanında bulunduğu dönemde “şakk-ı sadr” adı verilen hadisenin vukû bulduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed (sav)’in göğsünü yarmış, kalbini çıkararak kötülüklerden arındırmış, semavi bir suyla yıkadıktan sonra yerine yerleştirmiştir. Bu olaydan haberdar olan Halîme ve Hâris’in baştan beri birçok olağanüstü yönüne şahit oldukları Hz. Muhammed (sav) hakkında olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başladıkları nakledilmektedir.
Hz. Peygamber altı yaşına geldiğinde annesi Âmine O’nu da câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e (Medine) götürdü. Burada hem Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ziyaret ettiler. Âmine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalandı ve genç yaşta vefat etti. Âmine’nin, ölümünden önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum.” Annesinin ölümüyle öksüz kalan Hz. Peygamber, Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi. Hz. Peygamber daha sonra Hicret’in altıncı yılında (milâdî 628) Ebvâ’ya uğrayıp annesinin mezarını ziyaret etmiştir. Kabri eliyle düzelten, Hz. Peygamber bu arada annesinin şefkat ve merhametini hatırlayarak göz yaşı dökmüştür. Onun bu tutumundan etkilenen sahabeler de göz yaşlarını tutamayıp onunla birlikte ağlamışlardır.
Abdülmuttalib çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed (sav)’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O’na baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu. Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed (sav)’in bakım ve himayesini amcası Ebû Tâlib’e verdikten kısa bir süre sonra vefat etti. Ebû Tâlib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebû Tâlib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed (sav)’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O da amcasıyla birlikte gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarını gören Ebû Tâlib O’nu da yanına aldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahîra adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahîra Ebû Tâlib’e, Muhammed (sav)’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğunu söyledikten sonra başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebû Tâlib bunun üzerine seyahatini yarıda kesip Mekke’ye döndü.
Hz. Muhammed (sav)’in on yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı bilinmektedir. Peygamberliği döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz yâ Rasûlallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.
Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed Muhammed (sav)’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Hz. Peygamber de büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebû Tâlib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı kabul etmesi için yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.
Cahiliye dönemi’nde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda cereyan ettiği için bu savaşlara Ficâr savaşı adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O’nun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Bu sırada yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir.
Hz. Muhammed (sav) yirmi yaşında olduğu sırada Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. “Erdemli insanların yemini” anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Rasûl-i Ekrem peygamberliğinden sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.”
Belâzürî’nin rivayetine göre İslam döneminde Erâş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’e düşmanlığını bilen bir müşrik alay etmek amacıyla mağdur tâcire o sırada Kâbe’de bulunan Hz. Peygamber’i göstererek ona başvurduğu takdirde parasını alıp kendisine verebileceğini söyledi. Bunun üzerine tâcir Hz. Peygamber’in yanına gitti ve olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Peygamber onunla birlikte Ebû Cehil’in evine kadar gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı.
Hz. Muhammed (sav) Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed (sav) amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz. Muhammed (sav)’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasi ve sosyal durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed (sav) çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” veya sadece “el-emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Mekkeli tacirlerden Kays b. Sâib, Hz. Muhammed (sav)’le birçok ticari iş yaptığını ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle demiştir: “O ticari bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale ettiğim olurdu. Seyahatten döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir şekilde hesap görmeden kendi evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate çıktığımda bana bir iş havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile ilgili hususları sorup dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup olmadığımı sorardı.”
Hz. Hatice (r.anha) Kureyş’in ileri gelenlerinden Huveylid b. Esed’in kızı olup soyu dedelerinden Kusay’da Hz. Muhammed (sav)’in nesebi ile birleşir. Hz. Peygamber’den önce iki defa evlilik yapmış olan Hz. Hatice (r.anha) soylu, güzel ve zengin bir hanımdı. İkinci kocasının ölümünden sonra Kureyş’in ileri gelenlerinden evlilik teklifleri almakla birlikte hiçbirine olumlu cevap vermemekteydi. Güvenilir bulduğu kimselerle ticaret yaparak hayatını sürdüren Hz. Hatice (r.anha), bu sıralarda bir tavsiye üzerine çevresinde üstün ahlak sahibi ve güvenilir bir genç olarak tanınan Hz. Muhammed (sav)’le ortaklık antlaşması yaptı ve O’nun, kölesi Meysere ile birlikte ticaret için Suriye’ye gitmesini istedi. Hz. Muhammed (sav)’in bu yolculuğu ticari açıdan oldukça başarılı geçti. Bu sonuçtan memnun kalan Hz. Hatice (r.anha), Hz. Muhammed (sav)’in dürüst ve doğru sözlü olduğunu gördü. Meysere’nin Hz. Muhammed (sav)’in ahlakı ve davranışları hakkında hayranlık uyandıran övgü dolu sözleri de dinleyen Hz. Hatice (r.anha), Hz. Muhammed (sav)’e daha çok güven duydu ve O’na karşı takdir hisleri gün geçtikçe arttı. Rivayete göre bir süre sonra da bizzat kendisi veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed (sav)’e evlilik teklifinde bulundu. Beklemediği bir durumla karşılaşan Hz. Muhammed (sav) biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. Ebû Tâlib ve diğer amcaları, babası vefat etmiş olduğu için Hatice’yi amcası Amr b. Esed’den istediler. Cevabın olumlu olması üzerine de evlilik gerçekleşti. Hz. Muhammed (sav) Ebû Tâlib’in evinden Hz. Hatice (r.anha)’nin evine taşındı; böylece mutlu yuva kurulmuş oldu. Bu sırada Hz. Peygamber’in yirmi beş, Hz. Hatice (r.anha)’nin de kırk yaşında olduğu kaydedilmektedir. Hatice’nin daha küçük yaşlarda olduğuna dair rivayetler de vardır. Hz. Peygamber ve Hz. Hatice (r.anha)’nin bu evliliğinden Kâsım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Külsûm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib) ve Tâhir adlı çocukları dünyaya geldi. Abdullah ve Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Bazan Tayyib ve Tâhir iki ayrı çocuk olarak zikredilmekle birlikte bunların Abdullah’ın lakabı olduğu da kaydedilmektedir. Hz. Peygamber’in en küçük kızı Fâtıma dışındaki çocukları kendisinden önce vefat etmiş, Hz. Fâtıma ise babasının vefatından sonra altı ay kadar daha yaşamıştır. Hz. Peygamber, ilk oğlu Kâsım dolayısıyla “Ebü’l-Kâsım” künyesini almıştır. Hz. Hatice (r.anha) ile evliliği sırasında Hz. Peygamber’in ailesine iki kişi daha katılmıştır. Bunlardan biri Hz. Hatice (r.anha)’nin kendisine hediye ettiği ve O’nun da hürriyetine kavuşturup evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise’dir. Diğeri ise Mekke’de ortaya çıkan kıtlık yüzünden maddi sıkıntı ile karşılaşan amcası Ebû Tâlib’e destek olmak üzere yanına aldığı ve o sıralarda beş yaşında olduğu rivayet edilen Ali b. Ebû Tâlib’dir. Hz. Peygamber daha sonra kızı Fâtıma’yı Hz. Ali ile evlendirmiş ve soyu bu evlilikten doğan, çok sevdiği torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile devam etmiştir.
Hz. Hatice (r.anha) yirmi beş yıla yakın bir süre evli kaldığı Hz. Peygamber’e her zaman maddi ve manevi açıdan destek oldu. Hz. Peygamber’e ilk inanan kimse Hz. Hatice (r.anha) olup en sıkıntılı zamanlarda onun yanında yer aldı. Hz. Peygamber’in ilk eşi ve İbrahim dışındaki çocuklarının annesidir. Hz. Peygamber onun iyiliklerini ve vefasını hiçbir zaman unutmadı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber onun sağlığında başka bir kadınla evlenmemiş, onun vefatından bir süre sonra da çeşitli sebeplere dayalı olarak evlilikler yapmıştır. Hz. Hatice (r.anha)’yi her zaman hayırla yâd eden Hz. Peygamber bir defasında şöyle demiştir: “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir: Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken o malıyla bana destek oldu. Allah bana ondan çocuklar nasib etti.”
Hz. Muhammed (sav) otuz beş yaşlarında iken gerçekleştirilen Kâbe tamiri sırasında Kureyşliler arasında yaptığı hakemlik önemli bir mahiyet taşımaktadır. Miladi 605 yılında Kureyşliler, yangın ve sel baskınlarından zarar gördüğü için Kâbe’yi yeniden inşa etmek istediler. O sırada bir Bizans gemisinin Cidde yakınlarındaki Şu‘aybe limanında karaya oturduğu haberi Mekke’ye ulaştı. Rivayete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velîd b. Mugîre ve arkadaşları Şu‘aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşa edildi, ancak Hacer-ül Esved’in yerine yerleştirilmesi hususunda anlaşmazlık çıktı. Bu şerefli görevi hiçbir kabile başkasına bırakmak istemedi, hatta bu yüzden savaşmayı bile göze alanlar oldu. Nihayet Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugîre, “Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk giren kimsenin vereceği karara uyulmasını” teklif etti; Kureyşliler bu teklifi benimseyip beklemeye başladılar. Kapıdan Hz. Muhammed (sav)’in girdiği görülünce orada bulunanlar “İşte el-emîn, işte Muhammed geldi!” diyerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Hz. Muhammed (sav) bir örtü getirterek Hacer-ül Esved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı, konulacağı hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın da önüne geçilmiş oldu.
Hz. Muhammed (sav)’in Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilişi kırk yaşında olmuştur. Kâbe’nin tamiri ve Hacer-ül Esved’in yerine konulmasından sonra O’nun, Allah hakkında düşünmeye, O’na nasıl iman ve ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark edilmekteydi. Mekkelilerin ve diğer birçok Arap kabilesinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed (sav) aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığı sonucuna ulaşmıştı. Belki de tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrahim (as)’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak neyi ve nasıl yapacağını bilememenin ıstırabını yaşarken inzivaya çekilmekten hoşlanmaya başladı ve risaletinin birkaç yıl öncesinden itibaren her Ramazan ayında, dedesi Abdülmuttalib ve diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi, Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve evden yiyecek alarak tekrar mağaraya dönüyordu. Zaman zaman Hz. Hatice (r.anha)’yi de yanına alıyordu. Hz. Âişe (r.anha)’nin rivayetine göre Rasûlullah (sav) bu dönemde bir ara “sâdık(doğru) rüyalar” görmeye başlamış, altı ay devam eden bu süreçte gördüğü rüyalar aynen çıkmıştır. Kaynaklarda ayrıca Hz. Peygamber’in bu dönemde kendisini “Esselâmü aleyke yâ Rasûlallâh (Sana selâm olsun ey Allah’ın elçisi)” şeklinde selamlayan sesler duyduğu, etrafına dönüp bakınca kimseyi göremediği için merak içerisinde kaldığı, bu seslerin ağaçlar ve kayalıklardan geldiğine dair rivayetler de yer almaktadır. Buraya kadar anlatılan ve bir kısmı olağanüstü nitelik taşıyan hususlardan hareketle bu dönemin vahye hazırlık süreci olduğunu söylemek mümkündür.
Hz. Muhammed (sav)’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde muhtemelen yirmi yedinci gece, bazı rivayetlere göre Pazartesi günü sabaha karşı Cebrail gelerek ona Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini haber verdi. Bu ilk vahyi Hz. Peygamber şöyle anlatmaktadır. O gece Cebrâil bana gelerek “Oku!” (İkra’) dedi. Ben okuma bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine melek beni aldı; dayanabileceğim son noktaya kadar sıktı. Ardından beni bırakıp tekrar “Oku!” dedi. Cevaben yine “Ben okuma bilmem” deyince tekrar son noktaya kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Ben “Ne okuyayım?” diye cevap verince melek beni üçüncü defa takatim kesilinceye kadar sıktı ve bıraktıktan sonra şu ayetleri okudu: “Yaratan Rabbının adıyla oku. O insanı bir embriyodan yarattı. Oku! Senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediklerini belleten odur.” (el-Alak 96/1-5) Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed (sav), Hira’dan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek eşi Hz. Hatice (r.anha)’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice (r.anha) “Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, âcizlerin elinden tutarsın; yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın; haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın” demek suretiyle samimi duygularını dile getirip teselli etti ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i, kendi amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel’e götürdü. Kitâb-ı Mukaddes’i bilen yaşlı bir Hıristiyan olan Varaka, onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Ardından da şunları ekledi: “Sana yalancı diyecekler; kötü davranacaklar. Sana savaş açıp bu şehirden çıkaracaklar. Ben o günlere ulaşırsam Allah için sana yardımcı olacağım.” Varaka sözlerini bitirdikten sonra ona doğru eğildi ve alnından öptü. Hz. Peygamber, hem Hz. Hatice’nin desteği hem de Varaka’nın bu açıklamalarından epeyce rahatlamış olarak evine döndü.
İlk vahyin ardından bir süre vahiy kesintiye uğradı. İlk vahyin ağırlığı ve zorluğu henüz tam ortadan kalkmamışken vahyin kesilmesi Hz. Peygamber’i endişeye sevk etti. Sık sık Hira mağarasına gidiyor ve Cebrail’in gelmesini gözlüyordu fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Hz. Peygamber bu dönemde Rabbinin kendisini terk ettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’l-vahy” adı verilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan başlayıp üç yıla kadar varan süreler zikredilmiştir. Ancak üç yıl rivayetinin aşağıda işaret edilecek olan üç yıllık gizli davetle karıştırıldığı, vahyin kesinti süresinin üç yıldan çok daha az olduğunu söylemek mümkündür.
Rasûlullah (sav) bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrail’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına yattı. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir suresinin ilk ayetlerini okudu. (74/1-5) Bu ayetlerde artık ilahî mesajları insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifâ ederken her şeyden önce yüce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddi ve manevi kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi.
Cebrail’in bu sıralarda Hz. Peygamber’e abdest ve namazı öğrettiği, O’nun da Cebrâil’den öğrendiği şekliyle Hz. Hatice (r.anha)’ye öğretip evlerinde birlikte namaz kıldıkları rivayet edilmektedir.
Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm dinine davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Hz. Hatice’nin ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm müslüman oldu. Bunlardan başka, gizli davet sırasında, Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Osman b. Maz‘ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris gibi şahsiyetler de Hz. Peygamber’e gelip İslam’ı kabul ettiler. Bu dönemde Rasûl-i Ekrem (sav) evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem’de namaz kılıyor, bazen de ibadetlerini Müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada nazil olan Kur’ân ayetlerini onlara okuyor, tek tanrıya iman ve itaati esas alan tevhid inancı, insanların dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri ahiret günü ve iyi ahlak üzerine sohbetlerine devam ediyordu. Müşriklerin toplu halde bulundukları yer ve zamanlarda bir arada olmamaya ve cemaatle ibadet etmemeye özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile Müslümanlar, genç yaşta İslamiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın Safâ tepesinin eteklerindeki evinde bir araya geliyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında, Müslümanların dayanışma içinde bulunmalarını ve Rasûl-i Ekrem (sav)’le bir arada olmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler, Ömer b. Hattâb’ın Müslüman olmasına kadar devam etti. Dârülerkam, kaynaklarda sahabelerin İslamiyet’i benimseyişlerini tarihlendirmek için kullanılmış, İslam’ın yayılıp gönüllere yerleşmesi hususunda oynadığı rolle İslam tarihindeki yerini almıştır.
İlk Müslümanlar hakkında ayrıntılı bilgi için;
Hz. Hatice (r.anha) Hz. Fatıma (r.anha) Hz. Ebubekir (r.a)
Hz. Ömer (r.a) Hz. Osman (r.a) Hz. Ali (ra)
Hz. Said b. Zeyd (ra) Hz.Hasan-Hz.Hüseyin (r.a)
Aşere-i Mübeşşere
AÇIKTAN DAVETİN BAŞLAMASI
Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslam daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrahim (as) ve İsmail (as)’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahip bulunuyorlardı. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslamiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Rasûl-i Ekrem (sav) bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, O’nun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Rasûlullah (sav) birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz, yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz.” Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, O’nun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilan etti. Ebû Leheb, karısıyla birlikte Rasûl-i Ekrem (sav)’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, O’nun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’ân’da adının geçtiği bir sûre nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet 111/1-5). Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber ve Müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir.
Rasûl-i Ekrem (sav) bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslamiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?” “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum… Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur …”
Kureyş ileri gelenleri Rasûlullah (sav)’ın İslam’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak Hz. Peygamber puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, puta tapanların cehennemlik olduğunu ilan etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, O’na karşı düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticari imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü, onlar bu hususu sık sık dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyordu. Kureyşliler’in ahlâkî durumları da Son Peygamber’in davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Cahiliye zihniyetinin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddi güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler O’nu küçümsemeye ve O’na hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu‘ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabî Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk Müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslam tarihinde ilk şehid unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehid edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Rasûlullah (sav) ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammâr da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti. (Ayrıca bk. Nahl sûresi 16/106) Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslam’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tâbi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Diğer taraftan varlıklı Müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Mesela, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa‘d b. Ebû Vakkas, annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan anne-babalara itaat etmek gerekmediğine dair ayet nazil oldu (Lokman sûresi 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah Müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes‘ûd Kâbe avlusunda Allah’ın ayetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü. Mus‘ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken Müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddi ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, Müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’ân okunması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kızkardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağlamıştı. Bunun üzerine Ebû Leheb hakkında aşağıdaki sûre nazil olmuştur: “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da! Malı ve kazancı kendine fayda vermedi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır o! Karısı da boynunda ip olduğu halde odun taşıyarak ateşe girecektir.”(Tebbet sûresi 111/1-5)
Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri Müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, onların imanlarını daha da kuvvetlendirmekteydi. Allah yolunda Müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’ân’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler aleyhte birtakım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed (sav)’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği Kur’ân’ı bir Hıristiyandan öğrendiğini ve bu kitabın bir büyü veya eskilerin masalı olduğunu ileri sürdüler. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen ayetler ve ilahî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü.
Kureyşliler, Hz. Muhammed (sav)’in İslam’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile ayrı ayrı zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Rasûlullah (sav)’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim.” Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp O’nu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “… Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okuyarak (Fussılet 41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe âyetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte Müslümanlığı kabul etmedi.
Hamza b. Abdul Muttalib ve Ömer b. Hattab’ın Müslüman Oluşu
Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Onlardan biri Hz. Peygamber’in amcası Hamza diğeri de Ömer b. Hattâb’dır. Nübüvvetin 6. (616) yılında, Ebû Cehil ve adamlarının Rasûlullah (sav)’a hakaret ettiğine şahit olan bir cariye, gördüklerini, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile orada bulunan Ebû Cehil’in başına vurdu, ardından “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilan etti. O sırada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının Müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken Müslümanların karşılaştığı zorlukları hafifletmek için büyük gayretler gösteren Hz. Peygamber, aynı zamanda İslam’ın zaferi için bazı güç ve nüfuz sahibi şahsiyetlere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunuyordu. Bu şahsiyetlerden biri de Ömer’di. İbn İshak’ın naklettiğine göre Ömer bir gün Hz. Muhammed (sav)’i öldürmek üzere evinden çıkmış, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın da İslamiyet’i benimsediğini öğrenince önce onun evine gitmiş, Tâhâ suresinin ilk ayetlerini okuduklarını duyunca eniştesini ve kız kardeşini dövmüştü. Fâtıma’nın kararlılığını ve kanlar içinde kaldığını görünce pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese suresinin ilk ayetlerinin etkisi altında kalarak Dârülerkam’da bulunan Rasûl-i Ekrem (sav)’in huzuruna çıkıp Müslüman olmuştu. Ömer’in Müslüman oluşuna tekbir getirerek karşılık veren Hz. Peygamber’in yanısıra orada bulunanlar da tekbir getirdi ve hep beraber Dârülerkam’dan çıkıp Kâbe’ye gittiler.
HABEŞİSTANA HİCRET
Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi İslâmiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin müslümanlara karşı tavırları da sertleşmiş, onların sözlü tepkilerine fiilî müdahaleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Rasûlullah, müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etti. Habeşistan’ın hıristiyan kralı Ashame en-Necâşî hakimiyeti altında yaşayanlara iyi davranan adaletli bir hükümdardı. Bu duruma işaretle Hz. Peygamber ashabına şöyle buyurdu: “Şayet isterseniz Habeşistan’a gidin. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır. Orası bir doğruluk ve dürüstlük ülkesidir. Allah bir kolaylık verinceye kadar orada kalın.” Bu tavsiye üzerine on bir erkek ile dört kadından oluşan müslüman kafilesi, 615 yılında Şuaybe Limanı’ndan Habeşistan’a hareket etti. Kafilede Hz. Osman ve eşi Rasûlullah’ın kızı Rukıyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve eşi Ümmü Seleme gibi İslâm tarihi açısından önemli isimler yer almaktaydı. İslâm’dailk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Rasûlullah’ın, peygamberliğinin ilk yıllarında Afrika ile temasa geçmesini de sağlamış oluyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından müslümanların orada iyi karşılanmış oldukları anlaşıldı. Bu sebeple ikinci bir büyük kafile Ca‘fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a hicret etmiştir. Sonuçta buraya göç edenlerin sayısı 108’e ulaşmıştır. Müslümanların sayısının gittikçe artması üzerine Kureyşliler, hicret edenlerin iadesi talebiyle Habeşistan’a bir heyet gönderdiler. Necâşî her iki tarafı da dinlemek için müslümanların temsilcilerini de huzuruna çağırdı. Habeş muhacirleri adına Necâşî ile Ca’fer b. Ebû Tâlib konuştu. Onun sözleri İslâm’ın ilk muhataplarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O şöyle dedi: “Ey hükümdar! Biz Câhiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik”. Tarafları dinleyen Ashame iade isteğini reddetti.
Müslümanlar Habeşistan’da bir süre kaldılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi aşağıda bahsedilecek olan Şi‘bü Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620) Mekke’ye döndü. Geriye kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, son kafile ise hicretin 7. (628) yılında kendi isteğiyle Medine’ye dönmüştür. Bu arada Kureyşliler, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet göndererek müslümanların iade edilmesini istemişlerse de Ashame bu taleplerini de daha önce olduğu gibi reddetmiştir.
TAİFLİLERİN İSLAMA DAVET!
Gelişen olaylar çizgisinde Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri sert davranışlar artış gösteriyordu. Esasen İslâmiyet’i tebliğ açısından Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamıştı. Peygamberliğin 10. yılından hicrete kadar geçen süre içinde Rasûl-i Ekrem, başka insanlara ulaşıp davetine devam etmek üzere gözünü Mekke dışına çevirdi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl, Mes‘ûd ve Habîb’i, ayrıca kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâmiyet’e davet etti. Kureyşliler’le akrabalık ve ticarî bağlantıları bulunan Sakîfliler’den hiçbiri onun çağrısını benimsemediği gibi Hz. Peygamber’in hiç olmazsa davetini gizli tutmalarını istemesine de itibar etmedi. Ayrıca onu ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Rasûlullah’ı korumaya çalışan Zeyd’in de başı yaralandı. Tâifliler’in maddî ve mânevî eziyeti Hz. Peygamber’in Kureyşli Utbe b. Rebîa ve kardeşi Şeybe’nin bağına girmesine kadar devam etti. Bu zor anlarında Rasûlullah Rabbine sığınıp teslimiyetini ifade etmiş, onun rızâsını ve yardımını talep etmiştir. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü yemeye başlarken “Bismillâh” demesi Addâs’ın dikkatini çekince konuşmaya başladılar. Addâs Ninovalı bir hıristiyan olduğunu ifade edince Hz. Peygamber Ninova’nın Hz. Yûnus’un memleketi olduğunu söyledi. Addas, bunu nerden bildiğini sordu. Rasûlullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada müslümanlığı kabul etti.
Hz. Peygamber bir süre dinlendikten sonra Mekke’ye dönmek üzere Tâif’ten ayrıldı. Onun Mekke’ye yeniden girebilmesi için himayesine gireceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Bunun için Hira dağında beklerken başvurduğu pek çok kimse talebini yerine getirmedi. Nihayet Kureyş’in kollarından Nevfeloğulları’nın reisi Mut‘im b. Adî’nin himayesine girerek Mekke’ye girebildi. Çeşitli hadis rivayetlerinde kaydedildiğine göre Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Rasûlullah’a sormuş, o da Tâif dönüşünü hatırlatarak sözlerine şöyle devam etmişti: O zaman şaşkınlığımın hafiflediği bir sırada başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil, istediğim takdirde Mekkeliler’i helâk edecek meleğin emrime verildiğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bense, “Hayır, istemem; ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” diye cevap verdim.
İSRA VE MİRAC
Yüce Allah son peygambere, kendisini destekleyen yakınlarının vefatı ve Tâifliler’in eziyetlerinin ardından, manevi âlemlere seyahat etme mazhariyetini lutfetti. Bir gece Hz. Peygamber Cebrâil eşliğinde Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü; oradan da yine Cebrail ile birlikte Sidretü’l-müntehâ adı verilen yüce makama yükseltildi. Bundan sonra Hz. Peygamber zaman ve mekân sözkonusu olmaksızın Yüce Allah’ın huzuruna çıkartıldı. Bu mucize ile İslam’ın, on yıldan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara ve ülkelere yayılacağının işareti verilmekteydi. Çünkü Rasûl-i Ekrem bu manevi seyahatinde, kendi döneminde ve bugün mensupları bulunan veya bulunmayan diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yaparak namaz kıldırmıştı. “İsrâ ve mi‘rac” diye isimlendirilen seyahatin Mescid i Harâm’dan Mescid i Aksâ’ya kadar olan birinci kısmı (isrâ) bu adla nâzil olan on yedinci sûrenin ilk âyeti, mi‘rac ise Necm sûresinin ilk âyetleri (53/1-18), ayrıca birçok hadis rivayetiyle sabittir. Mi‘rac hadisesinin hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesi gerçekleştiği kabul edilmektedir.
Mi‘rac, Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş, mü’minlerin imanını kuvvetlendirmiş, müşriklerin ise düşmanlıklarını arttırmıştır. Hz. Peygamber bu olayı Mekkeliler’e anlattığı zaman onlar gerçek dışı bulup inkar etmişler, Hz. Peygamber’e Kudüs ve Mekke’ye dönmekte olan bir kervanın yeri hakkında sorular sorup doğru cevap almalarına rağmen inkârlarını sürdürmüşlerdir. Müşrikler alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebû Bekir’e de anlatıp onu zor durumda bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. Bu gece beş vakit namaz farz kılınmış, Bakara sûresinin son ayetleri (el-Bakara 2/285-286) indirilmiş, Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir. Bu gece ile ilgili olan İsrâ sûresinde emredilen şu prensipler İslâm’ın bazı hususlardaki temel yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir:
- Allah’tan başkasına kulluk etmemek,
- Ana-babaya iyi davranmak,
- Akrabaya,yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek,
- Cimri olmamak ve israf etmemek,
- Yoksulluk endişesi ile çocukları öldürmemek,
- Fuhuş ve zinaya yaklaşmamak,
- Cana kıymamak,
- Yetim malına el uzatmamak,
- Verilen sözü yerine getirmek (ahde vefa),
- Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek,
- Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek
- Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak (el-İsrâ 17/22-29).
İsra ve Miraç
kısmında Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren
Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra, 17/1.)
Sözlükte gece yürüyüşü anlamına gelen “İsra”, Hz. Peygamber’in bir gece Cebrail (as) tarafından Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesi; sözlükte merdiven, yukarı çıkmak ve yükselmek
anlamına gelen “Miraç” ise Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksa’dan semalara yükselmesi ve Allah’a mülaki olması demektir.
İsra ve Miraç olayı Yüce Allah’ın Sevgili Peygamberine bir mükâfatı, büyük bir ihsanı, eşsiz bir armağanı ve
ilahî bir mucizedir. Miladi 610 tarihinde peygamberlik görevi verilen Hz. Muhammed (sav), bütün gücüyle tevhid
inancını yerleştirmeye ve ilahi mesajı tebliğe çalıştı. Mekkeli müşrikler direniş gösterdiler, atalarının putperest dinlerini terk etmek istemediler. Hz. Peygamber’e ve Müslüman olanlara her türlü baskı ve eziyeti yaptılar, onları dinlerinden döndürmeye, insanların Müslüman olmalarına engel olmaya çalıştılar. Bu konuda o kadar ileri gittiler ki bazı kimsesiz Müslümanlara işkence yaptılar, Müslümanlara üç yıl süren boykot uyguladılar, Müslümanlar açlık ve sıkıntı çekti. Peygamberimiz her şeye rağmen görevini yapmaya devam etti. İslam’ı tebliğ etmek için Mekke dışına çıktı, Taif’e gitti, onları İslam’a davet etti. Taifliler davete icabet etmedikleri gibi Peygamberimiz’i taşlattılar. Peygamberimiz’in ayakları
kan revan içinde kaldı. Peygamberimiz’in bütün bu sıkıntılara karşı en büyük destekçisi amcası Ebu Talib ve can
yoldaşı, güzide eşi Hz. Hatice (r.anha) vefat etti. Peygamberimiz çok üzüldü. İşte böyle sıkıntılı günlerin akabinde hicretten bir buçuk yıl önce Recep ayının 27. gecesinde İsra ve Miraç olayı gerçekleşti. Yüce Allah sevgili kulunu
teselli etti, üzüntüsünü dindirdi.
İsra mucizesi, İsra suresinin birinci ayetiyle açık seçik bildirilmekte, Miraç olayına ise Necm suresi 10–18. ayette işaret edilmektedir:
“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) gecenin bir kısmında Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra, 17/1)
“Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti. Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı. (Ey Müşrikler! Şimdi siz Peygamberin) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz? And olsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (asli şekliyle) Sidretü’l-Münteha’nın yanında görmüştü. Me’va cenneti de Sidre’nin yanındadır. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. And olsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/8–10)
İsra ve Miraç olayının detayı hadislerde geçmektedir. Hadislere göre İsra ve Miraç olayı şöyle gerçekleşmiştir:
Bir gece Hz. Peygamber Kâbe’de Hatim denilen yerde veya amcası Ebu Talib’in kızı Ümmühânî’nin evinde uyku
ile uyanıklık arası bir durumda iken Cebrail (as) gelir, göğsünü açar, zemzemle yıkar, göğsünü iman ve hikmetle
doldurur ve kapatır. Burak (Burak, eşekten büyük, katırdan küçük, her adımını ufkun sonuna atabilen beyaz renkli
bir canlıdır. Müslim, İman, 25) adlı bir binite bindirir, Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e yani Mescid-i Aksa’ya götürür. Hz. Peygamber burada iki rekât namaz kılar. Cebrail (as) kendisine biri süt diğeri şarap dolu iki kap getirir. Hz. Peygamber sütü seçer. Cebrail (as), fıtratı seçtin der.
Cebrail (as), Hz. Peygamber’i “Miraç” (göğe yükselme vasıtası) ile Mescid-i Aksa’dan semalara çıkarır. Birinci semada Adem, (Adem’in sağında cennetliklerin ruhları, solunda cehennemliklerin ruhları vardır. Adem (as), sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar. Müslim, İman, 263.) ikinci semada İsa (as) ve Yahya (as), üçüncü semada
Yusuf (as), dördüncü semada İdris (as), beşinci semada Harun (as) ve altıncı semada Hz. Musa (as) ile görüşür ve selamlaşır, peygamberler kendisine hayır dua ederler. Her gün 70 bin meleğin ibadet ettiği Beytü’l-Ma’mur’un
bulunduğu 7. semada Hz. İbrahim (as) ile buluşur. Hz. İbrahim kendisini selamlar ve hayır dua eder. Sonra Sidretü’l-Münteha (hudut ağacı) denilen yere ulaşırlar. Burada Hz. Peygamber’e evrenin sırları, varlığın kaderiyle ilgili
hükümlerin tespiti için görevli meleklerin çalışmaları gösterilir. (Müslim, İman, 263.)
Cebrail (as) buradan ileri geçemeyeceğini bildirir ve Sidretü’l-Münteha’da kalır. Cebrail, “Bir parmak ucu daha öteye yaklaşmış olsaydım yakılırdım” demiştir.
Hz. Peygamber tek başına Refref adlı binekle yükselişini sürdürür. Sonunda Yüce Allah’a mülaki olur. (Müslim, İman, 259; bk, Miras, II, 275; Yazır, VII, 4572–4580)
Hz. Peygamber, “Her türlü sözel, bedensel ve mali ibadetler, dualar, güzellikler ve iyilikler Allah’a mahsustur” diye Allah’a tazim eder.
Yüce Allah, “Ey Peygamber! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun”karşılığını verir.
Hz. Peygamber, “Selam bizlere ve Allah’ın salih kullarına olsun” diye mukabele eder. Cebrail (as) ve melekler,
“Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Ve yine tanıklık ederim ki Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlüdür” derler.
Biz bu “tahıyyat” duasını miracımız olan namazımızda okuyoruz. (Ebu Davud, Salat, 182, I, 591)
Peygamberimize Miraç’ta üç şey verilmiştir:
1. Beş vakit namaz farz kılınmıştır. (Buhari, Salat, 1; Müslim, İman, 259, 262, 263)
Beş vakit namaz farz kılınmadan önce de Peygamberimiz ve Müslümanlar sabah ve akşam ikişer rekât namaz kılıyorlardı. İlk vahyin peşinden Cebrail (as) Peygamberimiz’e abdest ve namazı öğretmiştir. Peygamberimiz’in ilk
kıldığı namaz, Cebrail’in imamlık yaptığı sabah namazıdır. (Ahmet Naim, II, 279)
2. Bakara suresinin son ayetleri verilmiştir.
3. Allah’a ortak koşmayanların;tevbe etmeden ölenler, Cehennemde cezalarını çektikten sonra, affedileceği ve
cennete girecekleri bildirilmiştir. (Ahmed, I, 422; Müslim, İman, 279; Miras, II, 261–275) Miraç esnasında Hz. Peygamber’e cennet, cehennem ve buralardaki insanların durumları gösterilir ve birçok olaya muttali olur. (Müslim, İman, 263)
Hz. Peygamber, Refref adlı binit ile Sidretü’l-Münteha’ya çıkartılır ve buradan aynı binitle Kudüs’e döndürülür. Dönüşte kendisini peygamberler karşılar ve O’nu kendilerine imam yaparak arkasında namaz kılarlar. Kudüs’ten
Burak adlı binit ile Mekke’ye döndürülür.
Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram’dan yaya yürüyüşle bir aylık mesafededir, Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil pek çok peygamberin uğradığı ve yeryüzünde yapılan ikinci mescittir. Mescid-i Aksa’nın içinde bulunduğu Kudüs ve çevresi dinî merkez olması ile bereketlendirildiği gibi nehirler ve verimli bahçelerle de bereketlendirilmiştir. (Miras, X, 56, 57)
Hz. Peygamber, ertesi günü İsra ve Miraç olayını Mekkelilere anlatır. Olayı duyan müşrikler Hz. Peygamber’i suçlamaya, onu alaya almaya başlarlar. Elli yıldır aralarında yaşadığı ve güvenilir niteliğini verdikleri Hz. Muhammed (sav)’i yalanlarlar, “Bizim kervanlarımız Mekke’den Şam’a bir ayda gider ve bir ayda geri döner, Muhammed bir gecede Kudüs’e gidip nasıl geri dönebilir? Bu apaçık bir yalandır” derler. Hz. Peygamber’in daha önce Mescid-i Aksa’yı hiç görmediğini bildikleri için orayı bilenler “Beyt-i Makdis’i bize tarif et” derler. (Miras, II, 266) Müşrikler Hz. Peygamber’e kaç kapısı, kaç penceresi var diye sorarlar, Hz. Peygamber, Beyt-i Makdis’i incelememiş, kapı ve pencerelerini saymamıştır. Müşriklerin soruları karşısında çok sıkıntıya düşer, ancak Allah Mescid-i Aksa’yı gözünün önüne getirir
ve onların sorularını mescide bakarak cevaplandırır.
Şaşkına dönen müşrikler Hz. Ebu Bekir (ra)’e giderler. “Muhammed bir gecede Kudüs’e gidip geldiğini
söylüyor, ne dersin” derler. Hz. Ebu Bekir (ra), “Muhammed ne diyorsa doğrudur, ben bundan daha ötesinde söylediklerine, ona meleğin Allah’tan haber getirdiğine de inanıyorum” der. (Miras, X, 59–60)
Müşrikler yine tatmin olmazlar, Peygamberimiz’e, “Hadi bakalım bize kervandan haber ver, bu bizce daha önemlidir?” derler. Peygamberimiz, “Evet, filanların kervanına yolda rastladım, Revha denilen mevkide idiler. Bir
deve kaybetmişler, onu arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı, o kadehteki suyu içtim, gelince sorun bakalım kadehte su kalmış mı?” der. Müşrikler kervandakilerin sayılarını, yüklerini ve durumlarını sorarlar. Peygamberimiz’e kervan gösterilir ve müşriklerin sorularının hepsini cevaplar, “falan, filan kervanın önündedir, filan günü güneşin
doğumu ile birlikte Mekke’ye ulaşırlar” der. Müşrikler işaret edilen günü dört gözle beklerler. Bildirilen vakitte kervan
gelir, yine de Hz. Peygamber’i tasdik edip iman etmezler ve “Bu apaçık bir büyüdür” derler. (Neml, 27/13; Saff,
61/6; Yazır, V, 3146)
İsra ve Miraç’ın ruh ile rüyada vuku bulduğunu söyleyenler olmuş (bk. DİA, XXX, 133) ise de konu ile ilgili hadislere dayanarak hadis, tefsir, fıkıh ve kelam âlimlerinin büyük çoğunluğu İsra ve Miraç’ın ruh ve beden ile uyanık
bir hâlde iken bir seferde gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. (Miras, X, 58; DİA, XXX, 133) İsra ve Miraç uyku hâlinde gerçekleşmiş olsaydı (Yüce Allah) ayette “kulunu” demez, bunun yerine; “kulunun ruhunu” derdi. Ayrıca Yüce Allah “Göz kaymadı ve (sınırı) aşmadı” (Necm, 53/17) buyurmaktadır. Üstelik eğer olay uyku hâlinde gerçekleşmiş olsaydı bir mucize olmazdı. Böyle bir şeyi kâfirler inkâr etmez ve yalanlamazlardı. Çünkü bu tür olayların rüyada gerçekleşmesi yadırganmaz ve inkâr edilmezdi.
Ayette geçen “sübhan” kelimesi olayın azametini ifade eder.
Miraç’ta Hz. Peygamber’in Allah’ı gördüğünü söyleyenler olmuş ise de ayet ve hadislere göre bu dünyada
Allah’ı görmek mümkün değildir. Şu ayetler bunun açık delilidir: “Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder.” O (idrak ötesi olup) en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (En’am, 6/103.)
“Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Şura, 42/51.)
Sahabeden Ebu Zer el-Gıfari, Hz. Peygamber’e, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, Hz. Peygamber de “O bir
nurdur, O’nu nasıl görebilirim?” cevabını vermiştir. (Müslim, İman, 291, 292)
“Müminler Allah’ı cennette iken göreceklerdir.” (Kıyame, 75/23)
Sonuç olarak; İsra ve Miraç olayı 45 sahabe tarafından bize nakledilmiştir, inkârı mümkün olmayan ilahî bir mucizedir. Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç gecesinde karşılaştığı olaylar, gördüğü ayetler ve kendisine karşı yapılan muamele O’nun Allah katında ne büyük bir değere sahip olduğunu ortaya koyar.
Her şeyi maddi alemin kanunlarına göre izah etmeye kalkışan ve Yüce Yaratıcı’nın üstün gücünü anlayamayan
bir kısım insanlar İsra ve Miraç olayını kavramakta güçlük çekebilirler. İlahî gücün ve peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu biraz idrak edebilenler bu olayda bir gariplik görmezler. İnsanoğlunun sahip olduğu güç sınırlıdır,
ama insanoğlu için zor veya imkânsız görünen şeylerin hepsi ilahî gücün önünde eşittir. Hepsi aynı kolaylıkla gerçekleştirilir.
İmanı, ibadeti ve ahlakıyla yücelmesi, İslam’ın güzelliklerini kendinde toplayabilmesi müminin miracıdır. Miracı yaşamak isteyenlerin, önce kalplerini imanla doldurmaları, Kur’ân’ın aydınlık yoluna girmeleri, Hz. Peygamber’i kendilerine rehber edinmeleri gerekir. İsra ve Miracı iyi anlayan müminler, İslam’ın ilkelerini uygulamaya, dünya ve ahireti kazanmaya çalışır, beş vakit namazını kılar. Çünkü namaz müminin miracıdır. Hayatlarında miracı gerçekleştirebilenler, iman kardeşliğinin getirdiği sorumluluğun farkında olurlar ve ona göre hareket ederler.
İsra(gece yürüyüşü)nın geçekleşdiği rivayet edilen ev Ümmü Hani’nin evi şimdi tavaf yapılan metaf içinde kalmıştır!
Hz. Peygamber hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Bunlar arasında en verimli olanı Yesrib (Medine) halkıyla kurduğu temaslardı. Peygamberliğin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen altı kişilik bir grupla Mina’nın tenha bir yeri olan Akabe’de karşılaştı, kendilerine İslâmiyet’i tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup bu kişiler Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es‘ad b. Zürâre Yesrib’e dönüp yeni dini hem kendi kabilesine hem de Evsliler’e anlatıp bir yıl sonra yeniden Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşma sözü verdi. İslâm dinine büyük hizmetler ifa eden ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı Yesribli’nin faaliyetleri sonucunda birçok kişi müslüman oldu. Ertesi yıl (peygamberliğin 12. yılı Zilhicce /Temmuz 621) onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlullah’la gizlice Akabe’de buluştular. Yesribliler, “Hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, Rasûlullah’ın emirlerine uyacaklarına” söz verip kendisine biat ettiler. Bu biat “Birinci Akabe Biatı” adıyla anılmaktadır. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi, henüz müslüman olmayanları dine davet etmesi ve namaz kıldırması için Mus‘ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Es‘ad b. Zürâre’nin evinde misafir olan Mus‘ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri, Evs kabilesinin reisleri Sa‘d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr da dahil olmak üzere Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını ve şehrin hicret yurdu haline gelmesini sağladı. Nitekim peygamberliğin 13. yılının (622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Yesribli müslüman, henüz müslüman olmamışların da bulunduğu hac kafilesiyle birlikte Mekke’ye geldi. Hacdan sonra yine Akabe’de, Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Hz. Peygamber henüz müslüman olmayan amcası Abbas’la oraya gelmişti. Yesribliler’in kendisini şehirlerine davet etmeleri üzerine, Rasûl-i Ekrem önce Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu, kendilerini İslâm’a kuvvetli bir şekilde bağlanmaları gerektiği hususunda teşvik edici sözler söyledi. Sonra İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı: Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli bütün müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, iyi günlerde de sıkıntılı zamanlarda da kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, kimseden korkup çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verip biat etmelerini söyledi. Yesribliler’in hepsi şartları kabul edip biatta bulundu. Rasûlullah, kendisiyle irtibat sağlayabilmeleri için aralarından on iki temsilci (nakîb) seçmelerini istedi. Onlar da dokuzu Hazrecli, üçü Evsli olmak üzere nakîblerini seçtiler. Hz. Peygamber Hazrec’ten Neccâroğulları’nın temsilcisi Es‘ad b. Zürâre’yi aynı zamanda diğer onbir temsilcinin de başkanı tayin etti. İkinci Akabe Biatısavaşla ilgili hususları da kapsadığı için “bey‘atül-harb” (savaş biatı) diye de anılmıştır. Aslında Yesrib, Kureyşliler’in aleyhine gelişmelerin olmasını sağlayacak stratejik bir mevkide bulunuyordu; kuzeyden Suriye, Filistin ve Irak’a gidecek kervanlar bu şehir civarından geçmek mecburiyetindeydi. Diğer taraftan Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıl kadar süren savaşların sonuncusu olan Buâs’ta çok kayıp verilmişti. Yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın sona ermesi ümit ediliyordu. Nitekim Hz. Âişe “Buâs, Allah’ın resûlü için hazırladığı bir gündü” değerlendirmesini yapmıştır.
Rasûlullah İkinci Akabe Biatı’ndan sonra ashabına Yesrib’e hicret için izin verdi. Bunun üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Hasme buraya göç ettiler; daha sonra da diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladılar. Bu arada işaret etmek gerekir ki, daha önce Mekke’den Medine’ye gitmiş birkaç sahabî bulunmaktaydı. Bunlar Akabe biatlarından önce Medine’ye hicret eden Ebû Seleme el-Mahzûmî ve hanımı Ümmü Seleme ile Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Hz. Peygamber tarafından Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm idi.
Genel olarak hicret gizlice yapılmaktaydı. Çünkü Kureyşli müşrikler müslümanların Mekke’den ayrılmalarına dahi müsaade etmek istemiyor, çeşitli zorluklar çıkartıp ellerinden geldiğince hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslümanları hapsediyorlardı. Meselâ, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra çocukları Seleme’yi de yanlarına alarak Medine’ye hicret için yola çıktıklarında Ümmü Seleme’nin ailesi onun gitmesine izin vermedi. Bu sebeple Ebû Seleme hanımı ve çocuğunu Mekke’de bırakarak Medine’ye yalnız gitmek zorunda kaldı. Öte yandan Ebû Seleme’nin ailesi de Ümmü Seleme’nin ailesinin yaptıklarına karşılık olarak Seleme’yi annesinin elinden aldılar. Hem kocasından hem de oğlundan ayrı kalmanın verdiği derin üzüntüyle Ümmü Seleme bir yıl boyunca göz yaşı döktü. Sonunda akrabaları insafa gelerek Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ebû Seleme’nin ailesi de Seleme’yi annesine teslim etti. Ümmü Seleme çocuğunu yanına alarak Medine’ye gitmek üzere tek başına Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı Osman b. Talha’nın refakatinde Kubâ’ya ulaştı ve Ebû Seleme ile buluştu. Hişâm b. Âs, hicret için hazırlık yapmış, ancak babası Âs b. Vâil başta olmak üzere müşrikler tarafından zincire vurulup hapsedilmişti. Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicret için yola çıkıp Kubâ’ya kadar gelmiş, ancak burada kendisine yetişen ana-bir kardeşleri Ebû Cehil ve Hâris b. Hişâm yaşlı annesinin onun ayrılığı yüzünden perişan hale geldiğini ileri sürüp Mekke’ye dönmesini sağlamışlar ve burada hapsetmişlerdi. Hişâm b. Âs ve Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicretin 7. yılında (milâdî 629) müşriklerin elinden kurtulup Medine’ye gidebilmiştir. Suheyb b. Sinân er-Rûmî’nin hicret edeceğinden haberdar olan Mekkeliler ona olan borçlarını ödemedikleri gibi mal varlığına da el koymuşlar, Suheyb o güne kadar elde ettiği bütün kazancını Mekkeliler’e bırakmak suretiyle ancak hicret edebilmiştir. Bu noktada Hz. Ömer’in hicreti ise farklı bir mahiyet arzeder. O, Kâbe’yi tavaf edip iki rekat namaz kıldıktan sonra müşriklere açıkça meydan okuyarak yola çıkmıştır.
Hicret izninden sonra kısa denilebilecek bir sürede ashabın büyük bir kısmı Yesrib’e göç etmiş; geride Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir ve aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenler ile gidişleri engellenmiş olanlar kalmıştı. Bu arada Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’a müracaat ederek hicret için izin istiyor, o da her defasında “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder” cevabını veriyordu.
Müslümanların inançları uğruna görülmemiş bir fedakârlık anlayışı içinde evlerinden, mal ve mülklerinden vazgeçip Yesrib’e hicret ettiklerini gören Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı tehlike ve tehdit oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Gelişmeler karşısında nasıl bir yol takip edeceklerini belirlemek üzere Dârünnedve’de toplandılar. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Hâşimoğullarından kimsenin alınmadığı toplantıda Hz. Muhammed (sav)’in sürgüne gönderilmesi veya hapsedilmesi gibi görüşler ileri sürüldü. Sonunda Ebû Cehil’in teklifiyle onu öldürmeyi, Hâşimoğulları’nın kan davası gütmesini önlemek için de bu işin bir kişi tarafından değil, bütün kabilelerden birer kişinin katılacağı bir topluluk tarafından yerine getirilmesini kararlaştırdılar. Bu suikast kararını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Peygamber, hemen harekete geçip Hz. Ebû Bekir’in evine gitti ve onunla birlikte hicret hazırlığına başladı. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaştılar. Abdullah b. Uraykıt müşrik olmakla birlikte güvenilir ve mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Hz. Peygamber, evinden ayrıldığını müşriklere fark ettirmemek ve kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Gece yarısı yola çıkan Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Mekke’nin güney-batısında bulunan Sevr dağındaki bir mağaraya vardılar ve burada gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu geceleri gelip şehirdeki gelişmeleri onlara haber veriyordu. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in koyunlarının çobanlığını yapan Âmir b. Füheyre de sürüsünü mağaraya doğru sürerek süt ve yiyecek getirmiş, daha sonra da onlarla birlikte hicret etmiştir.
Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’in evinde onun yerine Hz. Ali ile karşılaşınca şaşkına döndüler. Hz. Ali’ye nerede olduğunu sordularsa da cevap alamayınca onu dövüp bir süre tutukladıktan sonra serbest bıraktılar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in evine gidip kızı Esma’dan bilgi almaya çalıştılar. Esmâ’dan istediği bilgiyi alamayan Ebû Cehil onu tartaklamaktan çekinmedi. Hz. Peygamber’i Mekke’de bulamayan ve şehirden ayrıldığını anlayan müşrikler bütün çevreyi taramaya, etrafa haberciler göndermeye başladılar. Bir ara Sevr mağarasının önüne kadar geldiler. Ancak Yüce Allah’ın emriyle mağaranın girişi bir örümcek ağıyla kaplanmış olduğundan içeride kimsenin bulunmadığı kanaatine vararak geri döndüler. Müşrikler mağaranın önünde iken, fark edilecekleri korkusuna kapılan Hz. Ebû Bekir’i Rasûlullah Kur’an’da ifade edildiği üzere: “Korkma! Elbette Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/40) buyurarak teskin etti. Mağarada geçirilen üç günün sonunda daha önce kararlaştırıldığı şekilde kılavuz Abdullah b. Uraykıt, develerle birlikte Sevr’e geldi. Sevr’den Yesrib’e doğru sahil istikametinde yola çıkıldı. Bir tehlikeye maruz kalmamak için kafile, bilinen işlek ve mutat yollar yerine farklı bir güzergâhı, zaman zaman sarp dağ geçitlerini veya çölün ortasını tercih etti. Hz. Muhammed (sav)’i bulmak için çeşitli yollara başvuran Kureyşliler onu yakalayana 100 deve ödül vaad ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kureyşliler’in koyduğu ödülü kazanabilmek için Hz. Peygamber’i aramaya koyulan ve iz sürmekte maharetli olan Sürâka b. Mâlik kafileye ulaştı; ancak bir mucize eseri atının ayakları kuma gömülünce takipten vazgeçti. Benzer bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarından geçerken yaşandı. Kabile reisi Büreyde b. Husayb kafilenin önünü kesti; ancak Rasûlullah ile yapılan kısa sohbetten sonra, kendisi ve kabilesi müslüman oldu. Büreyde, kendi topraklarından ayrılıncaya kadar kafileye eşlik etti. Hicret yoluyla kervan yolunun kesiştiği Cuhfe adlı mevkiye gelince, Rasûlullah Mekke yolunu hatırladı ve şehre duyduğu özlemle hüzünlendi. Bunun üzerine, uğradığı zulümden dolayı hicrete mecbur bırakıldığı Mekke’ye, düşmanlarına üstünlük sağlayıp tekrar döndürüleceğini müjdelen âyet nâzil oldu (el-Kasas, 28/85). Hicret esnasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Meselâ, kafile Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğradı. Burada Hz. Peygamber, sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmele çekerek sağmaya başladı. Keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma‘bed daha sonra çadıra dönen kocasına olayı anlatıp onun isteği üzerine Hz. Peygamberi edebî bir dille tavsif etti. Onun ifadeleri hilye edebiyatına konu olmuş ve günümüze kadar gelmiştir.
Yesrib’de bulunan müslümanlar Rasûl-i Ekrem’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, gecikmesinden dolayı da endişelenmişlerdi. Her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp sıcağın şiddetlendiği vakte kadar yolunu gözlüyorlardı. Yine 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) pazartesi günü de böyle yapmış ve evlerine dönmüşlerdi ki, üç katlı bir evin damında bulunan bir yahudi kızı yaklaşmakta olan kafileyi görünce, bunun beklenen misafir olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Rasûl-i Ekrem’i karşılamak için Harre’ye koştular. Hz. Peygamber, Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in evine misafir oldu. Birkaç gün bu kasabada kaldı ve burada bir mescid yaptırdı. Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri doğrultusunda Mekke’den ayrılan Hz. Ali, gündüz gizlenip gece yol almak suretiyle Kubâ’ya geldi ve burada Hz. Peygamber’le buluştu. Hz. Ali ile birlikte annesi Fâtıma bint Esed, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem‘a, kızları Hz. Fâtıma ve Ümmü Külsûm ve Hz. Ebû Bekir’in ailesinin de Kubâ’ya geldiği rivâyet edilmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir’in ailelerinin daha sonra Medine’den gönderilen Zeyd b. Hârise ve Ebû Râfi‘in refakatinde hicret ettikleri de kaydedilmektedir. Hz. Peygamber yanındakilerle birlikte 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Kubâ’dan Yesrib’e hareket etti. Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Rasûlullah bu hutbesinde Allah’a hamd ü senâdan sonra insanların âhirette mutlaka hesaba çekileceğinden, herkesin emri altındakilerden sorumlu tutulacağından, öldükten sonra insana dünyada yaptığı iyi davranışlardan başka bir şeyin fayda etmeyeceğinden bahsetti ve büyük-küçük demeden iyilik yarışına girerek âhiret için hazırlıklı olmalarını tavsiye etti. Namazdan sonra Yesrib’e hareket eden Hz. Peygamber şehir halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medine’de görülmemiş bir şenlik ve bayram havası yaşanıyordu. Yolun iki tarafında sıralanan yediden yetmişe herkes, kadınlar ve çocuklar büyük bir sevinç içerisinde Allah’ın yüce elçisini karşılıyordu. Bu sırada defler çalınıyor ve “Veda tepelerinden ay doğdu üzerimize/Allah’a davet sürdükçe şükretmek vacip bize/Ey gönderilen kutlu elçi/Sana itaat etmek düşer hepimize/Aramıza hoş geldin, şeref verdin şehrimize” şeklindeki mısralarla duygular dile getiriliyordu. Hemen herkes Rasûlullah’ın kendi evlerine misafir olmasını istiyor, davette bulunup ısrar ediyordu. Rasûlullah Kasvâ adlı devesinin üzerinde halkı selamlayıp kendilerine teşekkür ederken, devesinin çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söyleyerek şehre girdi ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (Hâlid b. Zeyd) evine misafir oldu. Böylece çile ve ıstırap dolu Mekke dönemi sona ermiş, İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Yesrib de artık Peygamber şehri anlamında Medînetü’r-Resûl veya el-Medînetü’l-münevvere adıyla anılmaya başladı.
Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında farklı tarihler verilmektedir. Bu konudaki rivayetlerin incelenmesi sonucunda Mekkeliler’in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü Hz. Peygamber’e suikast kararı aldıkları, durumu öğrenen Resûl-i Ekrem’in o gece şehirden ayrılarak Sevr mağarasına gittiği, 27-29 Safer (10-12 Eylül 622) günlerini mağarada geçirdiği, 1 Rebîulevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Rebîulevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ye vardığı ve 12 Rebîulevvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber’in dar aile/kabile çevresinde başlayarak Mekke toplumunda sıkıntı ve eziyetlerle dolu geçen 13 yıllık tebliğ süreci, Medine’ye hicret ile yeni bir merhaleye ulaşmıştır. Bu merhale tüm dinlerin yayılış süreçleri hesaba katıldığında, tarihin kaydettiği en hızlı gelişme ve inkişaflardan birinin başlangıç noktası olacaktır. Bu anlamda Hicret’ten söz etmek Mekke’den Medine’ye göçten veya sadece bir takvimin sıfır noktasından değil, insanlık için yeni bir başlangıçtan söz etmek demektir.
Hicret, çeşitli naslarda dile getirildiği üzere, bir daralma ve sıkıntı halinden veya mekânından çıkarak inanç ve idealleri gerçekleştirmek amacıyla yeni imkânlar ve yerler aramaktır. Bu yönüyle Müslümanların hayatlarında Hicret, zamanın belli bir sürecinde gerçekleşmiş ve bitmiş tarihsel bir olay değildir. Hicret, idealler ve inançlarla çatışan ve onları baskı altında tutan şartları değiştirme, insanın kendisine yeni imkânlar aramasının bir sembolüdür. Öyleyse belirli şartlar dahilinde Hicret, her ferdin ahlaki görevi ve yükümlülüğüdür.
Hz. Peygamber bibirine bağlı iki temel konuyu dile getiren bir hadis ile Hicret’i, İslam ümmetinin zihinlerine ve gönüllerine yerleştirilmiştir: Birincisi, bilhassa İslam hukukçularının, hükümleri değerlendirişlerinde referans noktalarından birisi saydıkları genel bir ilkedir. Bu ilke davranışların değerini, onlara yön veren niyetlere bağlar. Bilindiği gibi Hicret, genç İslam toplumunun ilk ve en önemli toplumsal hareketiydi. Bütün toplumsal hareketlerde beklenebileceği gibi Hz. Peygamber’in öncülüğündeki Hicret’te de farklı amaçlar taşıyan insanların bulunması tabiiydi.
Hz. Peygamber bu duruma dikkat çeker ve aynı fiili yapanların niyetlerine göre farklı karşılık göreceklerini belirtir. Hadiste dile getirilen husus, sevdiği kadınla evlenmek amacıyla hicrete katılan ve Medine’ye gelen Mekkeli bir Müslümanın durumuydu. Hz. Peygamber’in bu kişi hakkındaki hükmü bütün Müslümanların davranışlarında dikkate almak zorunda oldukları evrensel bir ilke sayılmıştır. Hz. Peygamber “Ameller niyetlere göredir. Kim Allah’a ve peygamberine hicret ederse, onun hicreti Allah’a ve peygamberinedir, kim bir kadınla evlenmek amacıyla hicret ederse onun hicreti evlenmek istediği kadınadır” buyurmuştur. Amel ve davranışların niyete göre olması, kişisel veya günlük amaçlarını bir davanın idealleri ve erdemleri altında gizlemek isteyenlere karşı dile getirilen en kesin ve değişmez bir hükümdür. Böyle bir hareketin neresinde bulunursa bulunsun, herkes sadece niyetine göre muamele görecektir. Başka bir ifadeyle, bir insanın amelinin değerini belirleyecek olan şey sadece ve sadece niyetidir. Bu yönüyle Hicret’ten öğrenilen en önemli düstur, sürekli niyetlerin gözetilmesidir. Özellikle sûfiler, sürekli niyetin gözetilmesini ve kontrolünü, dindarlığın temel ilkesi saydıkları ihlasa ulaşmanın yolu saymışlardır. Bu yönüyle tasavvuf tam anlamıyla bir niyet tahkiki ve soruşturması sayılabilir.
Hadisin başka bir boyutu daha vardır ki bu kısım, özellikle sûfiler tarafından yaygın bir şekilde yorumlanmıştır. Hz. Peygamber ‘Kimin hicreti Allah’a ve peygamberine ise’ der. Sûfiler ‘Allah’a ve peygambere hicret’ üzerinde özenle durmuşlardır. Allah’a hicret ne demektir? Sûfiler için bu ifade Hz. Peygamber’in ‘cevamiü’l-kelim’ yani ‘az söz ile çok şeyi anlatma’ özelliğini gösteren bir ifade sayılabilir. Başka bir yönüyle bu ifade, İbnü’l Arabi’de görülen, ‘dile getirilen hikmet ile’ ‘hakkında susulan hikmet’ terimleriyle irtibatlı ele alınabilir. Çünkü burada ‘Medine’ye hicretten konuşurken hicretin yönü değişmiş ve ‘Allah’a ve peygamberine hicret’ten söz edilmiştir. Sadece bu yaklaşım bile, Hicret’i her Müslümanın sürekli tekrarlayabileceği bir eylem olarak yorumlamaya imkân verir. Çünkü Medine’ye hicret tarihsel bir olay iken Allah’a ve Peygamberi’ne hicret, tarih ve mekaân ile sınırlanmaksızın her zaman mümkündür. Bu anlamıyla Hicret, sûfilerin tevbe hakkındaki düşünceleriyle paralel bir anlam kazandığı gibi sûfilerin buradan hareketle geliştirdikleri yorumlar Hicret’in daha geniş bir anlamda yorumlanmasına katkı sağlamıştır. Tevbe en genel anlamıyla‘günahtan pişmanlık duymak ve tekrar günah işlememeye karar vermek’ diye anlaşılır. Sûfiler bu genel anlama özel bir anlam eklemişlerdir: Onlara göre tevbe, ‘dönmek’ fiiliyle birlikte düşünülmelidir. Nitekim tevbe kelimesinin ilk anlamı da bunu gösterir. Peki, insan ‘neye’ dönecektir? Bu sorunun cevabı, günah sonucunda insanın nereye gittiği ve neyden ayrıldığı sorusunun cevabıyla verilebilir. İnsan günah işleyerek Allah’tan uzaklaşmış ve nefsiyle kalmıştır. Sûfiler, nefsi ve onun arzularını insanı daraltan, sınırlayan bir şey olarak görmüştür. Buna karşın tevbe, insanın tekrar Allah’a, yani nefsin ve arzularının darlığından ilahî âlemin genişliğine dönmesidir. Bu durumda tevbe, Hicret ile eş-anlamlı hale gelir. Bu anlamda sufiler için Hicret, insanın her an derûnunda veya dışta yaşadığı bir fiilin adıdır. İnsan kötü davranışlardan ve çirkin ahlaktan ‘hicret ederek’, erdemlere ve iyi davranışlara ‘döner’. Bu durumda onun hicreti, Allah’adır ve bunun karşılığında Allah da kendisine döner.
Öyleyse Hicret’ten bize kalan iki önemli ilke veya görev vardır: Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri ve duruşu’ tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes sadece ve sadece kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da kendi niyeti ve davranışıdır. İkincisi ise Hicret’in gerçekte mekan veya zamanla irtibatının ortadan kalkmasıdır. Hicret, herkesin bütün zaman ve mekanlarda yaşayabileceği zihnî, itikadi, amelî ve ahlaki bir dönüşüm ve değişimden ibarettir. Binaenaleyh süflîlikten ulviliğe dönük her intikal, Allah’a doğru bir tevbe ve hicrettir.
Hz. Muhammed (sav)’in Medine’de İlk Faaliyetleri
Hicret, Hz. Peygamber’in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet’in yayılmasını sağlayan çok önemli bir olaydır. Son peygamberin en büyük hedefi, Kur’an âyetlerini tebliğ etmek, dini yaşayarak öğretmek, dinin gelecek nesillere değiştirilmeden intikalini sağlayacak müminlerin sayısını arttırmaktı. O bu amaçla bazı düzenlemeler yapmaya ve tedbirler almaya karar verdi. Müslümanları Allah’ın rızasını kazanmış iyi birer kul olmaya teşvik ederek aralarında gönül birliği ve sosyal dayanışmayı sağlamaya yönelik faaliyetler yaptı; emir ve tavsiyelerde bulundu. Bu bağlamda selamlaşmanın yayılmasını, fakirlerin gözetilmesini, akraba ziyaretlerinin ihmal edilmemesini, geceleri insanların uykuda olduğu sırada namaza kalkılmasını istedi ve böyle yapanları cennetle müjdeledi.
Her şeyden önce müslüman toplumun merkezi olacak bir camiye ihtiyaç vardı. Mekke döneminde müslümanların bir araya gelip ibadet etme ve Rasûlullah’ı dinleme imkânları çok kısıtlıydı. Medine’de özellikle Birinci Akabe Biatı’ndan sonra müslümanların sayısı artınca Es‘ad b. Zürâre, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin inşa edileceği arazideki hurma kurutma yerinin etrafını çevirerek kıblesi Kudüs’e doğru olan bir mescid yaptırmıştı. O sıralarda Mekke’deki müslümanlar henüz cuma namazı kılamazken, Medineliler burada cemaatle namaz kılıyorlardı. Rasûl-i Ekrem Medine’ye girişinde devesinin çöktüğü ilk yere mescid yaptırmaya karar verdi ve bu amaçla Sehl ve Süheyl adlı iki yetim çocuğa ait araziyi satın aldı. Yedi ay kadar süren Mescid i Nebevî’nin inşaatı sırasında Rasûlullah, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kaldı ve burada Medineli müslüman erkeklerden, bir başka evde de kadınlardan biat aldı. Bizzat Hz. Peygamber tarafından yaptırılan iki mescidden biri olan (diğeri Kubâ) Mescid-i Nebevî üç kapılı olup kıblesi Kudüs’e yönelikti. Hicretten on altı veya on yedi ay sonra nâzil olan âyetler (el-Bakara, 149-150) doğrultusunda kıble Kâbe’ye çevrilinceye kadar namazlar Kudüs’e doğru kılınmıştır.
Mescid-i Nebevî her şeyden önce bir ibadet yeri idi. Ancak Asr-ı saâdet’te, başta eğitim ve öğretim olmak üzere Rasûlullah’ın hemen bütün faaliyetlerinin merkezi yine burası olmuştur. Siyasî ve askerî gelişmelerin konuşulup çeşitli kararların alındığı, yaralıların tedavi edildiği, savaş esirlerinin veya suçluların göz altında tutulduğu, ganimetlerin saklandığı, müslüman olan kabile heyetlerinin, elçi ve misafirlerin kabul edilip ağırlandığı, adlî davaların görüldüğü, nikâhların ilânı veya çeşitli gösteri ve merasimlerin yapıldığı yer yine Mescid-i Nebevî idi. Rasûlullah, peygamberlik vazifesinin bütün gereklerini mescidi ile bitişiğindeki evinde yerine getiriyor, yeni nâzil olan Kur’an âyetlerini burada tebliğ edip öğretiyordu. Bu arada kimsesiz müslümanlarla ilim tahsil etmek isteyen sahâbîlerin barınması için Mescid-i Nebevî’nin arka kısmında Suffe adı verilen, üzeri hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik yapıldı. Burada barınan ve eğitim-öğretim görenlere ehl-i suffe veya ashâb-ı suffe denilmiştir. Rasûlullah, Medine dışına gönderilecek irşad veya diplomasi heyetleri oluştururken ehl i Suffe’den faydalanıyordu.
Hz. Peygamber hicretten hemen sonra muhacirleri, Evs veya Hazrec kabilesinden birer müslümanla kardeş ilân etti. “Muâhât” adı verilen bu düzenlemeyle, İslâm toplumunun bütünleşmesi, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhacirlerin maddî ve mânevî ihtiyaçlarının karşılanması yolunda büyük bir imkân sağlanmış oldu. Medineli müslümanlar Akabe biatlarında Rasûl-i Ekrem’e verdikleri söz doğrultusunda muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul edip ellerindeki imkânları ve bir süre evlerini onlarla paylaştılar. Medineliler mülkiyet hakları ile birlikte muhacirlerle hurmalıklarını ve diğer mal varlıklarını paylaşmak istemişlerse de onlar bu asil davranışa teşekkürle karşılık vererek kabul etmemişlerdir. Sonuçta Hz. Peygamber, mülkiyeti Medinelilerde kalmak üzere muhacirlerin emekleri karşılığında ürüne ortak olabileceklerini bildirmiş, böylece birlikte çalışıp elde edilen kazanç paylaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de Medîneli müslümanlarla muhâcirîn arasındaki bu dayanışma “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ile bunları barındırıp yardım elini uzatanlar, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır” (el-Enfâl 8/72) ifadesiyle açıkça övülmüştür. Muhacirlere yardım eden Medineli müslümanlara Ensâr (yardım edenler) adı verilmiştir. Kardeşlik tesisinden sonra kardeşler arasında bir süre miras hükümleri de geçerli sayılmış (el-Enfâl 8/72), ancak Bedir Gazvesi’nden sonra buna son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir (el-Enfâl 8/75). Hz. Peygamber sözü edilen kardeşlik bağını kurmak suretiyle yalnızca zor durumda olan muhacirlerin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, kabile esasına dayalı kardeşlik anlayışı yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini de sağlamıştır. Muâhâtın (kardeşlik) miras hukuku dışında kalan yardımlaşma, birbirine destek olma, karşılıklı tavsiyelerde bulunma tarzındaki hükümleri daima yürürlükte kalmış, bu anlamıyla kurum genelleştirilerek bütün mü’minler kardeş ilân edilmiştir (el-Hucurât 49/10).
Medine’ye hicret hareketleri Mekke’nin fethine kadar uzanan süreç içinde devam etti. Rasûlullah, Medine döneminin ilk yıllarında, gerek Mekke’den gerekse Medine çevresinden biat etmek üzere huzuruna gelenlere Medine’ye hicret etmelerini şart koşuyordu. Ayrıca Medine’ye hicret edenlerin daha sonra oradan ayrılmalarını da hoş karşılamıyor, hicretin kararlı ve semereli olması için Allah’a dua ediyordu. Rasûlullah son peygamber olmanın sorumluluğuyla, tebliğ ettiği dinin büyük bir cemaat tarafından yaşanarak öğrenilmesi, sonraki nesillere en doğru bir şekilde aktarılması, kıyamete kadar değişmeden ve bozulmadan korunması için gerekli şartları hazırlamak istiyordu. Nitekim onun bu gayretleri meyvesini vermiş, Medine’de sayıca artarak güçlenen müslümanlar, düşmanlarına karşı siyasî ve askerî mücadelelerinde başarılı sonuçlar elde etmişlerdir. Nihayet 8 (630) yılında Mekke’nin fethi ile müslümanların zaferi taçlanınca Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33). buyurarak İslâm’ı kabul edenlerin Medine’ye hicret etme zorunluluğunu kaldırmış, ancak çağrılmaları halinde cihada katılmalarını istemiştir.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu; her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Yesrib’de Evs ve Hazrec kabileleri yanı sıra şehre ne zaman geldikleri kesin olarak bilinmeyen Benî Kaynuka‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç yahudi kabilesi de vardı. Evs ile Hazrec’in sürekli çatışma içinde olduğu, yahudilerin bir kısmının Evs’i, diğer kısmının da Hazrec’i tuttuğu bilinmektedir. Bütün şehir halkını içine alan idarî bir yapı mevcut değildi. Rasûl-i Ekrem, muâhât ile müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağladıktan sonra yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Araplar’ın ve müslümanların şehirde barış ve güven içinde yaşamalarının şekil ve şartlarını müzakere etmek üzere tarafları Enes b. Mâlik’in evinde topladı. Bütün grupları bir şehir devleti şeklinde teşkilâtlanmaya ikna eden Rasûlullah kararlaştırılan hususları yazılı bir metin haline getirdi. Kaynaklarda “kitab”, “sahîfe” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim adamlarınca “yazılı ilk anayasa” diye nitelendirilen ve metni zamanımıza kadar ulaşan bu anlaşmada şehrin iç huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların çözülmesinde yargı merciinin belirlenmesi ve bazı ekonomik yükümlülüklerin tesbiti gibi hususlar yer alıyordu. Özellikle Medine’ye yönelik dış tehlikeler karşısında yahudilerden, müslümanlarla işbirliği içinde olmaları ve Kureyşliler’le ittifak kurmamaları istenmiştir. Her grubun savaş masrafları, fidye ve diyet gibi malî hususları kendi imkânlarıyla karşılaması, yargı görevini kendi içinde bağımsız olarak yürütmesi, farklı gruplara mensup kişilerin anlaşmazlıklarında ise son yargı merciinin Hz. Peygamber olması da karar altına alınmıştı. Ayrıca yahudilerle müslümanların din ve vicdan hürriyetine sahip oldukları da açıkça belirtilmiştir. Bu arada Resûl i Ekrem anlaşmada yer alan “Yesrib vadisi bu sahîfede adı geçenler için haremdir” maddesi doğrultusunda Kâ‘b b. Mâlik’i Mescid-i Nebevî merkezde olmak üzere Medine’nin sınırlarını tesbitle görevlendirmiştir. Bundan sonraki siyasî ve askerî faaliyetler bu sınırlara göre yürütülmüştür. Hz. Peygamber Medine’de müslümanlar için bir pazar yeri yaptırmış, Bakı‘ mevkiini de mezarlık olarak belirlemiştir. Böylece o, sonraları İslâm dünyasında klasikleşecek olan, merkezinde cami bulunmak üzere emîr evi, çarşı, mezarlık ve mahallelerden oluşan şehir planının ilk örneğini gerçekleştirmiş oluyordu.
Hicretin 1. (milâdî 622) yılındaki düzenlemelerden biri de müslümanlara namaz vakitlerinin geldiğini haber vermek üzere ezan okunmaya başlanmasıdır. Ezanın hicretin 2. (m. 623) yılında meşrû kılındığı da rivâyet edilmektedir Namaz Mekke döneminde farz kılındığı halde Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Esasen Mekke dönemi şartları da buna müsait değildi. Medine’de ise müslümanlar açıktan ibadet edecek bir ortama kavuşmuş ve sayıları da gün geçtikçe artmaya başlamıştı. Hz. Peygamber müslümanların namaz vaktinin girdiğini anlayıp cemaate yetişmelerine imkân sağlamak için neler yapılabileceği hususunda ashâbıyla istişare etti. Çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü istişare sonucunda kesin bir karara varılamadı. Rivâyete göre bu sıralarda Abdullah b. Zeyd b. Sa‘lebe’ye rüyasında ezan öğretilmiş, o da Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermiştir. Hz. Peygamber Abdullah’tan ezan cümlelerini sesi gür olan Bilâl-i Habeşî’ye öğretmesini istedi, ardından Bilâl-i Habeşî yüksek bir evin üstüne çıkıp ilk olarak sabah ezanını okudu. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı. Böylece ezan, İslâm’ın şiârı ve müslüman varlığının bir sembolü oldu. Günümüze kadar da yeryüzünde günün hemen her vaktinde insanları Allah’a kulluğa davet vasıtası olarak okunmaya devam etmektedir.
İç ve Dış Tehlikeler – Bazı Gazve ve Seriyyeler
Mekke döneminde Hz. Peygamber kendisine ve müslümanlara düşmanlık yapan Kureyşli müşriklere karşılık vermemiş, onlardan intikam alma yoluna gitmemiş, hakaret, işkence ve sıkıntılara mâruz bırakılan müslümanlara sabretmelerini tavsiye etmiştir. Bu dönemde inen âyetler de devamlı olarak sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Hicretten sonra Medine’de başlayan yeni dönemin özellikle ilk yıllarının kendisine has ferahlıklarının yanında sıkıntıları da mevcuttu. Mekke müşrikleri müslümanlara Medine’de de rahatlık vermeme hususunda kararlıydı. Medine’deki yerli halkın çoğunluğu samimiyetle müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehrin etrafında yaşayan yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat hemen her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlar sergilemeye hazır bulunuyorlardı.
Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef Medineli müslümanlara gönderdikleri mektupta, Hz. Muhammed (sav)’i güven ve koruma altına alıp ona yardım etmelerinin utanılacak bir şey olduğunu, bu davranışlarından vazgeçmeleri gerektiğini, aksi takdirde aralarında savaş çıkabileceğini bildirdiler. Buna karşılık olmak üzere ensâr adına Ka‘b b. Mâlik bir şiirle müşriklerin isteklerini reddetmiştir. Bu arada Kureyşliler Medine’ye karşı bazı ekonomik baskı tedbirleri de almaya başladılar. Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının hicret haberi Arabistan yarımadasının hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberin davranış ve tepkilerini takip ediyor, hatta hicret etme imkânı bulamayan veya Müslümanlığını gizleyen kimseler de vuku bulacak gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme mâruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmalarına izin verildiğini beyan eden âyet de nâzil olmuştu: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar ki, sadece “bizim Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar…” (el-Hac 22/39-40). Hz. Peygamber hicretten yedi ay sonraki (Ramazan 1/Mart 623) dönemden başlamak üzere bir yıla yaklaşan bir süre içinde, Medine’ye sığınmış bulunan müslümanları Kureyşliler’in tehdidinden korumak, onlara müslümanların da bir güç olduğunu göstermek amacıyla bazı askerî operasyonlar gerçekleştirmiştir (Hz. Hamza kumandasında Sîfülbahr Seriyyesi, Ubeyde b. Hâris kumandasında Râbiğ Seriyyesi, Sa‘d b. Ebû Vakkâs kumandasında Harrâr Seriyyesi, Ebva [Veddân]Gazvesi, Buvât Gazvesi, Uşeyre Gazvesi). Bu müfrezeler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaşmışsa da herhangi bir baskın düzenlememiş, diğer kabile ve gruplara ait kervanları da rahatsız etmemiştir. Bu askerî hareketlerle birlikte esasen savaş halinde olan Medine ile Mekke, savaş hükümlerinin yürürlükte bulunduğu bir dönemi yaşamaya başlamış ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Hicretten on yedi ay sonra (Receb 2/Ocak 624) Abdullah b. Cahş kumandasında Batn ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına, Mekke’nin güneyinde baskın yapmış, bir kişi öldürülmüş, iki kişi esir alınmış ve bazı ganimetler ele geçirilmiştir. Bazı rivayetlerde istihbarat amaçlı olduğu bildirilen bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermeyi hedeflemiştir.
Bedir Savaşı (Bedir Gazvesi)
Bedir Gazvesi, daha sonra yapılan Uhud ve Hendek Gazveleri ile birlikte Hz. Peygamber’in Kureyş müşriklerine karşı verdiği tevhîd mücadelesinin en meşhur savaşlarından biridir. Bedir, Medine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Başta Hz. Peygamber olmak üzere Mekkeli müslümanların, on yıl boyunca zulüm ve işkencelerine mâruz kaldığı, nihayet canlarını kurtarmak için ancak birkaç parça eşyalarını yanlarına alarak kendilerinden kaçtığı Kureyşliler, müslümanlardan kalan malları da servetlerine katarak yarımadanın güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Resûl i Ekrem, Ebû Süfyân’ın idaresinde Kureyşliler’den birçok kimsenin katıldığı büyük bir ticaret kervanının Suriye’den dönmekte olduğu haberini aldı. Mekkeliler’den her kesime ait olan 1.000 develik kervanın 50.000 dinar değerinde olduğu kaydedilmektedir. Kureyş kervanına Bedir’de baskın düzenlemeyi planlayan Hz. Peygamber 12 Ramazan 2 (9 Mart 624) tarihinde Medine’den hareket etti. Yerine Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil olarak bıraktı. İslâm ordusu yetmiş dördü muhâcir, geri kalanı ensârdan olmak üzere 305 kişiden oluşuyordu. Sancaktarlık görevine Mus‘ab b. Umeyr, Hz. Ali ve Sa‘d b. Muâz tayin edildi. Orduda yetmiş deve ve iki de at bulunuyordu. Müslümanlar bir veya iki gün oruçlu olarak yola devam ettikten sonra Hz. Peygamber’in emri üzerine oruçlarını açtılar.
Öte yandan Ebû Süfyân Hicaz topraklarına girince Hz. Muhammed’in baskın teşebbüsünü öğrendi, yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de kervanın pusuya düşmemesi için Bedir’den uzak olan ve daha az kullanılan sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, Ebû Süfyan’dan gelen yardım talebi üzerine yoğun bir şekilde hazırlıklara başladılar. Daha sonra kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen, Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e doğru hareket ettiler. Müşrik ordusunda 700 deve, 100 de at vardı.
Aslında Rasûlullah ve ashabı Kureyş ordusunun Mekke’den çıkıp Bedir civarına geldiğini henüz bilmiyorlardı; Kur’ân-ı Kerîm’de Bedir karşılaşmasının, iki tarafın beşerî planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanınınsa ikisinden de uzak bir yerde, sahil yolunda bulunduğu haber verilir (el-Enfâl 8/7, 42).
17 Ramazan 2 (13 Mart 624) Cuma sabahı erken saatlerde her iki ordu Bedir’e doğru yola çıktı. Hz. Peygamber Bedir’deki su kuyularına Kureyşliler’den daha önce ulaştı ve Habbâb b. Eret’in tavsiyesi üzerine düşmanın geliş istikametine göre kendilerine en yakın kuyuyu bırakarak diğerlerini kumla kapattırdı. Fakat daha sonra Hz. Peygamber müşriklerin açık bırakılan kuyudan su almalarına izin vermiştir. Savaştan önce Hz. Peygamber Câhiliye devrinde de elçilik görevini yürüten Adî kabilesinden Hz. Ömer’i Kureyşliler’e göndererek savaş yapılmadan Mekke’ye dönmelerini teklif etti ise de Kureyşliler savaşmakta ısrar ettiler. Eski Arap âdetine göre savaşı kızıştırıp başlatmak üzere her iki taraftan birer kişi meydana çıktı. Mübâreze adı verilen bu meydan okuyuş sırasında Hz. Hamza hasmı Esved b. Abdülesed el-Mahzûmî’yi öldürdü. Bunun üzerine Kureyşlilerden Utbe b. Rebîa, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd, İslâm ordusundan da Ubeyde b. Hâris, Hz. Hamza ve Hz. Ali meydana çıktılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali hasımlarını öldürdükten sonra ağır yaralanan Ubeyde’nin yardımına koşup Utbe’yi öldürdüler. Ubeyde b. Hâris savaşta aldığı yaralardan dolayı Bedir dönüşü yolda şehid olmuştur. Mübârezelerden sonra başlayan savaş aynı gün ikindiye doğru müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Müşriklerden başta İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in en büyük düşmanı Ebû Cehil olmak üzere yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı. Müslümanlardan şehid olanların sayısı da on dörttü.
Hz. Peygamber şehidlerin namazını kılarak onları defnettirdi. Kureyş’in ölülerini de gömdürdü. Esirlere karşı iyi davranılmasını emreden Hz. Peygamber onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris’i vaktiyle müslümanlara yaptıkları işkenceye karşılık ölüme mahkum etti, diğer esirlere yapılacak muamele konusunda da ashabın görüşünü aldı. Hz. Ebû Bekir’in teklifini benimseyerek esirleri malî durumlarına göre ödeyecekleri 1000-4000 dirhem fidye karşılığında serbest bıraktı. Bazı esirler karşılıksız, okuma yazma bilenler ise on müslümana okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakıldı. Müşriklerden elde edilen ganimetler bir araya toplanarak savaşa katılanlar arasında eşit şekilde bölüşüldü. Hz. Peygamber ramazan ayının sonu veya şevval başında Medine’ye döndü.
Bedir’de ele geçirilen esirler arasında Hz. Peygamber’in damadı Ebü’l-Âs b. Rebî‘ de bulunuyordu. Hz. Peygamber’in en büyük kızı Zeyneb ile evli olan Ebü’l-Âs hanımı müslüman olduğu halde kendisi İslâm’ı kabul etmemiş, bununla birlikte müşriklerin Zeyneb’i boşaması yolundaki telkinlerine de olumlu cevap vermemişti. Bedir’de müşrikler safında savaşa katılıp esir düşünce, Mekkeliler esirler için fidyelerini gönderirken hanımı Zeyneb de bir miktar para ile annesi Hz. Hatice’nin düğün hediyesi olarak kendisine vermiş olduğu gerdanlığı göndermişti. Gerdanlığı tanıyan Hz. Peygamber son derece duygulandı; Hz. Hatice’yi ve İslâm’a hizmetlerini bir kez daha hatırlayarak Ebü’l-Âs’ın serbest bırakılması ve gerdanlığın da Hz. Zeyneb’e iade edilmesi hususunda ashabından izin istedi. Serbest bırakılan Ebü’l-Âs Mekke’ye döndü ve Hz. Peygamber’e verdiği söz doğrultusunda hanımı Zeyneb’i Medine’ye gönderdi. Kendisi de daha sonra müslüman olup Medine’ye hicret edince Hz. Peygamber Zeyneb’i ona iade etmiştir (Muharrem 7/ Mayıs 628).
Kur’an’da Bedir’de elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir (el-Enfâl 8/8-12; krş. Âl i İmrân 3/123-127). Bedir Gazvesi, İslâm cemaatine Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmış ve Hz. Peygamber’e İslâmiyet’i tebliğ için geniş imkânlar açmıştır. Savaşı kaybeden Mekkeliler Ebû Cehil’in yerine başkanlığa Ebû Süfyan’ı getirmişler ve müslümanlardan intikam almak üzere yemin ederek bunun yollarını aramaya başlamışlardır. Bu arada hastalığı sebebiyle Bedir’e katılamayan ve yerine Âs b. Hişâm’ı gönderen Ebû Leheb, Bedir yenilgisi haberini aldıktan sonra daha da fenalaşmış ve ölmüştür. Ebû Süfyân Bedir yenilgisinden iki buçuk ay kadar sonra iki yüz kişilik bir kuvvetle Medine’ye kadar gelip şehrin dış mahallelerine saldırdı. İki müslümanı şehid edip tarlalarını ateşe verdikten sonra kaçtı. Hz. Peygamber iki yüz kişilik bir birlikle kendisini takibe çıktıysa da Ebû Süfyan ve askerleri, beraberinde getirdikleri kavrulmuş un (sevîk) torbalarını ağırlık teşkil etmesin diye yerlere atıp uzaklaşmıştı. Bu sebeple bu takip Sevîk Gazvesi olarak bilinmektedir.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sırada şehrin yarıya yakın nüfusunu Benî Kaynuka‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabilelerine mensup yahudiler teşkil ediyordu.
Yahudiler’in Arabistan yarımadasına veya daha özelde Medîne’ye ne zamandan itibaren yerleşmeye başladıkları konusunda kesin bilgi yoktur. Arap yarımadasındaki yahudilerin dışarıdan gelmiş olmayıp Yahudiliği kabul etmiş Araplar olduklarına dair görüşler de bulunmaktadır. Bununla birlikte genellikle yarımadaya dışarıdan geldikleri kabul edilmekte ancak ne zaman geldikleri konusunda farklı fikirler ileri sürülmektedir. Bazı rivâyetlere göre Babil kralı Buhtunnasr (m.ö. 605-562) tarafından Kudüs’ün işgal edilmesi ve Süleyman mabedinin yıkılmasından sonra (m.ö. 586) veya daha sonraki çeşitli saldırılarda Filistin’den çıkarılan Yahudiler Arabistan yarımadasının Hicâz, Vâdi’l-kurâ, Hayber, Teymâ, Yesrib ve Eyle gibi çeşitli bölgelerine dağılmışlardı. Bunlardan Yesrib’e gelenler başlangıçta şehrin kenar kısımlarına yerleşmişler, zamanla güçlenerek burada oturan Amâlika ve Cürhümlüler’i dışarı çıkarmışlar ve böylece şehrin hâkimiyetini ellerine geçirmişlerdir.
Milâdî II. Yüzyılda Yemen’de Seylü’l-‘arim denilen sel felaketinin yaşanması üzerine bölgeyi terkeden Kahtânîler’in Ezd koluna mensup Hârise b. Sa‘lebe b. Amr Muzaykıya, kabilesiyle birlikte Yesrib’in çevresine yerleşmiş ve onun soyundan gelen Evs ve Hazrec kabileleri zamanla Yahudilere karşı üstünlük sağlayarak şehre hâkim olmuşlardı. Evs ve Hazrec’e karşı üstünlüklerini kaybeden Yahudiler, bu iki kabile arasında çıkan anlaşmazlıklarda bazısı Evs’ın bazısı da Hazrec’in yanında yer alarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Meselâ hicretten beş yıl önce (m. 617) meydana gelen Buâs harbinde (Yevmü Buâs) Benû Kurayza ve Benû Nadir yahudileri Evs’lilerle, Benû Kaynukâ da Hazrec’lilerle ittifak kurmuş ve savaş Hazreclilerin mağlubiyetiyle sonuçlanmıştır. Öte yandan Benî Kaynukâ ile diğer Yahudi kabileleri arasında çeşitli anlaşmazlıklar ve çatışmalar da yaşanmaktaydı.
Siyasî alandaki durumun tersine Yahudi kabileleri ekonomik alanda Araplardan daha fazla söz sahibi idiler. Ziraat, ticaret, demircilik, silah yapımı, kumaş dokumacılığı ve kuyumculuk gibi meslekler Yahudilerin elinde idi. Benî Kaynukâ kuyumculuk, Benî Nadîr ziraat, Benî Kurayza da dericilik alanında meşhurdu. Yahudiler panayırlara katılarak zengin olmuşlar, faizle verdikleri borçlarını tahsil edemedikleri durumlarda borçlunun mülk ve arazilerine el koymuşlar ve bu sayede refah içinde yaşamaya başlamışlardı. Ayrıca falcılık ve kehânetle meşgul olup para kazananlar da vardı. Yahudiler Medine’de dinî eğitim ve öğretim yeri olan Beytülmidrâs’a da sahip idiler. Hz. Peygamber’in ve bazı sahabîlerin İslâm’ı tebliğ vs. sebeplerle buraya gittikleri bilinmektedir.
Medîne’nin güneybatı tarafında oturan Benî Kaynukâ Medîne’de çok sayıda bulunan ve utum adı verilen kalelerde yaşamaktaydı. Benî Kaynukâ Medîne’deki yahudi kabîleleri içerisinde cesaret ve savaşçılığıyla meşhur olup geçimini ticaretle, silah imalatı ve özellikle kuyumculukla sağlamakta idiler. Bu sebeple tarım arazileri yoktu. Medîne’de Sûk-u Benî Kaynukâ adı verilen çarşıları bulunmakta, hem yahudiler hem müslümanlar bu çarşıdan alışveriş yapmakta idiler. Bu tür faaliyetleri sebebiyle Benî Kaynukâ diğer yahudi kabîlelerine nazaran daha zengin idi.
Hz. Peygamber’in Medîne’ye hicretten sonra buradaki Arap ve Yahudi kabîleleriyle yaptığı, Medîne vesîkası/sözleşmesi denilen antlaşmaya Benî Kaynukâ yahudileri Hazrec kabîlesinin müttefiki olarak katılmışlardı. Bu antlaşmada Medîne’ye herhangi bir saldırı söz konusu olduğunda Yahudîler’in de savunmaya birlikte katılmaları, taraflardan birine yapılacak saldırının diğerine de yapılmış sayılarak ortak karşılık verilmesi, ayrıca Yahudiler’in Kureyş’le ve müslümanların diğer düşmanlarıyla herhangi bir ittifak içerisinde yer almamaları öngörülmüştü.
Hz. Peygamber’in Medine’de yahudilere karşı takındığı tavır bazı olumlu sonuçlar vermiş, Benî Kaynukâ’ya mensup âlim şahsiyetlerden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte müslüman olmuştur. Ancak Yahudiler, genel olarak yakın zamanda gelecek peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ettikleri halde bekledikleri peygamber yahudilerden gelmediği için Resûl i Ekrem’in risâletini benimsemediler. Ayrıca müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere girişiyor, zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’le alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatarak fitne uyandırmaya çalışıyor ve münafıklara cesaret veriyorlardı. Bir kısmı da İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip münafıklar arasına katıldılar. Müslümanların Bedir Gazvesi’nde sayıca az olmalarına rağmen Mekke müşrikleri karşısında başarı elde etmeleri Yahudileri rahatsız etti. Onlar çeşitli davranışlarıyla bu memnuniyetsizliklerini açığa vurdular ve taşkınlık yapmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir gün Benî Kaynukâ çarşısında Yahudiler’i toplayarak onlara kendisinin beklenen hak peygamber olduğunu belirtti ve Kureyş’in başına gelenlerden de ders alarak müslüman olmalarını istedi. Buna karşılık Yahudiler Hz. Peygamber’e harp sanatından anlamayan Kureyş’e karşı kazandığı zaferden dolayı kendisini aldatmamasını, kendileriyle harbe girmesi halinde savaşın ne olduğunu ve kendilerinin ne kadar savaşçı olduklarını göreceğini ifade etmek suretiyle küstahça bir cevap verdiler. Kısa bir süre önce meydana gelen Bedir Gazvesi’ne dikkat çekilmek suretiyle inkâr edenlerin Allah’ın yardımıyla yakın bir zaman içerisinde mağlup edileceklerini belirten âyetlerin (Âl-i İmrân 3/12-13) Benî Kaynukâ’nın bu cevabına karşılık nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.
Bu gerginlik devam ederken Benî Kaynukâ çarşısında yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu. Alışveriş için Benî Kaynukâ çarşısına giden ensârdan bir müslümanın hanımı uğradığı kuyumcu dükkanında orada bulunan Yahudilerin tacizine maruz kaldı. Kadının etraftan yardım istemesi üzerine müslümanlardan biri yardıma koştu ve kendisini tutamayarak Benî Kaynukâ’lı yahudi kuyumcuyu öldürdü. Kendisi de orada bulunan Yahudiler tarafından öldürüldü. Aynı zamanda daha önce yapılmış olan anlaşmanın artık bir öneminin kalmadığını ve bozulduğunu gösteren bu durum Hz. Peygamber’le birlikte müslümanlara çok ağır geldi. Hz. Peygamber yahudi kabîleler içerisinde ahdini bozan ilk kabîle olan Benî Kaynukâ’nın her an bir ihanet içerisinde bulunabileceğinden endişe etmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in, herhangi bir topluluğun anlaşmaya hiyanet edeceğinden korkması halinde, aynı şekilde karşılık vererek anlaşmayı bozabileceğini belirten âyet nâzil oldu (el-Enfâl 8/58).
Hz. Peygamber hicretten 20 ay sonra Şevval ayının ortasından itibaren kendi yerine Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir el-Ensârî’yi Medîne’de vekil bırakarak Benî Kaynukâ’nın bulunduğu mahalleyi kuşattı. Kendisi Zâtü’l-fudûl adı verilen zırhını giymiş, beyaz sancağı amcası Hamza b. Abdülmuttalib’e vermişti. Zilkade ayının başına kadar on beş gün devam eden kuşatma sırasında herhangi bir çatışma veya ok atma yaşanmamakla birlikte dışarı ile bağlantıları tamamen kesilerek kalelerinde mahsur kalan Benî Kaynukâ yahudileri teslim olmaya mecbur kaldılar ve serbest bırakılmaları isteğine olumsuz cevap veren Hz. Peygamber’in vereceği hükme razı oldular (Zilkâde 2/Nisan 624). Hz. Peygamber’in, esirlerden sayılarının 700 civarında olduğu nakledilen savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabîlesi reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Benî Kaynukâ’lıların Hazrec kabilesinin müttefiki olduklarını, kendisine geçmişte özellikle Buâs harbinde çok yararları dokunduğunu belirtti ve affedilmelerini istedi. Abdullah b. Übey’in münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen Rasûlullah onun kendisini rahatsız eden ısrarlı yalvarmaları karşısında öldürme kararından vazgeçti ve malları müslümanlara kalmak üzere Benî Kaynukâ yahudilerinin hepsinin Medîne’den sürgün edilmelerini emretti. Benî Kaynukâ’ya Medîne’den ayrılmaları için üç gün süre tanıyan Hz. Peygamber onların mallarını teslim almak için Muhammed b. Mesleme’yi, Medîne’den uzaklaşıncaya kadar kontrol edip düzen sağlamakla da Ubâde b. Sâmit’i görevlendirdi. Bu arada Benî Kaynukâ’nın isteği üzerine alacaklarını tahsil etmelerine müsaade edildi. Hz. Peygamber Benî Kaynukâ’ya her zaman için çeşitli işlerini görmek amacıyla Medîne’ye gelip üç gün kalabileceklerini de belirtti. Benî Kaynukâ yahudileri çok sayıda silah, silah yapımında ve kuyumculukta kullanılan malzeme bırakarak Ubâde b. Sâmit’in gözetiminde Medîne’den ayrıldılar. Vâdi’l-kurâ’da bir ay kadar kaldıktan sonra da Suriye taraflarına gidip Ezriât’a yerleştiler.
Hz. Peygamber Benî Kaynukâ’dan ele geçirilen ganimetlerden üç adet kılıç, üç mızrak, iki zırh ve iki yay ile ganimetin beşte birini (humus) aldıktan sonra kalan beşte dörtlük kısmını müslümanlar arasında paylaştırdı. Ayrıca Muhammed b. Mesleme ve Sa‘d b. Muâz’a da birer zırh hediye etti. İslâm tarihinde humusun ilk defa ne zaman uygulandığı tartışılırken bu uygulamanın ilk defa Benî Kaynukâ gazvesinde ele geçirilen ganîmetlerin taksiminde yapıldığına dair görüşler bulunmakta, ancak daha önce gerçekleşen Abdullah b. Cahş seriyyesi ve Bedir Gazvesi ganimetlerinin taksimi ile ilgili rivâyetler de dikkate alınarak daha öncekilerde mevcut gelenek doğrultusunda humus uygulandığı, ilgili âyetin (el-Enfâl 8/41) nüzûlünden sonraki ilk humus uygulamasının ise Benî Kaynukâ’da olduğu belirtilmektedir.
Münafıklar
Rasûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. İslâm’a ve Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine inanmadıkları halde kendilerini mü’min gösteren bu iki yüzlü zümrenin başını Abdullah b. Übey b. Selûl çekmekteydi. Abdullah b. Übey Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gelişme suya düşmüş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir.
Rasûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. İslâm’a ve Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine inanmadıkları halde kendilerini mü’min gösteren bu iki yüzlü zümrenin başını Abdullah b. Übey b. Selûl çekmekteydi. Abdullah b. Übey Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gelişme suya düşmüş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir. Şehirde yaşayan yahudiler ile Mekke’deki Kureyşli müşrikler de onun bu düşmanlığını tahrik ediyorlardı. Abdullah b. Übey’le birlikte diğer münafıklar, hemşehrilerine muhacirlere hiçbir şekilde destek olmamalarını tavsiye ederek onların şehirden ayrılmalarını sağlamak istiyorlardı. Münâfıklar Medine döneminde yaşanan birçok olayda her zaman fitneden yana olmuş ve müslümanların birliğini zedelemeye çalışmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in altmış üçüncü sûresi olan Münâfıkûn sûresi bu zümre ve benzer özellikler taşıyanlar hakkında nâzil olmuştur.
Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler, Müslümanlardan intikam almak için reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması hususunda baskı yapıyorlardı. Bedir Gazvesi’ne sebep olan kervanın malları Dârünnedve’de muhafaza ediliyordu ve Müslümanlara karşı kullanılmak üzere Ebû Süfyân’ın emrine verilmişti. İntikam hisleri yanında, Müslümanların, Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskınlar düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler, çevredeki dost ve akraba kabilelerden de yardım alarak topladıkları 3.000 kişilik bir orduyla Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Rasûl-i Ekrem, Cahiliye döneminin kin ve nefret duygularıyla Bedir’in intikamını almak isteyen Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak Bedir Gazvesi’ne katılmamış bazı gençler ile düşman ordusunun ekili arazi ve bahçelerini tahrip etmesine kızan Ensârdan bazılarının ısrarı üzerine 1.000 kişilik orduyla şehre 5,5 km. uzaklıktaki Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl 300 kadar adamıyla ordudan ayrılıp şehre geri döndü. Yanında kalan 700 sahabesiyle Uhud dağı eteklerine gelen Rasûlullah, Müslümanların en büyük sancağını Mus‘ab b. Umeyr’e, Evs’in sancağını Üseyd b. Hudayr’a, Hazrec kabilesinin sancağını Sa‘d b. Hubâb’a teslim etti. Arka tarafı emniyete almak için Ayneyn tepesine Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu yerleştirdi ve onlara, savaşın seyrine bakmaksızın, kendisinden bir emir gelmedikçe yerlerinden ayrılmamalarını emretti. İki ordu 7 Şevval 3 (23 Mart 625 ) Cumartesi günü karşılaştı ve Müslümanlar başlangıçta Kureyşlileri püskürtüp geri çekilmeye mecbur bıraktılar. Düşmanın bozulup kaçmaya başladığını gören okçular, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in bütün ısrarlarına rağmen yerlerinden ayrılarak ganimet peşine düştüler. Ayneyn tepesinin stratejik önemini tıpkı Rasûlullah gibi takdir eden Kureyş ordusunun süvari birliği komutanı Hâlid b. Velîd, Müslüman okçuların yerlerinden ayrıldığını görünce, savaşın kaderini değiştirecek bir hamle ile yerinde kalan birkaç okçuyu şehit ederek İslam ordusuna arkadan saldırdı. Bu hamlenin ardından savaşın seyri bir anda değişti ve başta Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş Müslüman şehit oldu. Şehitler arasında Abdullah b. Cahş, Mus‘ab b. Umeyr ve Abdullah b. Cübeyr de vardı. Rasûlullah miğferinin halkaları iki şakağına battığı için yüzünden yaralandı, alt dudağı kanadı ve dişi kırıldı. Ayrıca Rasûlullah’ın öldürüldüğüne dair yayılan yalan haberin etkisiyle çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilerek Hz. Peygamber’in; müşrikler ise Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar; iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi.
Savaşta 37 veya 22-23 kişi kayıp verdikleri rivayet edilen Kureyşliler, Bedir’in intikamını aldıklarını hissettiler; Rasûlullah’ı öldürememişlerdi ama O’nun amcası Hz. Hamza’yı şehit etmişlerdi. Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint Utbe, Bedir’de öldürülen babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe’nin intikamını almak üzere Hz. Hamza’nın ciğerini alıp çiğnemiş ve Hz. Hamza’ya attığı mızrakla şehit eden Vahşî b. Harb’e vaad ettiği ödülü vermiştir.
Uhud’da şehitlerin cesetlerinin müşrikler tarafından parçalanması, kulak ve burun gibi uzuvlarının kesilmesi (müsle) Müslümanları büyük acıya boğmuş, bazı Müslümanlar da buna karşılık olmak üzere müşrik cesetlerine aynı muameleyi yapmak istemişlerdi. Fakat bu konuda nazil olan Nahl suresinin 126. ayeti ve Hz. Peygamber’in uyarısı üzerine bu düşüncelerinden vazgeçtiler.
Hz. Peygamber Uhud şehitlerini ve Uhud’da yaşananları hayatı boyunca unutmamış, Uhud şehitlerini her yıl ziyaret etmiş, ömrünün son günlerinde de bu ziyaretini tekrarlamıştır. Uhud Gazvesi daha sonraki dönemlerde de Müslümanlar tarafından gerekli derslerin çıkarılması açısından ibretle yâd edilegelmiştir.
Uhud savaşına on civarında kadın sahabe katılmış ve askerlere su dağıtımı, yaralıların tedavisi gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber’in azatlısı Ümmü Eymen, Ümmü Umâre, Hz. Fâtıma, Hz. Âişe ve Ümmü Süleym bunlar arasındadır. Özellikle Ümmü Umâre, Müslümanların zor durumda kaldıkları sırada Hz. Peygamber’in etrafında düşmanla yalınkılıç vuruşmuş, Hz. Fâtıma da Hz. Peygamber’i yaralandığı sırada tedavi etmiştir.
Uhud Gazvesi’yle ilgili olarak şu hususu belirtmek gerekir; şayet Müslümanlar tıpkı Bedir’deki gibi Uhud’da da Kureyşlilere büyük bir darbe indirmiş olsalardı, Rasûlullah’ın esas hedefine ulaşması, Kureyş’i İslam’a kazandırması belki de çok zorlaşacak, Cahiliye zihniyetinin beslediği kin ve intikam duyguları daha canlı bir şekilde bu kabilede yaşamaya devam edecek, mesela Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı imkânlar gerçekleşmemiş olacaktı. (Uhud Gazvesi’yle ilgili olarak bazı ayetler nazil olmuştur bk. Âl-i İmrân 3/120 vd., bilhassa 139-142, 156, 165).
Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşliler’in geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek amacıyla Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi. Bu sefere, sadece bir gün önceki Uhud savaşına iştirak etmiş olanların katılmasını istedi.
Hamrâülesed Gazvesi
Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşliler’in geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek amacıyla Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi. Bu sefere, sadece bir gün önceki Uhud savaşına iştirak etmiş olanların katılmasını istedi. Uhud gazileri savaştan henüz döndükleri, yorgun ve hatta bir kısmı yaralı oldukları halde bu sefer çağrısına memnuniyetle uydular. Bu arada Uhud’a katılamayan Câbir b. Abdullah, Hz. Peygamber’e gelerek bu sefere iştirak için izin istedi. Câbir’in babası Abdullah b. Amr Uhud’da şehit düşmüştü. Câbir b. Abdullah Uhud’a katılmak istediği halde babasının, yedi (veya dokuz) kız kardeşine bakacak kimseleri olmadığı gerekçesiyle kendisini onların başında bıraktığını ve bu sebeple katılamadığını belirtince Hz. Peygamber ona özel izin verdi. Hz. Peygamber 500 kişilik bir kuvvetle, Medine’ye 8 mil uzaklıktaki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler, Medine’ye dönmekten vazgeçip Mekke’ye gittiler. Orada beş gün kalan Hz. Peygamber 17 Şevval 3 (2 Nisan 625) tarihinde Medine’ye döndü. Bazan Uhud gazvesi ile birlikte bazan da müstakil bir gazve olarak anlatılan bu seferin, İslam devletinin Uhud’da zedelenen itibarının kurtarılması amacına yönelik olduğu ifade edilmektedir. Bu gazve ile Müslümanlar, Uhud yenilgisiyle sarsılan otoritelerini yeniden pekiştirmiş, başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerine, ayrıca Medine’de bulunan Yahudi ve münafıklara karşı hâlâ güçlü oldukları, kendilerine güvendikleri mesajını vermişlerdir.
Reci’ Vakası
Uhud Gazvesi’nden birkaç ay sonra Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelip kabilelerinde İslamiyet’in yayılmaya başladığını belirterek Rasûlullah’tan kendilerine Kur’ân okumayı ve İslamiyet’i öğretecek kimseler göndermesini istediler. Hz. Peygamber’in Âsım b. Sâbit (veya Mersed b. Ebû Mersed) başkanlığında gönderdiği on kişilik heyet Mekke ile Usfân arasında Hüzeyl kabilesinin topraklarında bulunan Recî‘ suyu yanında konakladı. Bu sırada Hz. Peygamber’den irşad heyeti isteyen ve O’nun gönderdiği heyetle birlikte yol alan kabile temsilcilerinden biri Hz. Peygamber’e düşman olduklarını bildiği Benî Hüzeyl’in kolu Lihyanoğullarına giderek heyetin yerini onlara haber verdi. Hemen harekete geçen Lihyânoğulları’ndan 100 kişilik silahlı bir grup, Müslümanlara baskın düzenledi (Safer 4/Temmuz 625). Âsım b. Sâbit ve Mersed b. Ebû Mersed dahil yedi sahabe şehit edildi. Kalan üç kişiden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü; Hubeyb b. Adî ile Zeyd b. Desine ise Mekke’ye götürülerek Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını almak isteyen Kureyşlilere satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet hapiste tuttukları bu iki sahabeyi haram aylar çıktıktan sonra şehir dışındaki Ten‘im mevkiine götürdüler. Burada kalabalık bir seyirci gurubunun önünde serbest bırakılmaları karşılığında İslam’dan vazgeçmelerini istediler. Her ikisi de bu zor şartlar altında dahi İslam’a ve Hz. Peygamber’e bağlılıklarını bir kez daha ifade ederek Allah ve Peygamber yolunda ölümden korkmadıklarını gösterdiler. Bunun üzerine müşrikler tarafından işkenceyle şehit edildiler. Hubeyb b. Adî öldürülmeden önce iki rek‘at namaz kılmak için izin istemiş ve ölüm korkusuyla namazı uzattı demesinler diye mümkün olduğu kadar kısa sürede bitirmiştir. Onun bu namazı, İslam tarihi boyunca haksız yere öldürüldüklerine inanan Müslümanların uyguladığı bir gelenek olmuştur.
Recî‘ hadisesi ve sonrasındaki gelişmeler Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılandı. Bir savaş sebebi teşkil eden bu saldırı ve katliam dolayısıyla Hz. Peygamber “misillemede bulunmak” amacıyla 20’si atlı 200 kişilik bir kuvvetle Benî Lihyân kabilesi üzerine sefer düzenledi (Rebîülevvel 6/Temmuz-Ağustos 627). Ancak İslam ordusunun gelişini haber alan Lihyânoğulları dağlara çekilmiş olduklarından Hz. Peygamber iki gün onların topraklarında kaldıktan sonra geri döndü.
Recî‘ Vak‘ası’ndan kısa bir süre sonra (Safer 4/Temmuz 625) Âmir b. Sa‘saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’den İslamiyet hakkında bilgi aldı. Kendisi Müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslam’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Bunun üzerine Rasûlullah, can güvenlikleri konusunda kesin söz aldıktan sonra Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında Kur’ân’ı iyi bilen, çoğu Ensâr ve Ehl-i Suffe’den 70 (veya 40) kişilik bir grubu bu iş için görevlendirdi. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince içlerinden Harâm b. Milhân adlı sahabe Hz. Peygamber’in mektubunu Âmir b. Sa ‘saa kabilesinin reisine götürmekle görevlendirildi. Bu sırada Âmir b. Mâlik’in öldüğüne dair bir haber üzerine Harâm b. Milhân mektubu Âmir b. Mâlik’in yeğeni Âmir b. Tufeyl’e verdi ve yanındakileri İslam’a davet etti. Öteden beri Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara karşı kin besleyen Âmir b. Tufeyl, elçiyi öldürttüğü gibi Birimaûne’de bulunan İslam heyetine saldırmak üzere kabile mensuplarını kışkırttı. Ancak Âmir b. Mâlik heyettekilerin hayatlarını garanti altına aldığını ilan etmiş olduğu için halk, Âmir b. Tufeyl’in saldırı teklifine olumlu cevap vermedi. Bunun üzerine Âmir b. Tufeyl aralarında dostluk bulunan Benî Süleym kabilesinin bazı kollarına başvurdu. Onun kışkırtmasıyla civardaki kabilelerden toplanan silahlı guruplar hiçbir şeyden habersiz Bi’rimaûne’de beklemekte olan Müslümanlara saldırdılar. Ağır yaralı olduğu için öldüğü sanılıp bırakılan Ka‘b b. Zeyd en-Neccârî ile olay sırasında kafilenin develerini otlatmakta olan Münzir b. Muhammed (veya Hâris b. Sımme) ve Amr b. Ümeyye ed-Damrî hariç hepsini şehit ettiler. Münzir b. Muhammed (veya Hâris b. Sımme), arkadaşlarının başına gelenlere tahammül edemeyerek müşriklere saldırdı ve o da şehit edildi. Esir alınan Amr b. Ümeyye ise Mudar kabilesine mensup olduğunu söyleyince Âmir b. Tufeyl tarafından annesinin bir köle azat etme adağını yerine getirmek için serbest bırakıldı.
Bu çok acı hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen ve ashabına haber veren Rasûlullah, hiçbir felaket karşısında hissetmediği derecede elem duymuş ve otuz veya kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açanlara beddua etmiştir. Bi’rimaûne faciasına sebep olan Benî Âmir b. Sa‘saa’nın cezalandırılması amacıyla Hz. Peygamber, Şücâ‘ b. Vehb kumandasında yirmi dört kişilik bir kuvveti Rebîülevvel 8 (Temmuz 629) tarihinde onların üzerine gönderdi. Ani bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber kabilenin hayvanları da ele geçirildi. Bir süre sonra Benî Âmir b. Sa‘saa’dan Müslüman olan bir heyet, Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve esir alınan kadınların iade edilmelerini istedi. Şücâ‘ b. Vehb ve arkadaşlarıyla istişare eden Hz. Peygamber kadınların da İslamiyet’i kabul etmeleri üzerine serbest bıraktı.
Medine’deki üç Yahudi kabilesinden biri olan ve şehirden yarım günlük mesafede müstahkem kalelerde oturan Nadîroğulları büyük hurmalıklara sahip olup özellikle ziraatle meşgul idiler. Yahudi kabileleri içerisinde Benî Nadîr, diğer kabilelere karşı ayrı bir üstünlük kurmuştu. Bu sebeple öldürme vak‘alarında öldürülen kişi Benî Nadîrden ise tam diyet, Benî Kurayzadan ise yarım diyet ödenmekteydi. İki kabile arasında diyet konusundaki bu dengesizlik daha sonra Benî Kurayzanın müracaatı üzerine Hz. Peygamber tarafından kaldırılmış ve eşit hale getirilmiştir.
Benî Nadîr, Hicret’ten sonra düzenlenen Medine sözleşmesine Evs kabilesinin müttefiki olarak katılmıştı. Başlangıçta Müslümanlara karşı bir tavır içine girmemekle birlikte Bedir Gazvesi’nden sonra ve Benî Kaynukâ’nın şehirden sürülmesiyle açıktan düşmanlık yapmaya başladılar. Özellikle meşhur şairleri Ka‘b. Eşref, güçlü şiir kabiliyeti ve etkili hitabetiyle Hz. Peygamber’i ve ashabını hicvetmekte, ayrıca Mekke’ye kadar giderek Ebû Süfyan ve diğer müşriklerin intikam duygularını harekete geçirip onları Müslümanlara karşı kışkırtmakta, servetini de bu uğurda harcamaktaydı. Onun İslam aleyhine giderek artan bu açık faaliyet ve hakaretlerinden rahatsız olan Hz. Peygamber bu duruma bir son verilmesini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme ile birkaç arkadaşının yaptıkları bir planla Müslümanların kutsal değerlerine açıkça hakaret etmekten çekinmeyen Ka‘b b. Eşref öldürüldü (Rebîülevvel 3/Eylül 624). Benî Nadir Yahudileri, Uhud Savaşı esnasında da müşriklerin karargâhına gidip onları Müslümanlara karşı tahrik ettiler. Bunun yanında zaman zaman Müslümanlarla çatışmak istemiş ve Hz. Peygamber’e suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber kendilerini uyarıp antlaşmaya riayet etmelerini istemişse de olumlu sonuç alamamıştı.
Bi’rimaûne Faciasından sağ kurtulan Amr b. Ümeyye ed-Damrî Medine’ye dönerken yolda Benî Âmir b. Sa‘saa kabilesinden iki kişiyi, şehit arkadaşlarının intikamını almak için gece uyurlarken öldürmüştü. Ancak Amr bu iki kişinin Müslüman olup Hz. Peygamber’den eman aldıklarını bilmiyordu. Hz. Peygamber himayesine aldığı insanların öldürülmesine son derece üzüldü ve Amr’ın yanlışlıkla katlettiği iki kişinin diyetini ödeyeceğini bildirdi. Rasûl-i Ekrem, Medine sözleşmesi gereği Benî Nadîr’den de diyete ortak olmalarını istemek üzere Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte yanlarına gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin damından taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu fark eden Hz. Peygamber, beraberindekilerle birlikte oradan ayrılarak şehre döndü. Benî Nadir Yahudilerinin Kureyş’ten aldıkları teklif üzerine Hz. Peygamber’e başka suikast planları yaptıkları da nakledilmektedir. Benî Nadîr’in bu teşebbüsleriyle Medine antlaşmasını bozmuş olmaları neticesinde Hz. Peygamber haber göndererek on gün içinde şehri terk etmelerini istedi. Nadîroğulları, Medine’yi terk etmek üzere hazırlıklara başlamışken Abdullah b. Übey kendilerine yardımcı olacağını söyleyerek onları vazgeçirdi. Bunun üzerine Rasûlullah onları muhasara ederek antlaşmaya davet etti (Rebîülevvel 4/Ağustos 625). Önceleri direnmeye karar veren Yahudiler on beş gün süren kuşatmadan sonra götürebilecekleri mallarıyla birlikte kadın ve çocuklarını da yanlarına alarak 600 deve yükü ile kafile halinde Medine’yi terk etmeye razı oldular. Bir kısmı Hayber’e bir kısmı da Suriye’ye gidip Ezriât’a yerleşti.
Huzâa kabilesinin bir kolu olan Benî Mustalik, Mekke-Medine yolu üzerindeki Kudeyd bölgesinde, Mekke ile Medine arasında önemli bir liman şehri olan Râbiğ civarında ve Usfân ile Râhatüferva’da oturuyorlardı. Genel olarak bakıldığında Huzâa kabilesi İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı müsbet bir tavır takınmış olmakla birlikte Benî Mustalik kolu, Müslümanların savaş halinde bulunduğu Kureyş’in yanında yer almakta ve fırsat buldukça düşmanca tavırlarını ortaya koymaktaydı. Kureyşlilerin bütün müttefiklerini harekete geçirerek Hendek Gazvesi için hazırlık yaptığı sıralarda Mustalikoğulları reisi Hâris b. Ebû Dırâr, kabileye ait Müreysî‘ suyunun başında karargahını kurup çevredeki kabileleri de kışkırtarak Medine’ye saldırmak üzere asker toplamaya başlamıştı. Hz. Peygamber istihbarat için bölgeye Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi gönderdi. Büreyd, Mustalikoğullarının hazırlıkları hakkındaki haberin doğru olduğunu gördü ve gerekli bilgileri edinerek geri döndü. Rasûl-i Ekrem, 2 Şâban 5 (27 Aralık 626) tarihinde otuzu süvari olmak üzere 700 kişilik bir orduyla sefere çıktı. O’nun büyük bir kuvvetle yaklaştığını öğrenen bazı kabileler, düşman saflarından ayrılıp gittiler. İslam ordusu Müreysî‘ suyunun yanına gelince kabile mensupları Müslüman olmaya davet edildi. Onların bu davete ok atmak suretiyle karşılık vermesi üzerine başlayan savaş, Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Müşriklerden on kişi öldürüldü; geri kalan 600 veya 700 kişi esir alındı. Arasında 2.000 deve ve 5.000 koyunun da bulunduğu bol miktarda ganimet ele geçirildi. Bu sefer esnasında Müslümanların, düşman sanılarak yanlışlıkla öldürülen Hişâm b. Subâbe el-Kelbî’den başka kayıpları olmadı. Hz. Peygamber zaferden sonra esir ve ganimetleri Müslümanlar arasında paylaştırdı. Önemine binaen Ebû Neml et-Tâî’yi, zafer müjdesini vermesi için Medine’ye gönderdi ve kendisi de 1 Ramazan 5 (24 Ocak 627) tarihinde Medine’ye döndü. Meydana geldiği yere nispetle Müreysî Gazvesi olarak da bilinen Benî Mustalik Gazvesi’nin Hendek Gazvesi’den sonra vuku bulmuş olabileceği de ileri sürülmektedir.
Benî Mustalik’ten alınan esirler arasında kabilenin lideri Hâris b. Ebû Dırâr’ın kızı Cüveyriye de bulunmaktaydı. Müslümanlığı kabul etmesi üzerine Hz. Peygamber, Cüveyriye’yi azad etti ve onunla evlendi. Bu evlilik, savaşın doğurduğu düşmanlığı hafifletti. Evlilik dolayısıyla Mustalikoğullarının Hz. Peygamber’in hısımları durumuna geldiğini gören Müslümanlar kendi paylarına düşen bütün esirleri serbest bıraktılar. Müslümanların bu davranışı karşısında Benî Mustalik kabilesinin hemen tamamı Müslüman oldu; kabilenin reisi Hâris b. Ebû Dırâr Hz. Peygamber’in yanına gelerek İslam’ı kabul etti.
Bu savaşa Abdullah b. Übey b. Selûl gibi çok sayıda münafık da katılmıştı. Sefer dönüşü Muhacirler ile Ensâr arasında su kuyusu yüzünden başlayan bir gerginlik yaşanmış, münafıkların da devreye girmesiyle fitne büyümeye yüz tutmuştu. Durumu gören Hz. Peygamber, hemen hareket emri vererek orduyu gece gündüz demeden ertesi gün öğle vaktine kadar durmadan yürüyüşe mecbur etmiş, bu kadar uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra askerler mola yerine varınca hiçbir söz söylemeye ve sohbet yapmaya imkân elde etmeden yorgunluklarını çıkarmak için uyumuşlardı. Böylece bir gün önce ortaya çıkan gerginlik ortadan kalkmış oldu. Münâfikûn suresinin bu olaylar üzerine nazil olduğu rivayet edilmektedir. Münafıklar Medine’ye dönüldükten sonra da boş durmamış ve tarihe “İfk Hadisesi” olarak geçen Hz. Âişe’ye iftira olayında fitnenin başını çekmişlerdir.
İFK HADİSESİ
Hz. Peygamber, Benî Mustalik gazvesi için Medine’den ayrılırken yanına hanımı Hz. Âişe’yi de almıştı. Gazve dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket hazırlıklarına başlandığı sırada ihtiyacını gidermek için ordugâhtan uzaklaşan Âişe geri dönerken ablasından veya annesinden hatıra olan Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığını düşürdüğünü fark ederek aramaya koyuldu. Ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar vakit kaybetmiş oldu. Konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini gördü ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî, görevi gereği kamp yerini kontrol edince orada bekleyen Hz. Âişe ile karşılaştı ve onu devesine bindirip orduya yetiştirdi. Fakat kendisi yaya olduğu için, hızlı yürümekle birlikte kafileye ancak kuşluk vakti ulaşabildi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu sıradan olay, münafıkların reisi Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden huzursuzluklara yol açan önemli bir mesele halini aldı ve dedikodu şehirde kulaktan kulağa yayıldı. Öyle ki, bazı Müslümanlar da bu fitne tuzağına düştüler. Sefer dönüşü rahatsızlandığı için bir ay kadar yatan Hz. Âişe, aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenmiş ve üzüntüsünden tekrar hastalanınca Hz. Peygamber’in kendisine önceki hastalıklarında olduğu kadar ilgi göstermediğini de dikkate alarak O’ndan izin alıp babası Hz. Ebû Bekir’in yanına gitmişti. Hz. Âişe ile birlikte başta Rasûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir olmak üzere ailesi çok üzüntülü ve sıkıntılı günler geçirdi. Kendisinden nakledildiğine göre Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in tutum ve davranışlarından O’nun da dedikodulara inandığı izlenimi edinmiş ve kendisini aklamak üzere ne söylese şüphe ile karşılanacağı düşüncesiyle artık oğlu Yûsuf’un başına gelenler karşısında sabreden Hz. Ya‘kub gibi (bk. Yûsuf suresi 12/18) Allah’tan yardım dilemekten başka çaresi kalmadığını ifade etmiştir. Bir süre sonra nazil olan ve Nûr suresinin 11. ayetinden itibaren başlayıp devam eden ilahî beyan bu dedikoduların çirkin bir iftiradan (ifk) ibaret olduğunu, bu iftirayı ortaya atanların büyük bir azaba maruz bırakılacağını haber vermiş ve Müslümanların bu tür konularda basiretli davranıp dedikodulara alet olmamaları gerektiğini vurgulamıştır (en-Nûr 24/11-19). Hz. Âişe’nin masum olduğunu ilân edip onu aklayan Nûr suresinin ilgili ayetlerini Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’de Müslümanlara okudu. Ardından bu çirkin iftiraya karışıp yayılmasına katkıda bulunan sahabelerden Hassân b. Sâbit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş’ı Nûr suresinin 4. ayetine göre cezaya mahkûm etti. Rivayete göre meşhur şair Hassân b. Sâbit, iftiranın diğer kurbanı Safvan b. Muattal ile aralarında eskiye dayanan bir husûmet bulunduğu için; Mistâh b. Üsâse, akrabası Hz. Ebû Bekir’den sürekli yardım almış olmanın ezikliğiyle; Hamne bint Cahş da Rasûlullah nezdinde Hz. Âişe’nin itibarını düşürüp kız kardeşi Zeyneb’in konumunu güçlendirmek için bu fitneye karışmışlardır. Hz. Âişe kendisini fazlasıyla üzüp günlerce ağlatan iftira hadisesinin sonuç itibariyle hakkında hayırlı olduğunu anlamış ve şahsı vesilesiyle on ayetin birden inmesini ömrünün sonuna kadar hayatının en şerefli hadisesi olarak kabul etmiştir.
Kureyşlilerin Medine’ye karşı son saldırı hareketi olan Hendek Gazvesi, düşmanın hücumundan korunmak için Medine’nin etrafına hendek kazılması sebebiyle bu adla anılmıştır. Bu gazveye, düşman güçleri Kureyş’ten başka Gatafan, Fezâre, Süleym, Kinâne ve Sakîf gibi çeşitli Arap kabileleri ile Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza Yahudilerinin ittifakıyla oluştuğu için “Ahzâb” (“gruplar, zümreler”) Gazvesi de denilmiştir. Hem siyasi hem de strateji ve taktik bakımından diğer savaşlardan farklılık arzeden bu gazve tek veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasında bulunan bütün düşman guruplarına karşı yapılan bir savunma savaşı olmuştur. Bu savaş, Müslümanlara düşmanlık eden ve onlara karşı tek başına başarılı olamayacaklarını anlayan Yahudiler ile Kureyş ve diğer Arap kabilelerini bir araya getirmiş olması bakımından da önemlidir.
Daha önce Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’in Huyey b. Ahtab ve Sellâm b. Ebü’l-Hukayk gibi ileri gelenleri Mekke’ye giderek Kureyş liderleriyle görüştüler ve onları Müslümanlar aleyhine kışkırttılar. Buna hazır olan Mekkeliler kendi müttefikleri olan çevredeki kabilelerin de katılımıyla büyük bir ordu oluşturdular. Durumdan haberdar olan Rasûlullah, ashabıyla yaptığı istişare sonucunda Selmân i Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin, süvari birliklerinin hücumuna açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Hz. Peygamber’in de bizzat çalıştığı ve Müslümanların özverili gayretleriyle birkaç hafta içinde tamamlanan hendek, Muhammed Hamidullah’ın tespitlerine göre yaklaşık 5,5 km. uzunluğunda olup genişliği 9 m., derinliği ise 4,5 m. kadardı.
Hendek kazımı sona erdiği sırada genel kumandanlığını Ebû Süfyân b. Harb’ın yaptığı, sayıları 10.000’e (veya 12.000) ulaşan düşman kuvvetleri Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud savaşının yapıldığı alanda kurdu. Müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3.000 kadardı ve Muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, Ensârınki ise Sa‘d b. Ubâde idi. Düşman askerinin sayıca üstünlüğünü göz önüne alan Hz. Peygamber, kan dökülmesini de istemediği için bir meydan savaşı yapılmasını doğru bulmadı. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti, ordunun arkası dağa, ön tarafı da hendeğe bakacak şekilde Sel’ dağının eteklerine karargâhını kurdu. Hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Onun Kureyş’e karşı uyguladığı strateji, Müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayısıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslam dininin ve Medine’deki yeni oluşumun varlığını kendilerine benimsetmekti.
Medine çevresine gelen Kureyşliler bir savunma aracı olarak Arabistan’da bilinmeyen hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Kuşatma sırasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslam ordusu bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşe hücuma geçiyorlar, bu birliklere Ebû Süfyân, Hübeyre b. Ebû Vehb, İkrime b. Ebû Cehil, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Hattâb, Hâlid b. Velîd ve Amr b. Âs gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyordu. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş ancak ashabın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bir ara Kureyş süvarilerinden birkaçı hendeğin dar bir yerinden İslam ordusunun bulunduğu tarafa geçtiler. Bunlardan biri Araplar arasında cesaret ve kahramanlığıyla bilinen Amr b. Abdüved idi. Amr b. Abdüved, mübâreze (teke tek mücadele) için bir savaşçı istedi. Karşısına henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali çıktı. Rasûl-i Ekrem, Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenlerden Nevfel b. Abdullah hendeğe düşerek öldü; diğerleri de geri çekilmek zorunda kaldılar.
Yirmi gün kadar süren kuşatma sırasında bazı küçük çatışmalar olduysa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Müşrikler kısa sürecek bir savaş için hazırlık yapmış olduğundan hem savaşçıların hem de binek hayvanlarının yiyecek kaynakları tükenmişti. Bu arada Hayber Yahudilerinin gönderdiği yirmi deve yükü yiyecek maddesi ve hayvan yemi Müslümanların eline geçti. Ayrıca hava iyice soğuduğundan Mekkeliler zor durumda kalmış, şiddetli bir fırtınada çadırları alt üst olunca paniğe kapılmışlardı. O sıralarda Şevval ayının sonuna gelinmişti; haram aylardan Zilkade girmek üzereydi ve hac mevsimi başlayacaktı. Bütün bu şartlar altında Ebû Süfyân sonuç alınamayacağını anlayıp Mekke’ye dönmek üzere kuşatmayı kaldırdı (Zilkade 5/Nisan 627).
İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı Müslüman şehit oldu; buna karşılık sekiz düşman askeri öldürüldü. Müslümanlar, Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara maruz kalmış, kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiçbir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında bir gün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin topluca kılmak zorunda kalması O’nun ve ashabının ne kadar zor şartlar altında mücadele verdiklerini açıkça göstermektedir. Bu savaşa adını veren Ahzâb suresinde, Müslümanların müttefik ordular karşısında kapıldıkları korkudan bahsedilerek bunun bir iman sınavı olduğu belirtilmiş, Allah’ın Müslümanları görünmeyen ordularla desteklediği ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/9-12, 25).
Hendek Gazvesi ile müşriklerin Hz. Peygamber’i ve Müslümanları ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Düşmanın başarısızlığında Hz. Peygamber’in Yahudiler ile onların müttefiği olan Arap kabilelerinin arasını açmak üzere uyguladığı siyaset ve diplomasinin yanında derin bir istihbarat çalışması yapmasının da önemli rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in savaş sırasında düşman ittifakını bozmak için başvurduğu tedbirlerden biri, Nu‘aym b. Mes‘ûd’la ilgilidir. Benî Eşca‘ kabilesinin reisi olan Nu‘aym yeni Müslüman olmuş ancak bunu henüz kimse duymamıştı. Nu‘aym, Hz. Peygamber’in isteği üzerine ayrı ayrı Benî Kurayza ve Kureyş’e giderek onları birbirleri aleyhine kışkırttı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilaf, Benî Kurayza Yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu.
Bu savaştan sonra Hz. Peygamber savaş stratejisini gözden geçirdi. Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan erken davranıp hücum etmenin önemli olduğu görüldü. Bu doğrultuda Benî Kurayza üzerine sefer düzenlendi.
Benî Kurayza Gazvesi
Benî Kurayza, Medîne’nin güneydoğu tarafına doğru uzanan ovalık bölgede utum adı verilen kalelerde yaşamaktaydı. Geçimini tarım ve ticaretle sağlayan kabilenin, Benî Nadir’le de akrabalık bağı bulunmaktaydı. Benî Kurayza, Benî Nadir ile birlikte Evs kabilesinin müttefiki olup Medine sözleşmesine de Evs kabilesinin müttefiki olarak katılmışlardı.
Anlaşmalarına sadık kalmadıkları ve Hz. Peygamber’e ihanet ettikleri gerekçesiyle Benî Kaynukâ ve Benî Nadîr’in sürgün edilmesinden sonra Medîne’de Benî Kurayza Yahudileri kalmıştı. Medine sözleşmesine göre Benî Kurayza’nın şehrin savunmasına katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi sırasında bu şartı ihlal etmiş ve sürgünden sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’in reisi Huyey b. Ahtab’ın etkisiyle onlarla ittifak kurmuştu. Halbuki Hz. Peygamber, kendileriyle anlaşmalı oldukları için Hendek Gazvesi sırasında Benî Kurayza’nın ikamet ettiği tarafa hendek kazdırmamış, ayrıca hendek kazımında kullanılmak üzere kazma, kürek gibi malzemelerin bir kısmı Benî Kurayza’dan temin edilmişti.
Benî Kurayza’nın ihanetine uğrayan Hz. Peygamber, onların Medine’ye ani bir baskın düzenleme ihtimaline karşı gözdağı vermek amacıyla Seleme b. Eslem el-Eşhelî komutasında 200 ve Zeyd b. Hârise komutasında 300 kişiden oluşan birlikler gönderdi. Hendek Gazvesi’nin en kritik anında Benî Kurayza’nın ihanet etmesi Müslümanları zor durumda bırakmıştı. Bu sırada Gatafan kabilesinin ileri gelenlerinden Nu’aym b. Mes‘ûd’un Müslüman olup Hz. Peygamber’in isteği doğrultusunda Benî Kurayza ve müttefiklerini birbirine düşürmesi ve Hendek Gazvesi’nin sona ermesiyle tehlike atlatılmış oldu.
Kaynaklarda yer alan rivayetlere göre Hz. Peygamber Hendek Gazvesi’nden sonra evine döndüğünde öğle vakti gelen vahiy üzerine Bilâl-i Habeşî’yi çağırarak ashabına ikindi namazını Benî Kurayza topraklarında kılmalarını duyurmasını emretti. Ardından zırhını giyip silahlarını kuşanarak atına bindi. Sancağı Hz. Ali’ye vererek öncü birliklerle gönderdi. Kendisi de Medine’de Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakıp etrafında süvari ve piyade birlikleri olduğu halde sefere çıktı (23 Zilkâde 5/15 Nisan 627).
Muhtelif zamanlarda hareket eden birliklerden bir kısmı yolda ilerlerken ikindi namazı vaktinin girmesi üzerine namazın Benî Kurayza topraklarına varmadan kılınıp kılınmayacağı ve bunun Hz. Peygamber’in emrine muhalefet olup olmayacağı hususunda ihtilafa düştüler. İkindi namazını bir kısmı yolda vaktinde kılarken bir kısmı da yatsı namazına doğru Benî Kurayza topraklarına ulaşıp orada kıldı. Durum Hz. Peygamber’e arzedilince onun herhangi bir tarafı tenkit etmediği görüldü ve böylece her iki türlü davranışın da uygun olduğu anlaşıldı.
Hz. Peygamber’den önce Benî Kurayza kaleleri önüne varmış olan Hz. Ali burada Yahudilerin Hz. Peygamber ve hanımları hakkında çok kötü sözler söylediklerini duydu. Bunları duyup üzüleceğini düşündüğü için Hz. Peygamber’den, onların bulunduğu yere yaklaşmamasını istedi. Rasûlullah, Hz. Musa’nın daha ağır durumlarla karşılaştığını hatırlattı ve kendisini görmeleri halinde Benî Kurayza’nın hiçbir şey söyleyemeyeceğini ifade ederek onların kalelerine kadar ilerledi. Hz. Peygamber buradan Yahudi ileri gelenlerine teker teker seslenerek onları Müslüman olmaya davet etti. Olumsuz cevap vermeleri üzerine Allah ve Rasûlünün emrine boyun eğip kalelerinden inmelerini ve teslim olmalarını istedi. Bu teklifi de kabul edilmeyince çatışma başlamış oldu. Benî Kurayza on beş veya yirmi beş gün boyunca kuşatıldı ve bu arada karşılıklı olarak şiddetli ok ve taş atışları yaşandı. Müslümanlar 3000 savaşçı ve 36 süvariden oluşurken Benî Kurayza savaşçıları, reisleri Ka‘b b. Esed ve müttefiki Huyey b. Ahtab komutasında 600-700 civarında idiler. Benî Kurayza’dan savaşanların sayısı hususunda 400, 800 ve 900 sayıları da zikredilmektedir. Bu arada münafıklar Benî Kurayza’ya giderek onları Müslümanlara teslim olmamaya çağırıyor, direnmeye devam etmeleri halinde kendilerine yardımda bulunacaklarına söz veriyorlardı. Kuşatma dolayısıyla çaresiz kalan ve münafıkların vaadettiği yardımın gelmediğini gören Yahudiler, Hz. Peygamber’le müzakerelerde bulunmaya karar verdiler. Benî Nadîr’in şartlarını, yani mal ve silahlarını bırakıp birer deve yükü eşya ile Medine’den ayrılmayı önerdiler. İki yıl önce müsamaha gösterip Medine’den ayrılmak üzere serbest bıraktığı Benî Nadîr’in Hendek Gazvesi sırasında kendisine karşı düşman saflarında yer aldığını görmüş olan Hz. Peygamber bu teklifi kabul etmedi ve onların sadece kayıtsız şartsız teslim olabileceklerini söyledi. Benî Kurayza, Hz. Peygamber’den kendilerinin müttefiki olan Evs kabilesine mensup Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir’i bazı konuları görüşmek üzere yanlarına göndermesini istediler. Ebû Lübâbe’den kendilerini bu durumdan kurtarmasını isteyen Yahudiler, görüşme sırasında Hz. Peygamber’in kendilerine ne yapacağını sordular. Ebû Lübâbe, eliyle boğazını işaret ederek öldürüleceklerini ima etti. Ancak kısa bir süre sonra bu şekilde davranmakla Allah’a ve Rasûlüne ihanet ettiğini düşündü ve çok pişman oldu. Mescid-i Nebevî’ye giderek kendisini direğe bağladı ve Allah tarafından affedilip ipleri bizzat Hz. Peygamber tarafından çözülünceye kadar zaruri ihtiyaçlarını karşılama amacı dışında günlerce direğe bağlı kaldı. Tevbesi kabul edilen (el-Enfâl 8/27 veya et-Tevbe 9/102) Ebû Lübâbe bundan dolayı duyduğu sevinçle mallarının tamamını sadaka olarak dağıtmak istemiş ancak Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine üçte birini infak etmiştir.
Muhasara dolayısıyla çaresiz kalan Benî Kurayza, Hz. Peygamber’in vereceği hükme razı olarak kalelerinden indiler ve teslim oldular. Bu arada daha önce Hazrec kabilesinden Abdullah b. Übey b. Selûl’ün, müttefik Benî Kaynukâ Yahudileri için aracı olup onları ölüm cezasından kurtardığını dikkate alarak Evs’liler de Hz. Peygamber’e gelip ondan müttefikleri Benî Kurayza’ya iyi davranılmasını istediler. Bunun üzerine Benî Kurayza hakkında hüküm vermek üzere onların teklifiyle Evs kabilesinden Sa‘d b. Mu‘âz’ın hakem olarak tayin edilmesi kararlaştırıldı. Hendek Gazvesi sırasında yaralandığı için Medine’de bir çadırda tedavi görmekte olan Sa‘d b. Mu‘âz, Hz. Peygamber’in bulunduğu yere getirilirken Evsliler ona sürekli müttefik Benî Kurayza lehine hüküm vermesini telkin etmekte idiler. Sa‘d kendisinin vereceği hükme razı olacaklarına dair hem Evsliler ve Benî Kurayza’dan hem de Hz. Peygamber’den söz aldıktan sonra kararını açıkladı. Savaşabilecek yaşta bulunan erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, mallar Müslümanlar arasında taksim edilecekti. Hz. Peygamber Sa‘d’ın Allah’ın hükmüyle hükmettiğini belirtti ve isabet ettiğini söyleyerek tasdik etti. Nitekim Sa‘d’ın bu kararının Tevrat’a (Tesniye, XX/10-15) uygun olduğu, Kur’ân’da da (el-Mâide 5/33-34) Allah ve Rasûlüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara verilecek cezalar arasında böyle bir hükmün bulunduğu görülmektedir.
Benî Kurayza esirleri belirli yerlerde bekletilirken ele geçirilen ganimetler de bir araya toplandı. Benî Kurayza’dan ganimet olarak 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak ve 1500 kalkan ele geçirildiği nakledilmektedir Daha sonra hendekler kazılarak ölüme mahkum edilenlerin cezaları infaz edildi. Kadınlardan sadece, Benî Kurayzalı kocasının isteği üzerine bir değirmen taşı yuvarlayarak sahabelerden Hallâd b. Süveyd’in ölümüne sebebiyet veren Benî Nadîr’e mensup Nübâte isimli kadın öldürülmüştür. Hz. Peygamber’in emri üzerine Benî Kurayza’dan ölüm cezası verilenlerin Tevrat okumalarına müsaade edilmiş, kendilerine yiyecek ve içecek verilip ölüm cezasının serin ortamda uygulanmasına dikkat edilmiştir.
Sayıları 1000 civarında olduğu kaydedilen esir kadın ve çocuklardan bir kısmı serbest bırakıldı. Bir kısmı sahabelere verildi; bir kısmı da satılarak geliri cihad için at ve silah alımında kullanıldı. Bu arada Hz. Peygamber henüz bulüğ çağına ermemiş çocukların annelerinden ayrılmamasını, öksüzlerin de müşriklere veya Yahudilere değil, sadece Müslümanlara satılmasını istedi. Ganimetten humus ayrıldıktan sonra kalan beşte dörtlük kısmı savaşanlara dağıtıldı. Benî Kurayza’ya ait topraklar ve hurmalıklar bölüştürüldü. Ganimet mallarından piyadelere bir hisse, süvarilere de ikişer hisse verildi. Hz. Peygamber, gazveye katılmış olan kadınlara da bazı hediyeler verdi. Değirmen taşıyla şehit edilen Hallâd b. Süveyd ile muhasara sırasında eceliyle ölen Ebû Sinân b. Mıhsan’a birer hisse ayrıldı.
Benî Kurayza Gazvesi’nde kuşatma sırasında birkaç kişi Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber esirler arasında bulunan Reyhâne bint Zeyd b. Amr’la onun Müslümanlığı kabul etmesinden sonra evlenmiştir. Ahzâb suresinin 26-27. ayetlerinin Benî Kurayza Gazvesi’ne işaret ettiği kabul edilmektedir.
Hudeybiye Antlaşması
Hz. Peygamber ve Muhacirler, dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacıyla beş yıl önce terk ettikleri vatanlarını çok özlüyor, çeşitli ayetlerde de vurgulandığı gibi tevhide dayalı ilahi dinin yeryüzündeki mabedi olan Kâbe’yi ziyaret etme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Nihayet Rasûl i Ekrem rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke-i Mükerreme’ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya karar verdi; ashabına da umre için hazırlanmalarını emretti. Abdullah b. Ümmü Mektûm’u namaz kıldırmak, Nümeyle b. Abdullah el-Leysî’yi de şehri idare etmek üzere vekil bırakıp Zilkade 6 (Mart 628) tarihinde 1400-1500 sahabe ile birlikte Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Müslümanlar umreye niyet edip ihramlarını giymiş ve yanlarına yetmiş adet kurbanlık deve almışlardı; barışçı amaç taşıdıkları için de yanlarında savaş teçhizatı olmaksızın yolcu kılıcı bulunduruyorlardı. Hz. Peygamber ve beraberindekiler Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Müslümanların geldiğinden haberdar olan Kureyşliler, niyetlerinin savaş değil Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildikleri halde kendilerine engel olmak maksadıyla Hâlid b. Velîd’in kumandası altında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de geliş amacını anlatmak üzere Kureyşliler’e Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Ancak elçi çok kötü bir şekilde karşılandı; hatta öldürülmek istendi. Bunun üzerine Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Kureyşliler arasında birçok akrabası bulunan Hz. Osman’ı elçi olarak gönderdi. Mekke’de Ebân b. Saîd b. Âs’ın himayesine giren Osman, amaçlarının savaşmak değil, sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler Osman’a, Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Osman “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf etmem” diyerek bu teklifi reddedince onu tutukladılar. Bu gelişme, Rasûlullah’a, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Habere son derece üzülen Rasûl-i Ekrem, müşriklerle kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair ashabından biat aldı. Bu biata Fetih suresinde belirtildiği üzere (el-Fetih 48/18) Allah’ın razı olduğu biat anlamında Bey‘atürrıdvan, “semure” denilen bir çeşit çöl ağacının altında yapıldığı için Bey‘atü’ş-şecere, biat eden sahabelere de Ashâbü’ş-şecere (Ağaç altında biat edenler) adı verilmiştir. Kureyşliler, Müslümanların Hz. Muhammed (sav)’e bağlılıklarını ve onun emriyle ölümü göze alacaklarını ortaya koyan kararlılıklarını öğrenince telaşa kapıldılar. Önce Hz. Osman’ı serbest bıraktılar, sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti barış yapmak üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra Hz. Ali’nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b. Amr tarafından imzalandı. Antlaşmaya Müslümanlardan Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muhammed b. Mesleme, müşriklerden de Süheyl b. Amr’a refakat eden Mikrez b. Hafs ile Huveytıb b. Abdüluzza şahitlik ettiler. Kureyş’in birçok isteğinin kabul edildiği söz konusu antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeksizin geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde üç gün kalabileceklerdi. Mekkeli biri Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den Mekke’ye kaçanlarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak, her iki taraf da hâkimiyeti altındaki toprakları ticaret kervanlarının geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı. Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen bu antlaşmaya Hz. Ömer başta olmak üzere sahabeler tepki göstermekle birlikte Rasûlullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes bağlılığını bildirdi. Hudeybiye’de on iki veya yirmi gün kalan Hz. Peygamber ve ashabı, antlaşmanın imzalanmasından sonra umre niyetiyle geldikleri için kurbanlarını keserek ihramdan çıktılar ve Medine’ye döndüler.
Hz. Peygamber “ahde vefa” gereği antlaşma şartlarına uymaya özen göstermiştir. Mesela, Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurulmuştu ve birkaç yıldır hapiste tutuluyordu. Hudeybiye’de müzakereler tamamlanıp yazılı metin imzaya hazır hale getirildiği sırada Mekke’den kaçarak zincirleri sürüye sürüye Hudeybiye’ye geldi ve Müslümanlara sığındı. Süheyl b. Amr’ın iade isteğine karşılık Hz. Peygamber henüz antlaşmanın imzalanmadığını ileri sürdüyse de Suheyl, oğlu iade edilmediği takdirde antlaşmayı imzalamayacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i iade etmek zorunda kaldı. Oğluna işkence etmeyeceğine söz verdiği halde Süheyl’in, Müslümanların gözü önünde Ebû Cendel’i sürükleyerek götürmeye başlaması Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara çok ağır geldi. Bu üzücü olay hafızalarda “Yevmü Ebî Cendel” (Ebû Cendel günü) adıyla acı bir hatıra olarak kaldı. Öte yandan Hz. Peygamber aynı günlerde kendisine sığınan iki kadını antlaşmada sadece erkek mültecilerden söz edildiğini belirterek geri vermemiş ve Kureyş de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Hz. Peygamber, Medine’ye döndükten sonra Müslüman olduğu için Mekke’de müşrikler tarafından tutuklu bulunan Ebû Basîr kaçarak Medine’ye geldi ve Müslümanlara sığındı. Kureyşliler iki muhafız göndererek antlaşma gereğince Ebû Basîr’in iadesi talebinde bulundular. Ebû Basîr düşmana teslim edilmemesi için direndiyse de Hz. Peygamber iade etmek zorunda olduğunu belirtti ve Allah’ın kendisine ve onun durumundaki çaresiz Müslümanlara bir çıkış yolu göstereceğini söyleyerek sabır tavsiye etti. Ebû Basîr yolda muhafızlardan kurtulmayı başararak Medine’ye döndü; ancak tekrar Kureyş’e teslim edileceğinden korktuğu için buradan ayrılarak Mekke-Suriye ticaret yolu üzerindeki Îs veya Sîfülbahr mevkiine yerleşti. Başta Ebu Cendel olmak üzere kendisi gibi Mekke’den kaçıp antlaşma uyarınca Medine’ye giremeyen yeni Müslümanlar da ona katıldılar. Zamanla sayıları yetmişe veya üç yüze ulaşan bu Müslümanlar Kureyş’e ait ticaret kervanlarını tehdit etmeye başladılar. Bunun üzerine Kureyş, İslamiyeti kabul ederek Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edilmesi şartının kaldırılmasını istedi. Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarına mektup göndererek Medine’ye gelmelerini emretti. Ancak mektup ulaştığında Ebû Basîr ölüm döşeğindeydi, az sonra da vefat etti. Ebû Cendel ve arkadaşları Ebû Basîr’ı bulundukları yerde defnettiler ve kabrinin yanına bir mescid yaptılar. Daha sonra da Medine’ye gittiler.
Hudeybiye Antlaşması İslam tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Hz. Peygamber’in hedefi Hendek Gazvesi’nde Medine’yi muhasara eden düşman ittifakını parçalamaktı. Nitekim bu antlaşma ile Kureyş’in Hayber Yahudileri ve Gatafân kabilesine karşı tarafsızlığı sağlanmış, Hudeybiye dönüşünde Hayber üzerine yürüme imkânı elde edilmiştir. Diğer taraftan Kureyş’in Müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona ermiş, o güne kadar Müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan Kureyşli müşrikler bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmiş oldular. Bu sonuç hem müşrik kabilelerin hem de Müslüman olan kabilelerin Hz. Peygamber’le temas kurmalarını kolaylaştırmış, İslam davetinin kendilerine kolayca ulaşmasını sağlamıştır. Nitekim İslamiyet bu tarihten sonra Arap yarımadasında hızla yayıldı; öyle ki Hudeybiye antlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, önceki on sekiz yıl içinde ulaşılan sayıyı aştı. Ayrıca çevre ülkelerin devlet başkanlarına İslamiyet’e davet mektupları göndermek mümkün hale geldi. Önceleri benimsenmeyen Hudeybiye Antlaşması aslında Hz. Peygamber’in Kur’ân ile de teyid edilen en büyük siyasi zaferi idi. Bu münasebetle nazil olan, Kur’ân ı Kerîm’in 48. suresi “el-Feth” adını almış ve sözü edilen antlaşma “feth-i mübîn” (apaçık bir fetih) ve “nasr-ı azîz” (şanlı bir zafer) diye nitelendirilmiştir (el-Feth 48/1, 3). Rasûl-i Ekrem bir yıl sonra Mekke’ye gelip ashabıyla birlikte umresini kazâ etmiş, bu umreye Umretü’l-kazâ adı verilmiştir.
Hz. Peygamber Hudeybiye’den döndükten hemen sonra kâtiplerine yazdırdığı altı adet davet mektubunu elçileri aracılığıyla dönemin ileri gelen devlet başkanlarına gönderdi (Muharrem 7/Mayıs 628). Elçilerin, gidecekleri bölgeyi ve insanlarını tanıyan, fizikî ve ahlaki güzelliklere sahip, hitabet ve temsil açısından yetenekli olmalarına özen gösterdi. Rasûlullah diplomatik geleneği dikkate alarak ilk defa “Muhammed Rasûlullah” (Allah’ın elçisi Muhammed) yazılı bir mühür yaptırmış ve mektuplar bununla mühürlenmişti.
Mektuplardan ikisi dönemin iki büyük devleti ve süper gücü sayılan Bizans ve Sâsânî imparatorlarına gönderildi. İslam’ın doğuşu yıllarında Ortadoğu, dönemin bu iki süper gücünün birkaç asırdır devam eden mücadelesine sahne olmaktaydı. Sâsânîler 614 yılında Kudüs’ü zaptederek Hıristiyanlar için son derece önemli olan Kutsal Haç’ı alıp başkent Medâin’e (Ktesiphon) götürmüş, 619’da Mısır’ı işgal ettikten sonra 626’da Anadolu’yu aşıp İstanbul önlerine kadar ilerlemişlerdi. Sâsânîlerle mücadeleye devam eden Bizans, İmparator Herakleios’un Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) ağır bir yenilgiye uğratmasıyla nihaî zaferi elde eden taraf olmuştu.
Sâsânî Hükümdarı (Kisrâ) II. Hüsrev Pervîz’e Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubu Abdullah b. Huzâfe tarafından götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ mektubu yırttı ve San‘a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bilgi istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Rasûlullah üzülmüş ve bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber, Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere bildirdi ve Bâzân’a Müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını iletmelerini istedi. Bunun üzerine Bâzân ile birlikte Yemen halkı da Müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk Müslüman valisi Bâzân ile İslamiyet bu bölgede yayılmaya başladı; birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslamiyet’i benimsediklerini bildirdi.
Bizans imparatoru Herakleios’a elçi olarak Dihye b. Halife el-Kelbî görevlendirildi. Burada davet mektuplarına örnek olmak üzere yer verilecek olan mektup şöyleydi:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Bizans imparatoru Herakleios’a,
Hidayete uyanlara selâm olsun. İslam’ı kabul et ki kurtuluşa eresin ve Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen sorumluluğun altındaki insanların (Erîsîyyîn) günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze gelin: Sadece Allah’a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birimiz diğerini rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse `şahid olun biz Müslümanız’ deyiniz.” (Âl-i İmrân 3/64)
İmparator Herakleios yıllar süren savaşlar sonunda Sâsânîler karşısında Ninova’da kazandığı kesin zafer için Allah’a bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak ve İranlılardan geri almayı başardığı kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs’te bulunuyordu. İmparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen Peygamber elçisi Dihye’yi kabul etti. Rivayete göre Hz. Muhammed (sav) hakkında daha detaylı bilgi almak üzere, o sıralarda ticaret için Suriye’ye gitmiş bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarını huzuruna davet etti ve onlardan Hz. Muhammed (sav)’in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri hakkında bilgi aldıktan sonra anlatılanların bir peygamberin özelliklerine uygun olduğunu ifade etti. Elçiyi diplomatik kurallar dahilinde kabul etmekle yetindiği anlaşılan Herakleios, onu hediyelerle uğurladı.
Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Daha önce Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanlara iyi davranmış ve Kureyş’in iade taleplerini reddederek himaye etmiş olan Ashame, Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna olumlu cevap vererek Müslümanlığı kabul etti. Hz. Peygamber’e çeşitli hediyeler gönderdi ve onun isteği üzerine Habeşistan’da kalmış olan son Muhacirleri elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye uğurladı.
Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır genel valisi Mukavkıs’a (Cüreyc b. Mînâ) götürüldü. Mukavkıs, Müslüman olmamakla birlikte elçiyi güzel bir şekilde ağırladı. Hz. Peygamber ve İslam hakkında bilgi aldıktan sonra cevabi bir mektup ve değerli hediyelerle uğurladı. Bu hediyeler arasında cariyelerinden Mâriye ile Sîrîn adlı iki kız kardeş, bir hadım köle, 1.000 miskal altın, beyaz bir katır (Düldül), kıymetli elbise ve kumaşlar bulunmaktaydı. Hz. Peygamber Mâriye’yi eş olarak almış ve ondan İbrahim adlı oğlu dünyaya gelmiştir.
Beşinci mektup Şücâ‘ b. Vehb el-Esedî ile Gassânî krallarından Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gönderilmesine sinirlenerek onu yere attı ve Medine’ye hücum tehdidinde bulundu.
Altıncı mektup Selît b. Amr tarafından Yemâme’de yaşayan Benî Hanîfe kabilesinin reisi olup şair ve hatipliğiyle de tanınan Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hevze elçiye iyi davranıp ikramda bulunmakla birlikte Müslümanlığı kabul etmediğini bildiren cevabi bir mektup gönderdi.
Hz. Peygamber, İslamiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektuplardan Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazan şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş, muhataplar tek Allah’a ve Muhammed (sav)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönderilen mektuplarda, kabilenin Müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerleri verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve Rasulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği bilhassa zikredilmiştir. Hicretin 9. (m. 630) yılında nazil olan cizye ayetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise Müslümanların hâkimiyetini tanımakla birlikte İslam’a girmeyi kabul etmeyen Yahudi, Hıristiyan ve Mecûsîlerden cizye alınacağına da yer verilmiştir.
Hayber, Medine’nin 180 km kadar kuzeyinden itibaren başlayan geniş vadide Medine-Suriye yolu üzerinde yer alan ve Yahudilerin yaşadığı önemli bir ticaret ve ziraat merkeziydi. Hz. Peygamber, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, Hayber’in Müslümanlar için arzettiği tehlikeyi düşünmeye başladı. Çünkü Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudileri buradaki soydaşlarıyla birlikte Medine’ye karşı büyük bir düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşarak bir ittifak meydana getirmişlerdi. Hendek Gazvesi onların bu faaliyetlerinin bir sonucuydu. Rasûlullah, Hudeybiye’den döndükten kısa bir süre sonra Hayber üzerine yürümeye karar verdi ve 200’ü süvari olmak üzere 1600 (veya 300’ü süvari 1500) kişilik bir kuvvetle Medine’den ayrıldı (Muharrem sonu 7/Haziran 628). Durumdan haberdar olan Hayberliler, Müslümanlara karşı hazırlık yapmaya başladılar. Rivayetlere göre 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları vardı. Ayrıca sağlamlığıyla ünlü kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da boldu. Bir ay kadar süren ve bazan çok çetin mücadelelere sahne olan kuşatma sonunda Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü de sulh yoluyla ele geçirildi. Hayber kalelerinin en büyüğü olan Kamûs’u fetheden Müslümanların Hz. Ali başta olmak üzere büyük kahramanlık gösterdiği savaşta doksan üç Yahudi öldü. Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 15-20 kadardı.
Savaşta Yahudilerin savaşçıları, kadın ve çocukları dahil olmak üzere çok sayıda kişi esir alınmıştı. Muhammed Hamidullah’ın da belirttiği gibi eğer fetihten sonra Tevrat’a göre hüküm verilseydi bütün yetişkin erkekler kılıçtan geçirilecek, kadın ve çocuklar da köle yapılacaktı. Ancak Hz. Peygamber önce halkın tamamının hayatını bağışlayarak kendilerine memleketlerini terk etme izni verdi. Buna karşılık onlar önemli miktarda hurma yetiştirilen arazilerinde yarıcı olarak kalmalarına müsaade edilmesini istediler. Hz. Peygamber bu teklifi kabul etti. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı.
Hayber’de çok sayıda hayvan, ev eşyası, tekstil ürünleri ve mücevherat ele geçirildi. Bu ganimetler sayı, çeşit ve maddi değeri açısından Hz. Peygamber dönemindeki en zengin ganimetlerden biriydi. Kaynaklarda menkul ve gayrimenkul ganimetlerin miktarı ve paylaşımı konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Ganimetler arasında yer alan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın nüshaları Hz. Peygamber tarafından sahiplerine iade edildi.
Kuşatma devam ederken Hayberli bir Yahudinin kölesi siyahi bir çoban Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek İslamiyet hakkında bilgi aldı ve iman edip Müslümanlar safında savaşa katılmaya karar verdi. Bu sırada güttüğü koyunların kendisine emanet olduğu bilinciyle Hz. Peygamber’e koyunları ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Rasûlullah ona İslam’ın emanete riayeti emrettiğini belirtip sürüyü sahibinin kalesine doğru sürerek serbest bırakmasını emretti. Adının Yesâr olduğu kaydedilen çoban Hz. Peygamber’in dediği gibi yaptı ve sürünün kaleye girdiğinden emin olduktan sonra dönüp mücahidler safında savaşa katıldı. Kısa bir süre sonra da şehid oldu. Hz. Peygamber, şehidin yanına geldi ve ashabına onun cennetlik olduğunu bildirdi. Böylece Müslüman olduktan sonra bir vakit namaz dahi kılma imkânı bulamadan şehit düşen çoban ashab arasında “hiç namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” sorusunun cevabı olarak hatıralarda yer etti.
Hayber’in fethi sırasında Yahudi reislerinden Sellâm b. Mişkem’in hanımı Zeyneb bint Hâris bir koyun keserek Rasûlullah’ı ziyafete davet etti. Fakat asıl maksadı onu zehirlemekti. Hz. Peygamber yanına Bişr b. Berâ’yı da alarak bu davete gitti. Ancak ilk lokmada yemeğe zehir karıştırıldığını anladı ve lokmasını yutmadan çıkardı. Kendisiyle beraber bulunan Bişr b. Berâ ise zehirlenmenin etkisiyle öldü.
Hz. Peygamber, Hayber esirleri arasında bulunan Yahudi reislerinden Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’yi azad edip eş olarak almıştır.
MUTE SAVAŞI (DESTANI)
Mûte, Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. mesafededir. Hz. Peygamber 8. yılın başında (m. 629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslam’a davet mektubuyla birlikte Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Elçi hıristiyan Gassânî Emiri Şürahbîl b. Amr’ın topraklarından geçerken adı geçen emir tarafından öldürüldü. Hâris b. Umeyr Hz. Peygamber’in öldürülen tek elçisidir. Hz. Peygamber elçi dokunulmazlığını öngören uluslararası hukukun bu açık ihlali karşısında 3.000 kişilik bir ordu hazırladı ve kumandanlığına Zeyd b. Hârise’yi tayin etti. Ardından Zeyd’in öldürülmesi halinde kumandayı Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Ca‘fer’in öldürülmesi durumunda da Abdullah b. Revâha’nın ele almasını, şayet o da şehid düşerse Müslümanların kendi aralarından birini seçmelerini emretti. Hz. Peygamber elçinin öldürüldüğü yere kadar gidildikten sonra oradakilerin önce İslam’a davet edilmesini, bu davete olumlu cevap verilmesi halinde savaşılmamasını istedi. Bu arada çocuk, kadın ve yaşlılar ile manastırlara çekilmiş insanlara dokunulmamasını, hurmalıklara zarar verilmemesini, ağaçların kesilmemesini ve binaların yıkılmamasını tembih etti.
İslam ordusu, Vâdilkurâ ve Maân üzerinden Mûte’ye ulaştı. Burada bölgede bulunan Bizans orduları kumandanı Theodoros’un genel idaresinde, Şürahbîl b. Amr kumandasındaki Hıristiyan Arap kabileleri de dahil, sayıları 100.000 veya 200.000 kişiye ulaştığı rivayet edilen büyük bir orduyla karşılaştı (Cemâziyelevvel 8/Eylül 629). Zeyd b. Hârise savaşın başında şehit düşünce sancağı Ca‘fer b. Ebû Tâlib aldı. Sağ eli kesilen Ca‘fer sancağı sol eline aldı, sol eli de kesilince iki koluyla göğsü arasında tuttu, fakat bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Ardından kumandayı devralan Abdullah b. Revâha da şehid düşünce sancak Hâlid b. Velîd’e teslim edildi. Rivayete göre bu sırada Hz. Peygamber, Mescid-i Nebî’de savaş alanında cereyan eden gelişmeleri, bu arada kumandanların birer birer şehid oluşunu ashabına nakletmekteydi. Cephede kumanda Hâlid b. Velîd’e verilince şöyle dedi: “…En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah Müslümanlara fethi müyesser kıldı”. Hâlid b. Velîd sağ kanattaki askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, geridekileri öne, öndekileri de geriye almak suretiyle yeni takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırdı. Geri çekilirken zaman zaman düşmana zarar verip bir miktar ganimet de ele geçirerek İslam ordusunu, fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başardı.
Mûte’de Müslümanlar on beş şehit verdiler. Hz. Peygamber, şehitlerin ardından ağlamış ancak ağıt yakıp feryat etmeyi yasaklamış, yakınlarının ve komşularının şehit ailelerine üç gün süre ile yemek götürmesini ve işlerine yardımcı olmasını istemiştir. Kendisi de amcasının oğlu Ca‘fer’in ev halkına üç gün yemek göndermiş, daha sonra çocuklarını yanına alarak bakımlarını üstlenmiştir.
Mûte’de İslam askerleri kendilerinden çok güçlü olan düşman ordusuna karşı metanetle savaştılar. Mûte savaşından altı ay önce Hz. Peygamber’in umretü’l-kaza için Mekke’ye gittiği sırada İslam’ı kabul eden ve ilk defa Müslümanlar safında bir savaşa katılarak kumandanlık yapan Hâlid b. Velîd bu savaşta gösterdiği üstün kahramanlık sebebiyle Rasûlullah tarafından övülmüş ve “Allah’ın kılıcı” (Seyfullah) unvanını almıştır. Kendisinden nakledildiğine göre o gün elinde dokuz kılıç parçalanmış ve yalnız ağzı enli Yemânî bir kılıç dayanabilmiştir. Savaşa katılanlardan Abdullah b. Ömer ve arkadaşları, şehit düşen Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in göğsünde elliden fazla kılıç, ok ve mızrak yarası saydıklarını ifade etmişlerdir. Hz. Peygamber, Ca‘fer’in kesilen iki eline karşılık cennette çift kanatla uçacağını müjdelemiş, bu sebeple, Ca‘fer-i Tayyâr diye anılmıştır.
Mûte savaşı, Hz. Peygamber’in bizzat katılmaması dolayısıyla bir “seriyye” olmakla birlikte bazı kaynaklarda muhtemelen büyüklüğü, önemi ve meydan savaşı olması itibariyle “gazve” olarak da isimlendirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in orduyu gönderirken üç kumandan tayin etmesinden dolayı “ceyşü’l-ümerâ/ba‘sü’l-ümerâ” diye de adlandırılmıştır.
Bu savaşla İslam ordusu, dönemin en büyük imparatorluklarından biri olan Bizans ordusuyla ilk defa karşılaşmış oldu. İslam ordusunun, kendisinden sayı ve güç bakımından kat kat üstün olan Bizans ordusu karşısında daha fazla zayiat vermeden geri çekilerek Medine’ye dönebilmiş olması bir başarı olarak değerlendirilmelidir.
Prof. Dr. Mustafa Fayda bu savaşın Müslümanlar açısından önemini şöyle ifade etmektedir: “Mûte savaşı ile Hâlid ve Müslümanlar Bizans ordusunu, savaş üslubunu, taktiklerini ve silahlarını çok yakından tanıma imkânı elde ettiler. Yaşanmış bu tecrübenin, başta Yermûk olmak üzere ileride Bizans ordusuyla yapılacak savaşlarda faydası görülecektir. Ayrıca Suriye ve Filistin bölgesindeki Araplar, Müslümanların iman, şecaat ve kahramanlıklarını görmüşler, yeni dini ve onun mensuplarını tanımaya başlamışlardır.” (bk. Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, s. 168.)
MEKKEN’İN FETHİ
Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir b. Abdümenât ile Huzâalılar arasında Cahiliye döneminden beri devam edegelen kan davası, Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşlilerden de destek alarak Huzâalılara bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi Ka‘b b. Amr ile bazı kabile mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Rasûlullah’a ve O’nun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, Müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımlarda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar kabilenin tamamı İslamiyet’i benimsemişti. Rasûl-i Ekrem, Kureyşlilere bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalıların diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlal edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla ittifaklarını bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân, Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.
Mekke seferine karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için, gideceği yeri gizli tutarak hazırlıklara başladı; Müslüman kabilelere haber gönderip onların Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti. Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşlilere bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûlullah’ın görevlendirdiği sahabeler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkelileri şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı Idam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi.
Medine’de idari işler için Ebû Rühm’ü, imamet için Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber, ordusuyla 13 Ramazan 8 (4 Ocak 630) tarihinde şehirden ayrıldı. Askerî harekatın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. İslam ordusu, yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiye ulaşmıştı. İslam ordusunun Mekke kapısına dayandığını bu sırada öğrenip paniğe kapılan Kureyşliler, Ebû Süfyân başkanlığında bir heyeti Rasûlullah’a gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmi geçidini seyrettiren Hz. Peygamber, onları Müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslam’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslam ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân, Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşlilere kendisinin Müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını, Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Bu bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyha ve Büdeyl b. Verkâ gibi Mekkelilerin evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslam’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkelilere aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.
Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan Rasûl-i Ekrem, kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd bu kuvvetleri bozguna uğratarak şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırmış oldu. Canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silahlarını bırakarak emân dilediler. Çatışmalarda Mekkeliler’den on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, Müslümanlardan ise iki veya üç kişi şehit düşmüştü. Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı Ensâr birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği Muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takib edip etrafındaki Muhacirîn ve Ensârla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek Mekke’ye girdi; Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630).
Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber, Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbe görevini Osman b. Talha’ya, sikâyeyi de amcası Abbas’a bıraktığını belirtti. Arkasından umumi af ilan etti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silahlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. Rasûlullah, cezalandırma imkânı eline geçtiği halde, yirmi yıldır her fırsatta kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapmış olan Kureyşlileri affederek insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir merhamet örneği gösterdi. Fetih günü aynı zamanda gerçek bir “merhamet günü” oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece”demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi af kapsamının dışında bırakıldı. Bu on kişiden yakalanan üç kişi öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da affedilmiştir.
Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alametlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rekat namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, kadınlı erkekli Rasûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek Müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekâ” denilmiştir. Bu arada Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verilmiştir.
Rasûl-i Ekrem, Mekke’de kaldığı sürece Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz Müslüman olmayan amcasının oğlu Akîl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek “Akîl bize ev mi bıraktı!” şeklinde serzenişte bulundu ve şehrin fatihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33) sözüyle Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk olmaktan çıktığını ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 110. suresi olan Nasr suresine adını veren “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, aynı suredeki “feth” kelimesinin Mekke’nin fethine işaret ettiği kaydedilmektedir. Feth suresi de Hudeybiye antlaşmasına ve dolayısıyla Mekke fethine işaret etmektedir.
Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber, Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni Müslüman olanlara Kur’ân’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından Muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslam’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.
Hz. Peygamber, Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahabeleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ‘ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslamiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 (Şubat 630) tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik bir birliğin başında, Mekke’nin güneyinde yaşayan Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silahlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve Müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinimizi değiştirdik” anlamında “sabe’nâ” dediler. Ancak onların bu sözleriyle net bir tavır ortaya koymadıklarını düşünen Hâlid daha önceki düşmanlıklarını da hesaba katarak kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Süleymoğullarına mensup askerler emri yerine getirerek otuz kadar esiri öldürdü. Muhacir ve Ensâra mensup sahabeler ise Müslüman olduklarına kanaat getirerek esirlerini serbest bıraktılar. Bu gelişmeleri Mekke’ye kaçıp gelen bir esirden öğrenen Hz. Peygamber çok üzüldü; Hâlid’i, onların Müslüman olup olmadıklarının tesbit hususunda acele etmekle suçladı ve “Allahım, ben Hâlid’in yaptıklarından berîyim!” buyurarak onun bu davranışını tasvip etmediğini gösterdi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı fazlasıyla tazmin ederek gönüllerini aldı.
HUNEYN GAZVESİ
Mekke’nin fethinden sonra Rasûl-i Ekrem’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinliler’di. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler, Tâif’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticari münasebetlerin de tesiriyle Cahiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Rasûlullah’a ve O’nun getirdiği İslamiyet’e de yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlal ettiklerinden Hz. Peygamber, onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Resûlullah’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Rasûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinlilerin Müslümanlara karşı savaşa girişmek üzere büyük bir hazırlık yaptıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinlilere katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Mâlik b. Avf tecrübeli kişilerin muhalefetine rağmen askerlerini savaş meydanında tutabilmek için kadın, çocuk, mal ve hayvanların da cepheye getirilmesini emretmişti. Böylece Müslümanlara karşı topyekûn bir savaş durumu ortaya çıkmıştı.
İstihbarat için gönderdiği Abdullah b. Ebû Hadred el-Eslemî’nin, Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin Evtas vadisinde toplandıkları haberini doğrulaması üzerine Hz. Peygamber, savaş hazırlıklarına başladı. Ardından Mekkeli Müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla Mekke’nin fethinden on yedi gün sonra 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde yola çıktı. İslam ordusunda Ümmü Umâre, Ümmü’l-Hâris ve Ümmü Süleym gibi sahabe hanımlar da bulunuyordu.
11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe günü Evtâs’a yönelen İslam ordusu geceleyin Huneyn’e ulaştı ve burada şafak sökünceye kadar bekledi. Fecir vakti Süleymoğullarından 100 süvarinin oluşturduğu Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğin arkasından harekete geçti. Huneyn vadisine Müslümanlardan önce gelip vadinin en dar ve kumlu yerine pusu pusu kuran Hevâzinlilerin öncü birliğini oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın henüz karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek çok zordu. Bunun yanı sıra ürken at ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi olarak Müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam manasıyla gerçekleşmemiş olmasına dikkat çekilmiş fakat yaşanan acı tecrübeden sonra Allah’ın manevi desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu, Rasûlullah’ın uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaştan sonra zafere ulaşıldı. Hevâzinlilerin büyük bir kısmı, kumandanlarıyla birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanlar ise Nahle’ye kaçtı. Böylece bedevi Arapların Müslümanlara karşı mücadelelerinin son zirvesini teşkil eden bu savaş da Müslümanların zaferiyle sonuçlanmış oldu.
Bu savaşta dört Müslümanın şehid olduğu, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişinin öldüğü rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber; ashabına çocuk, kadın, hizmetçi ve kölelerin öldürülmemesini emretmiş ve o gün öldürülen bir kadına çok üzülmüştü.
Yenilginin ardından kaçan Hevâzinlilerin büyük kısmı kumandanları Mâlik ile birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı geri kalanlar ise Nahle’ye yöneldiler. Rasûl-i Ekrem savaşın ertesi günü kendisi Tâif üzerine yürürken Evtâs ve Nahle’ye de birer birlik gönderdi. Nahle’ye gönderilen birlik, kaçanların dağa çıkmaları üzerine takipten vazgeçerek geri döndü. Evtâs’a gönderilen Ebû Âmir el-Eş‘arî kumandasındaki birlik ise burada Hevâzinlilierle yaptığı savaşı kazandı. Ancak Ebû Âmir şehid düştü. Kumandayı alan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, ele geçirdiği esirlerle ganimetleri Hz. Peygamber’in talimatı gereği Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye getirdi.
TAİF KUŞATMASI
Huneyn Savaşı Müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslam karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslam’a karşı olan tavrını zaman zaman küstahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve Müslümanları hicveden şairler, İslamiyet aleyhine tertip kurmaya çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif’e kaçıp sığınıyordu. Dolayısıyla Tâif, düşmanın bir yığınak yeri haline gelmişti. Nitekim Evtâs’ta yenilgiye uğrayan Hevâzinliler de buraya sığınmışlardı. Rasûlullah Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Hâlid b. Velîd kumandasında 1.000 kişilik bir öncü kuvvetin ardından Tâif’e gelen Hz. Peygamber kalelere sığınan Sakîfliler ve diğer Hevâzinlileri bir ay kadar muhasara etti. Tâifliler kalelerinde bulundukları için, açıktan hücum eden Müslümanları sürekli ok yağmuruna tutma avantajını kullanarak güçlü bir savunma yapıyorlardı. Çeşitli strateji ve taktiğin uygulandığı bu kuşatmada Müslümanlar mancınık ve debbâbe gibi askerî malzemelerden yararlanmışlardır. Rasûlullah, Tâiflilerin bir yıl yetecek kadar erzak depoladıklarının anlaşılması ve haram ayların yaklaşması üzerine muhasarayı kaldırdı ve ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye geldi. Tâif kuşatmasında Müslümanlar 12 şehit vermiş, öldürülen düşman sayısı ise 3 olarak zikredilmiştir.
Hz. Peygamber, Tâif’ten sonra esirlerin ve ganimetlerin bekletildiği Ci‘râne’ye döndü. Esirlerin sayısı kadın ve çocuklar dahil 6.000 kişi idi. Ganimetler arasında 24.000’den fazla deve, 40.000’den fazla koyun, 4.000 ukıyye gümüş bulunmaktaydı. Elbise ihtiyacı bulunan esirlere elbise giydirilmesini emreden Hz. Peygamber ganimetlerin dağılımını hemen yapmaksızın bir süre bekledi. Niyeti Müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinlilere bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslamî bir şuura sahip olmayan yeni Müslüman olmuş bir kısım bedevîler ganimetleri hemen dağıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.
Hz. Peygamber, ganimetten beytülmâl hissesi olarak beşte birini (humus) ayırdıktan sonra geri kalan esir ve ganimetleri bölüştürdü. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmak için dört ay süre isteyen ve kaynaklarda “müellefe-i kulûb” diye anılan bazı Kureyşlilere gönüllerini İslam’a ısındırmak için daha fazla hisse verdi. Ganimetlerin taksiminden sonra Hevâzinlilerden gelen bir heyet Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber kendilerine ganimet taksiminden önce bir süre beklediğini hatırlatarak bu aşamada isteklerini yerine getirmenin zor olduğunu ifade etti ve esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını söyledi. Onlar esirlerini tercih edince ashabın rızasını alarak isteklerini yerine getirdi. Bedevilerden bazı Müslümanlar, ellerindeki esirleri vermek istemedilerse de Rasûl-i Ekrem kazanılacak ilk zaferde daha fazla hisse vereceği vaadiyle onları ikna etti. Bu arada Rasûl-i Ekrem’in müellefe-i kulûba fazla hisse vermesi, O’nun Kureyşlilere iltimas yaptığı hatta Mekke’de kalıp Ensârı terkedeceği yolunda bazı söylentilere sebep oldu. Bunun üzerine Ensârı toplayan Hz. Peygamber müellefe-i kulûba niçin fazla hisse verdiğini anlattı, ayrıca Ensârın faziletini dile getirerek daima onlarla birlikte olacağını söyledi, kendilerine ve çocuklarına dua etti. Bunun üzerine yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan Ensâr üzüntülerini dile getirip kendisinden razı olduklarını söylediler.
Ci‘râne’de iki hafta kalan Rasûlullah ganimet taksiminden sonra burada ihrama girip Mekke’ye gitmiş; umreden sonra da Medine’ye dönmüştür.
Hz. Peygamber, Huneyn yenilgisinden sonra Tâif’e kaçmak zorunda kalan Hevâzin ordusu kumandanı Mâlik b. Avf’ın ev halkı ve mallarının Ümmü Abdullah bint Ebû Ümeyye’nin yanında bir müddet tutulmasını istemiş ve Mâlik’e haber göndererek Müslüman olduğu takdirde ailesini ve mallarını geri vereceğini, ayrıca 100 deve ihsan edeceğini bildirmişti. Bunun üzerine Mâlik b. Avf, Hz. Peygamber’in yanına gelerek İslam’ı kabul edince vaad edilenler kendisine verildi. Mâlik b. Avf’ı müellefe-i kulûba dahil eden Rasûlullah, onu kendi kabilesi ile Tâif ve çevresinde oturan bazı kabilelere âmil tayin etti. Sakîflilerin 9 (631) yılında Medine’ye gelerek Müslüman olmalarında Mâlik b. Avf’ın önemli katkısı olmuştur.
TEBUK SEFERİ
Hicret’in 9. yılında (m. 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un, Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassânîler gibi müttefik Hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak Müslümanlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler Medine’ye ulaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlık hüküm sürmesine rağmen savaş hazırlıklarına başladı. Amacı, düşman saldırılarını yerinde bastırıp muhtemel tehlikeyi savmaktı. Kur’ân-ı Kerîm’de (bkz. et-Tevbe 9/38-106) ve İslam tarihi kaynaklarında, İslam toplumundaki savaş hazırlıklarıyla ilgili haberlerden; Sâsânîlere karşı kesin bir üstünlük sağlamış olan Bizans’ın Müslümanlar tarafından oldukça ciddi bir güç olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber genellikle sefer için gideceği yeri gizli tuttuğu halde bu defa hedefin Bizans ordusu olduğunu açıkça belirtti çünkü gidilecek yol uzun, düşman güçlü ve büyüktü. Ayrıca mevsim çok sıcaktı ve ürün toplama zamanıydı.
Sefer hazırlıkları sırasında Hz. Osman başta olmak üzere birçok sahabe İslam ordusunun donatımı için ciddi katkılarda bulundu. Hz. Osman 1.000 adet binek hayvanı verdiği gibi her birine birer altın harcayarak 10.000 askeri donattı. Abdurrahman b. Avf ve Talha b. Zübeyr yüklü miktarda bağışta bulundu. Hz. Ömer mal varlığının yarısını, Hz. Ebû Bekir de tamamını bağışladı. Hemen herkes elinden gelen gayreti gösterip İslam ordusuna yardım yarışına katıldı.
Samimi, fedakar ve gayretli Müslümanlar yanında her zaman olduğu gibi bu seferde de münafıklar bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar. Bizans’ın gücünü hatırlatıp bu sıcak, kıtlık ve kuraklık mevsiminde sefere çıkmanın yersiz olduğunu söyleyerek Müslümanların morallerini bozmaya çalıştılar. Buna karşılık yoksul oldukları için binek bulamayan ve bu yüzden sefere katılamadığı için gözyaşı döken samimi Müslümanlar da vardı.
Rasûl-i Ekrem kendi döneminde hazırlanan orduların en büyüğünü teşkil eden, 10.000’i süvari olmak üzere 30.000 kişilik orduyla Medine’ye kuzeyden 700 km kadar uzaklıkta Suriye yolu üzerindeki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu (Receb 9/Ekim 630). On beş-yirmi gün burada kalındı ancak Bizans ordusuna rastlanmadı. Tebük’te bulunduğu sırada Hz. Peygamber, İslamiyet’e davet amacıyla batı istikametinde çok geniş bir sahaya yayılan, çoğunluğu Hıristiyan ve bir kısmı Yahudi olan Cerbâ, Eyle, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslamiyet’i kabul etmeyeceklerini ancak vergi (cizye) ödeyeceklerini bildirdiler; böylece can, mal ve inanç hürriyetlerinin güvence altına alınması şartıyla İslam devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Rasûlullah bu yerleşim merkezlerinin her biri için birer antlaşma metni yazdırıp kendilerine verdi. Bu arada Hâlid b. Velîd’in kumandası altındaki 400 kişilik askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel’e gönderilmişti. Hâlid, Dûmetülcendel kalesini ele geçirdi ve Müslümanlara düşmanlık eden Hıristiyan emiri Ukeydir b. Abdülmelik’i esir alarak Hz. Peygamber’e getirdi. Hz. Peygamber, Ukeydir ile cizye ödemesi şartıyla bir anlaşma yapmış ve onun memleketine dönmesine izin vermiştir. Böylece Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslam devletinin hakimiyetini kabul etmesi sağlanmıştır.
Tebûk’te bulunan Hz. Peygamber’in, o sırada Hıms veya Dımaşk’ta olduğu belirtilen Bizans İmparatoru Herakleios’a, Dihye b. Halife el-Kelbî vasıtasıyla ikinci kez İslam’a davet mektubu gönderdiği nakledilir. Mektupta imparatora İslam’a girme, cizye ödeme veya savaş alternatifleri teklif edilmekte, bunun yanında hiç olmazsa halkından İslam’ı seçecek olanlara engel olmaması istenmekteydi. Mektubu alan imparator dinî ve askerî çevresiyle istişare ettikten sonra Hıristiyan Arap kabilelerinden Benî Tenûh’a mensup bir elçiyi Hz. Peygamber’e gönderdi. Elçi sefer şartlarının müsaade ettiği ölçüde ağırlanmış ve kendisine Hz. Osman tarafından kıymetli bir elbise hediye edilmiştir.
Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı son gazve olan Tebûk seferi, Müslümanlar için ciddi bir sınav olmuş, zor bir zamanda (sâ‘atü’l-usra) yapıldığına işaret eden Ayetten (et-Tevbe 9/117) hareketle, sefere katılan orduya “zor zamanların ordusu” anlamında “ceyşü’l-usra” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sefere katılan veya mazeretine binaen ya da mazeretsiz katılamayan Müslümanlar ile savaşa destek vermedikleri gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok ayet yer almaktadır (bk. et-Tevbe 9/38-106, 117-118).
Hz. Peygamber, Tebûk seferinden Medine’ye dönünce Mescid-i Nebevi’ye gidip şükür namazını kıldıktan sonra mazeretleri sebebiyle savaşa katılamayanların tebriklerini kabul etti. Çeşitli mazeretler ileri sürerek sefere katılamadıklarını beyan eden münafıkların tebriklerini de kabul eder göründü. Aslında onlar sahte mazeret uyduruyor ve yalan söylüyorlardı (et-Tevbe 9/94-97). Bu arada Resûlullah’ın meşhur şairlerinden biri olan Ka‘b. Mâlik ile Bedir gazilerinden Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’, malî durumu ve sağlığı elverişli olup hiçbir meşru mazereti bulunmadığı halde ihmalkâr davranarak sefere katılmamışlardı. Bunlar Hz. Peygamber’e gelip durumu itiraf ettiler. Hz. Peygamber onlara son derece soğuk davranıp haklarında Allah’ın hükmü gelinceye kadar beklemelerini söyledi; diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı ve bir süre sonra da hanımlarından ayrı durmalarını istedi. Bu duruma düşmek onlara oldukça ağır geldi. Toplum içine çıkamaz, insan yüzüne bakamaz oldular. Öyle ki “yer yarılsa da içine girip kaybolsak” diyorlardı. Bu şekilde yemekten içmekten kesilip günlerce gözyaşı dökerek Allah’a yalvardılar. Nihayet elli gün süren boykottan sonra nazil olan ayetlerde onların bu süreçteki ruh halleri tasvir edilerek Allah’ın kendilerini bağışlayıp tevbelerini kabul ettiği bildirildi (et-Tevbe 9/118). Bu ilahî af başta bu üç sahabe olmak üzere Hz. Peygamber’i ve diğer Müslümanları çok sevindirdi. Ka‘b b. Mâlik, tevbesinin kabul edilmesi üzerine bütün mal varlığını fakirlere bağışlamak istedi ancak Rasûlullah, malının bir kısmını elinde tutmasının daha hayırlı olacağını söyledi. O da Hayber’deki arazisini kendine ayırıp diğerlerini dağıttı.
Hz. Peygamber’in Tebûk dönüşü yaptığı faaliyetlerden biri, münafıkların Müslümanlara karşı bir komplo merkezi olarak inşa ettikleri ve Mescid-i Dırar adıyla meşhur olan binayı yıktırmasıdır. Tebûk seferinin son hazırlıklarıyla meşgul olduğu sırada münafıklardan bir grup Hz. Peygamber’e gelip yağmurlu ve soğuk gecelerde yaşlı, hasta ve özürlü olanların namaz kılması için bir mescid inşa ettiklerini söylediler ve kendilerine namaz kıldırarak burayı ibadete açmasını istediler. Hz. Peygamber sefere çıkmakta olduğunu belirtip dönüşte namaz kıldırabileceğini ifade etti. Tebûk seferi dönüşü Rasûlullah, ordusuyla Zûevan’da konakladığında bazı münafıklar gelerek onu mescidlerine götürüp namaz kıldırmak istediler. Bu sırada bu sözde mescid ve onu yapanların niyetleri hakkında ayetler nazil oldu (et-Tevbe 9/107-110). Bu ayetlerde, mescidi inşa edenlerin yalancı oldukları beyan edilip niyetlerinin müminlere zarar vermek, hakkı inkâr etmek ve müminlerin arasını ayırmak olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca burası Mescid-i Dırâr (zarar, tefrika ve nifak mescidi) diye tavsıf edilerek Hz. Peygamber’e burada asla namaza durmaması, buna karşılık takva üzerine kurulmuş mescidde (Mescid-i Kubâ veya Mescid-i Nebevî) namaz kılmasının daha uygun olacağı bildiriliyordu. Böylece burasının mescid adı altında Müslümanlara karşı inşa edilmiş bir komplo ve fesat yuvası olduğu ortaya çıkınca Hz. Peygamber iki sahabeyi görevlendirerek bu binayı yıktırdı.
ARAP KABİLELRİ TEMSİLCİLERİNİN MEDİNEYE GELİŞİ
Hicretin 9. (630-631) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) olarak bilinir. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinlilerin İslamiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra, Tâif’te yaşayan Sakîflilerin Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslam hakimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin Müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri, çok değer verdikleri ve Müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslam’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke’nin fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, Müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu heyetler arasında Sakîf ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi İslam’ın bazı temel ibadetlerinden muaf olup yasaklarından kaçınmamaya yönelik kabul edilemeyecek şartlar ileri sürenler veya menfaat elde etmek isteyenler de bulunabiliyordu. Bu arada Necranlı ve Tağlib kabilesine mensup Hıristiyanlarda görüldüğü üzere Müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslam devletinin hâkimiyeti altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslamiyet’i anlatmak için Rasûl-i Ekrem’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Hâlid b. Velîd gibi sahabelerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Rasûlullah, heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’ân okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere, dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslamiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi ve heyetlerin bu ziyaretleri Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin Müslüman olduğunu ve Medine’nin, yarımadanın başşehri olarak benimsendiğini göstermektedir. İbn Sa‘d, eserinde, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelen yetmiş bir heyeti bir arada zikretmiş, bunların her biriyle ilgili çeşitli bilgiler vermiştir.
Çok sayıda Arap kabilesinin Müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ve çeşitli kolları ile Hanîfe ve Esed gibi bedevi kabileleri arasında İslamiyet’in tamamen yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşman olan bedeviler eleştirilmiş, onların büyük çoğunluğunun takındığı olumsuz tavırlara daha çok “a‘râb” kelimesi etrafında temas edilmiştir (bk. et-Tevbe 9/90, 93-99, 101-102, 107-110, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11-17; el-Hucurât 49/14-18). Bedeviler, Hendek Gazvesi’nden itibaren İslamiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Rasûlullah umreye giderken (6/628) Cüheyne, Müzeyne, Eşca‘ ve Eslem gibi Medine çevresinde yaşayan bedevî kabilelere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş fakat onlar İslam’a ve Rasûlullah’a bağlılıklarını tam olarak özümseyemediklerinden emrini yerine getirmemiş, umreden sonra da özür dilemişlerdir (bk. el-Feth 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da yaşanmıştır (bk. et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120). Bedevi Gatafânoğulları’na mensup çeşitli kollar, hicretin 3. (624) yılından itibaren Medine çevresinde çeşitli yağmalama ve öldürme olaylarına karışmış, bu kabilenin İslamlaşması ancak elçiler yılında (9/630-631) sathi bir şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra Fezâre kolunun reisi Uyeyne b. Hısn irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile birleşti. Bunlardan başka büyük çoğunluğu bedevi hayatı yaşayan Benî Hanîfe de İslamiyet’ten uzak durmaya çalıştı. Bu kabilenin Seleme b. Hanzale başkanlığındaki heyeti, Hicret’in 10. yılında (631) Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Ancak siyasi ve ekonomik emellere sahip bu kabile mensupları, Rasûl-i Ekrem’in rahatsızlığı esnasında, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğe kendisini de ortak ettiği yalanını ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın etrafında toplanarak irtidad ettiler.
Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber ve Müslümanların güç kaybettiklerini düşünerek Medine’ye ani bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında da Tuleyha b. Huveylid kumandası altında bir birlikle düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. 9 (630) yılında ise aralarında Tuleyha’nın da bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Müslüman görünmek zorunda kaldılar; kıtlık sebebiyle malî yardım talebinde bulundular ve zekâtlarını kendi aralarında toplayıp dağıtmak için izin istediler. Onların bu görüşmeler esnasında kaba tutum ve davranışlar sergilemeleri, menfaatlerini ön plana almaları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Rasûl-i Ekrem’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât suresindeki ayetler nâzil oldu (49/14-18). Hz. Peygamber’in rahatsızlığı sırasında Tuleyha peygamberliğini ilân etti, ardından da kendi kabilesinin dışında Fezâre, Zübyân, Tay ve Abs gibi bedevi kabilelerinden bazı kimselerin desteğini alarak Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ayaklandı.
MÜŞRİKLERE SON ÇAĞRI
Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslam’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke’nin fethinden sonra, Hz. Peygamber, Hicret’in 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahabe ile birlikte Mekke’ye gönderdi (Zilkade-Zilhicce 9/ Mart 631). Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe suresinin ilk yirmi sekiz ayeti nazil oldu. Rasûl-i Ekrem, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için -antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden birinin söz sahibi olabileceği şeklindeki yaygın Arap geleneğine uyarak- Hz. Ali’yi görevlendirdi. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplananlara, Tevbe suresinin müşriklere “ihtar” mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir, Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.” Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmail’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı surenin 29. ayetiyle de başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslami anlayış uygulamaya konulmuştur.
VEDA HACCI VE VEDA HUTBESİ
Rasûl-i Ekrem’in Ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicret’in 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilavet ettirdi. Resûlullah bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl Ramazan ayında on gün itikâfa giren Rasûlullah hayatının bu son Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı.
Aynı yıl (10/632) Rasûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, Muhâcirler, Ensâr ve Medine’ye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Veda Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.
Hz. Peygamber, konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün “takva” olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Rasûlullah can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’ân ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Rasûl-i Ekrem namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlak kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Cahiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi (sikâye) ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası (sidâne) dışında kalan, başta nesî (ayların yerlerini değiştirmek) olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilan etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup söylediklerini tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber, Arafat’tan ayrılmadan önce nazil olan ayette de dinin kemale erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun dinin İslam olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemale erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (el-Mâide 5/3).
Rasûlullah, devesinin terkisinde Üsâme b. Zeyd olduğu halde Arafat’tan indi. Muzdelife’ye ulaştığında akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Sabah namazını da burada eda ettikten sonra Cemretü’l-Akabe’ye vardı ve her defasında tekbir getirerek yedi taş attı (şeytan taşlama). Oradan Mina’ya geçti ve burada da ashabına bir konuşma yaptıktan sonra kurbanını kesti. Sonra tıraş olup ihramdan çıktı ve Kâbe’ye gelerek tavaf yaptı. Tekrar Mina’ya dönüp cemreleri (şeytan taşlamayı) tamamladı. Ertesi gün Mekke’ye döndü ve güneş doğmadan önce veda tavafını yaptı. Bayramın beşinci günü Hz. Peygamber’in müsadesiyle Mekke ve Medine dışından gelen hacılar memleketlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından Rasûlullah, Muhâcirler ve Ensârla birlikte hac vazifesini ifa etmiş, aynı zamanda bu ibadetin nasıl yapılacağını Müslümanlara öğretmiş olarak Medine’ye döndü.
Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “Bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına “Veda Haccı”, hutbeye de “Veda Hutbesi” denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir.
VEDA HUTBESİ VE ÖNEMİ
Peygamber efendimizin Vedâ Haccında 124.000’den fazla Müslümana yaptıkları vâz ve nasîhatlar. Peygamberimizin Allahü teâlâ tarafından insanlara, doğru yolu göstermek için görevlendirilmelerinden sonra mübârek ağızlarından çıkan her söz, mânâ ve hakîkatler yönünden beşeriyete birer rehberdir. Bunlardan “Vedâ Hutbesi” olarak bilinen son haclarında buyurdukları hususların ise ayrı bir ehemmiyeti vardır. “Vedâ Hutbesi” değişmez prensip, kânun ve nizamlar olarak on dört asırdır, bütün insanlığa ulaşabildiği seviyenin çok üstünde bir insan hakları anlayışı getirmiştir. Peygamberimiz Vedâ Hutbesinde buyurdular ki:
“Hamd, Allahü teâlâya mahsûstur. O’na hamd eder, O’ndan yarlıganmak diler ve O’na tövbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin günahlarından Allahü teâlâya sığınırız. Allahü teâlânın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur.
Veda Hutbesi
“Ey insanlar! ” Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
“İnsanlar! bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
“Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Oda sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
“Ashabım! “Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin.biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir.İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam)abbasın faizidir.lakin ana paranız size aittir.ne zulmediniz nede zulme uğrayınız.
“Ashabım! “Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır.cahiliye devrinde güdülen kan davalarda tamamen kaldırılmıştır.Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
“Ey insanlar! “Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir.Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir.Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız.
“Ey insanlar! “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim.Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır.Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yatakların yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir.kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
“Ey müminler! “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.
“Müminler! “Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanıda, malıda helal olmaz.Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
“Ey insanlar! “Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir.Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur.Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir.Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın.Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne tevbelerini nede adalet ve şehadetlerini kabul eder.
“Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır.Arabın arab olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. “Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. “Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. “Dikkat ediniz!şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.Allahın haram ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz.Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar “la ilahe illallah” deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emr olundum.Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
“İnsanlar! “Yarın beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler; “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz,diye şehadet ederiz”.Bunun üzerine Resul”i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;
“Şahid ol Yarab! Şahid ol Yarab! Şahid ol Yarab!”
Veda Hutbesinin Önemi
1- Herkesin can mal ve namusu tecavüzden korunmuştur.
2- Kimsenin kimseye zarar vermeye hakkı yoktur.
3- Bütün müslümanlar kardeştir.
4- Bütün borçlar iade edilecek ve borç olarak alınanın dışında bir fazlalık (faiz) ödenmeyecektir.
5- Kan davaları ve adaleti şahsen yerine getirmek yasaklanmıştır.
6- Kadınlar erkeklerin hayat arkadaşlarıdır buna göre onlara iyi muamele edilmesi emredilmiş onların da tıpkı erkekler gibi mal ve mülke şahsi tasarruf hakları olduğu öngörülmüştür.
7- İnsanların ırk ve renk farkı gözetilmeksizin birbirine eşit oldukları belirtilmiştir.
8- Aile ve toplum hayatına zarar veren zina vb. davranışlar yasaklanmıştır.
9- Kuran-ı Kerim’in insanlara bir emanet olarak bırakıldığı ve sımsıkı sarılınması tavsiye edilmiştir.
10- Cahiliyyet döneminde Araplar arasında ihtilaf konusu olan gün ay ve yıl hesaplamasına açıklık getirilmiş çıkar için bazı ayların helal bazı ayların haram sayılması ve bunların yerlerinin değiştirilmesi yasaklanmış bir yıl oniki ay olarak tespit edilmiştir. Ayrıca Mekke ve çevresinin kutsallığına işaret edilmiştir.
11- Emanetlerin sahiplerine mutlaka iadesi vurgulanmıştır.
HZ.MUHAMMED’İN SON GÜNLERİ,HASTALIĞI VE VEFATI
Rasûl-i Ekrem, Veda Haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlandığı günler içinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî‘ mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı.
Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved; kendisine karşı çıkan, buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hakim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11/3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Rasûlullah bir mektup göndererek onu yeniden İslam’a davet etti. Müseylime, yazdığı cevabi mektupta Rasûlullah’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Rasûl-i Ekrem; cevabında yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, ona kullarından dilediğini vâris kılacağını bildirdi. Müseylime, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ortadan kaldırıldı.
Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti.
Rasûl-i Ekrem bu arada zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşten mustaripti. Hastalığı sırasında yakınlarının yardımıyla Mescid-i Nebevî’ye gelip namaz kıldırıyordu. Bir gün minbere çıkıp “Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı ve kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu. Söz konusu kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamakta gecikmeyen Hz. Ebû Bekir “Anamız babamız sana feda olsun yâ Rasûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu teskin etti ve kendisinden memnun olduğunu söyledi. Ardından Ensâr ve Muhacirlerin karşılıklı fedakârlıklarını ve faziletlerini hatırlatarak birlikte hareket etmeleri konusunda nasihatte bulundu. Daha sonra kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.
Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye yaptığı şu vasiyet de dikkat çekicidir. “Allah katında değer taşıyan güzel işler yapınız. Yoksa helal haram konularında Allah’ın sorgusundan ben sizi kurtaramam”.
Rasûlullah’ın Müslümanlara son vasiyetlerinden biri de sorumlulukları altındaki insanlara iyi davranmaları, ahirette Allah huzurunda hesaba çekilecekleri bilinciyle gerekli hazırlığa özen göstermeleri ve yabancı elçilerin güzel bir şekilde ağırlanıp hediyeler verilmesi gibi husuları içermektedir.
Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber, vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti. Kendisini iyi hissettiği bir sırada Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. Fakat Hz. Peygamber’in durumu birden ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Rasûlullah vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında “Maa’r-refîki’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi).
Hz. Peygamber’in vefatı, bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir doğruca Peygamberimiz’in naaşının başına geldi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki O ölümsüzdür. (İbn Hişâm, II, 655-656). Sonra da şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Rasûlullah’ın cenazesi, amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına cenaze namazı kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi.
Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddi imkânları Allah yolunda harcayan Rasûl i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştur (İbn Sa‘d, II, s. 314; Buhârî, “Humus”, 1). Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.
Hz. Peygamber’in manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de belirttiği üzere Kur’ân ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.
PEYGAMBERİMİZİN EŞLERİ
Ezvâc-ı Tâhirât, Arapça “temiz zevceler” demektir. Hz. Peygamber’in kendileriyle evlenmiş olduğu hanımları ifade etmektedir.
Hz. Peygamber, Mekke döneminde tek hanımla evli kalmış olmasına karşın Medine döneminde dinî, içtimai, iktisadi ve ahlaki bir takım sebeplerden dolayı birden fazla kadınla evlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in hanımlarını “müminlerin anneleri” olarak nitelendirmiş, “Peygamber, müminlere canlarından daha evladır. Peygamber hanımları müminlerin anneleridirler…” (Ahzab, 33/ 6) ve bu hanımlara tanıdığı saygın mevkiyi, müminlere (Hz. Peygamber’in vefatından sonra da) onlarla evlenme yasağı koyarak pekiştirmiştir. (Ahzab, 33/ 53) Şu var ki Peygamber hanımlarının müminlerin anneleri kabul edilmeleri hürmet ve ihtiram bakımından olmuştur. Bu sebeple nikahları haram, tazimleri ise farzdır, diğer konularda ise müminlere diğer kadınlar gibidirler.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de Ezvâc-ı Tâhirât’a doğrudan hitap edilerek onlara bulundukları konum ve sorumluluk hatırlatılmıştır. Bu konudaki âyetler mealen şöyledir: “Ey Peygamber hanımları, sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun azabı iki katına çıkarılır. Bu Allah’a göre kolaydır. Sizden kim, Allah ve Rasûlü’ne itaat eder, iyi amel işlerse ona mükafatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) güzel bir rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) sözü yumuşak (edalı) bir şekilde söylemeyin. Yoksa kalbinde hastalık olan kimse ümide kapılır. (Konuştuğunuzda) iyi söz söyleyin. Vaktinizi evlerinizde geçirin, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt (Hz. Peygamber’in ev halkı) Allah’ın murad ettiği şey, sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmaktır. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şey(in bilgisin)e nüfuz edendir, herşeyden haberdardır. (Ahzab, 33/ 30-34)
Ayet-i Kerimeler bir taraftan Rasûlullah’ın hanımlarının şahsında tüm mümin hanımlara hitap etmekte, diğer taraftan da onların özel bir görev üstlenmiş olduklarını vurgulamaktadır.
Gerçekten bu saygıdeğer hanımlar bütün insanlığa ve özellikle kadınlığa ışık tutma gibi bir görev ifa etmişlerdir. Nitekim, özellikle kadınlarla alakalı bir çok hükmün tebliği onlar aracılığıyla mümkün olmuş, yine müminler Rasûlullah’ın aile hayatına ve örnek ahlakına dair bir çok husustan onlar vasıtasıyla haberdar olabilmişlerdir.
Rasûlullah’ın ailesine gösterdiği ilgi ve güzel muamele ve ihtimam da müminlere örnek olmuş; değişik yaşta, değişik mizaçta, değişik kabiliyet ve kültürde, değişik menşeli kadınların bir araya gelmesiyle meydana çıkan farklı ailevi hadiseler de çok daha zengin bir sünnet malzemesinin intikaline zemin hazırlamıştır.
Hz. Peygamber bazen tek tek, bazen toplu olarak hanımlarıyla sohbet etmiş; nöbetleşe olarak her gününü bir hanımına tahsis etmiş ve her akşam sıra kimdeyse tüm hanımlarıyla orada toplanıp sohbette bulunmuştur. Bu sohbetler esnasında onlara çeşitli bilgiler verdiği, bir takım kıssalardan bahsettiği, onların problemleriyle ilgilendiği ve hatta şakalar yaparak onları güldürdüğü nakledilmiştir. Ayrıca Rasûlullah’ın, bazı konularda hanımlarının görüşünü sorup onlarla istişare etmesi de O’nun hanımlara verdiği kıymeti göstermek açısından kaydedilmeye değerdir.
Hz. Peygamber’le evlenmek suretiyle Ezvâc-ı Tâhirât arasına giren güzide hanımlar şunlardır:
Hz. Hatice (ra)
Kureyş’in Benî Esed kolundan Huveylid b. Esed’in kızı olan Hz. Hatice, Rasûlullah’ın ilk hanımıdır. 556 yılında Mekke’de doğduğu ifade edilmektedir. Soyu, dedelerinden Kusay’da Hz. Peygamber’in soyu ile birleşmektedir. Üstün iffeti sebebiyle İslamiyet’ten önce “Tâhire”lakabıyla anılan Hz. Hatice, sonraki dönemlerde Hz. Peygamber’in en büyük hanımı olması sebebiyle “Kübrâ” sıfatıyla da anılmıştır.
Ticaretle uğraşan ve Şam’a göndereceği bir kervanın başına güvenilir bir kimse arayan Hz. Hatice, tanıdıklarının tavsiyesi üzerine Hz. Peygamber ile ortaklık anlaşması yapmış, dönüşte de, başarılı bir tacir, dürüst, doğru sözlü ve ahlak sahibi bir insan olduğunu gördüğü Hz. Muhammed (sav)’e evlenme teklif etmiştir. Tarihçilerin büyük çoğunluğu, bu evlilik sırasında dul ve iki çocuk annesi olan Hz. Hatice’nin 40, Hz. Peygamber’in ise 25 yaşında olduğunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in bu evlilikten, Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah adında altı çocuğu dünyaya gelmiştir.
Hz. Hatice, İslamiyet’ten önce de, sonra da Hz. Peygamber’e olan hoş muamelesi ve samimi hizmetiyle örnek bir zevce olmuştur. Peygamberlik gelmeden önce, Hz. Muhammed (sav)’in şehirden uzakta, özellikle Hira’da tefekkür yoluyla ibadet ettiği günlerde O’nunla meşgul olmuş, eve dönmesi geciktiği zaman hizmetkarları vasıtasıyla O’na ulaşmıştır.
Rasûl-i Ekrem’e peygamberlik geldiği zaman da kendisine herkesten önce iman etmiş, O’nu bütün varlığıyla desteklemiş ve O’na her bakımdan yardımcı olmuştur. Hz. Hatice, Müşriklerin zulmü ve baskısı altında Rasûlullah’ı hiç bir zaman yalnız bırakmamıştır. Mekkeli Müşrikler Müslümanları kuşattığında kendisi de Rasûlullah ile iki üç yıl boyunca muhasara altında kalmış, servetini O’nun davası uğrunda harcamaktan geri durmamıştır.
Hz. Hatice, yirmi beş yıl kadar süren mutlu bir evlilik hayatından sonra, hicretten üç yıl kadar önce 65 yaşında iken vefat etmiştir. Hz. Peygamber’in üç gün arayla Müşriklere karşı kendisine destek olan iki yakınını, amcası Ebû Talib ve sevgili zevcesi Hz. Hatice’yi kaybettiği bu sene kaynaklara “hüzün yılı” olarak geçmiştir.
Hz. Peygamber, cennette inciden bir köşkle müjdelenen Hz. Hatice’nin fedakarlığını ve dostluğunu her fırsatta anmış hatta vefatından sonra dahi evde koyun kesildiği zaman onun eski dostlarına birer parça göndermeyi ihmal etmemiştir.
Hz. Aişe (ra)
Hz. Aişe, Rasûlullah’ın en yakın dostu, hicret arkadaşı, ilk halife Hz. Ebû Bekir’in kızıdır. Peygamberliğin 4. yılında Mekke’de doğmuştur.
Hz. Peygamber ile nikahı hicretten önce Mekke’de kıyılmıştır. Bu sırada yaşı küçük olan Hz. Aişe’nin fiili evlilik hayatı ise hicretten sonra (hicretin 2. senesi Şevval ayında) başlamıştır. Hz. Aişe, Ezvâc-ı Tâhirât içinde ilk evliliğini Hz. Peygamber ile yapan tek hanımdır. Hz. Peygamber, çok sevdiği bu hanımı, sevgi ifadesi olarak “Ayşe”, “Aiş”, “Uveyş” gibi çeşitli isimlerle çağırmış, beyaz tenli olmasından dolayı “Hümeyra” dediği de olmuştur.
Hz. Aişe ile Rasûl-i Ekrem arasındaki aile bağı sevgi, anlayış ve hürmet esası üzerine kurulmuştur. Kendisine büyük bir yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber ile koşu yarışı yaptığı, O’nun omzuna dayanarak Mescid-i Nebevî’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşlileri seyrettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber de onunla birlikte olmaktan, özellikle gece seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, onun sorularına cevap vermekten hoşnut olmuştur. Hz. Aişe, zekası, anlayışı, kuvvetli hafızası, güzel konuşması, Kur’ân’ı ve sünneti en iyi şekilde anlamaya çalışması gibi vasıflarıyla Hz. Peygamber’in yanında müstesna bir mevki kazanmıştır.
Hz. Peygamber ile bir çok sefere iştirak eden Hz. Aişe, Benî Mustalik Gazvesi sonrasında Medine’ye dönülürken, düşürdüğü gerdanlığını aramak için ordunun gerisinde kalmış, ordunun artçısı Safvan b. Muattal tarafından gruba yetiştirilmiştir. Ancak bu durum üzerine münafıklar, ikisi hakkında çirkin dedikodular çıkararak Hz. Aişe’ye iftira etmişler, Müslümanlar nezdinde de şüphe uyandırmışlardır. Kaynaklara “İfk Hadisesi” olarak geçen bu olay, Nur sûresinin; iftiraların asılsız olduğunu bildiren 11-21. âyetlerinin inmesiyle kapanmış, Hz. Aişe de Allah katından inen bu âyetlerle temize çıkarılmıştır.
Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak onun odasına geçmiş ve yine o odada vefat etmiştir.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halifeliği devrinde herhangi bir siyasi faaliyete katılmayan Hz. Aişe; Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında ve Hz. Ali’nin hilafeti esnasında adaleti ve barışı sağlamak niyetiyle bir takım faaliyetlerde bulunmuş, fakat olayların daha kötüye gitmesi üzerine siyasete bir daha karışmamış, yaşanan tatsız vakalardan dolayı duyduğu pişmanlık ise hayatının sonuna kadar sürmüştür.
Hz. Aişe, İslami ilimler sahasında temayüz etmiş bir hanım sahabidir. Hem baba evinde, hem Rasûlullah’ın yanında; zekası, anlayış kabiliyeti, öğrenme arzusu, kuvvetli hafızası ve imanı sayesinde en iyi şekilde yetişmiş ve herkese nasip olamayacak bir ilmî seviye kendisine nasip olmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ashab ve tabiûndan bir çok kişi onu ziyaret ederek özellikle fıkıh ve hadis alanlarında kendisiyle istişarede bulunmuşlardır. Hz. Peygamber’in ashabı içinde çok sayıda fetva vermesiyle meşhur yedi kişiden biri Hz. Aişe’dir. Ayrıca 2210 kadar hadis rivayet ederek en çok hadis rivayet eden yedi sahabi (Muksirun) arasına da girmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra 47 yıl yaşayan ve hicretin 57. veya 58. senesinde 66 yaşında iken vefat eden Hz. Aişe, Baki mezarlığına defnedilmiştir. Cenaze namazını vasiyeti üzerine Ebû Hureyre (ra) kıldırmıştır.
Hz. Sevde (ra)
Sevde b. Zem‘a (ra), Hz. Hatice’nin vefatından sonra Rasûlullah’ın Mekke’de evlendiği ikinci hanımıdır.
Hz. Sevde, ilk olarak Sekran b. Amr (ra) ile evlenmiştir. Hz. Peygamber’in insanları İslam’a davetinden kısa bir süre sonra kocası ile birlikte Müslüman olmuştur. Müşriklerin ezaları sebebiyle Habeşistan’a hicret etmişler, burada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye dönmüşlerdir. Ancak Hz. Sevde’nin kocası Mekke’de vefat etmiştir.
Hz. Peygamber’in ilk hanımı Hz. Hatice de yakın bir zamanda vefat etmiş, bunun üzerine Hz. Peygamber, küçük yaştaki çocuklarına bakacak ve kendisini yalnızlıktan kurtaracak uygun bir aday olarak gösterilen Hz. Sevde ile evlenmiştir. Peygamberimizle evlendiğinde 50 yaşlarında olan Hz. Sevde, Hz. Peygamber’in çocuklarına öz anne gibi muamele etmiştir. Rasûlullah Hz. Aişe (ra) ile evlenene kadar kendisi ile yalnız yaşamıştır.
Hz. Peygamber’le 13 yıl yaşayan ve onunla bazı seferlere katılan Hz. Sevde, Hz. Ömer’in (ra) hilafetinin sonlarında vefat etmiştir. H. 54 senesinde vefat ettiğini bildiren kaynaklar da vardır. Hz. Sevde Allah Rasûlü’nden beş hadis nakletmiştir. Bunlardan biri Buharî’nin Sahih’inde bulunmaktadır.
Hz. Hafsa (ra)
Hicretin üçüncü senesinde Hz. Peygamber’le evlenen Hz. Hafsa, Rasûlullah’ın sadık dostu, ikinci halife Hz. Ömer’in (ra) kızıdır.
605 yılında Mekke’de doğmuştur. Hafsa, ilk Müslümanlardan Huneys b. Huzafe (ra) ile evlenmiştir. Ancak, Bedir Gazvesi’ne katılan Huneys dönerken yolda hastalanmış ve daha sonra Medine’de vefat etmiştir. Hz. Ömer, kızını veya kız kardeşini faziletli biriyle evlendirme âdeti gereğince, eşini (Hz. Peygamber’in kızı Rukiyye’yi) bir süre önce kaybeden Hz. Osman’a (ra) kızıyla evlenmesini teklif etmiştir. Hz. Osman evlenmek niyetinde olmadığını söyleyince aynı teklifi Hz. Ebû Bekir’e (ra) yapmış, Hz. Ebû Bekir de durumu sükûtla karşılayınca duygularını Hz. Peygamber ile paylaşmıştır. Hz. Peygamber de Hafsa’nın Hz. Osman’dan, Hz. Osman’ın da Hafsa’dan daha hayırlı biriyle evleneceğini söylemiştir. Nitekim Rasûlullah hicri 3. yılın Şaban ayında Hz. Hafsa ile evlenmiş, Hz. Osman da Rasûlullah’ın kızı Ümmü Gülsüm (ra) ile evlenmiştir.
Hz. Hafsa, Peygamber’in hanımları içinde en çok Hz. Aişe ile anlaşmış, hatta zaman zaman diğer hanımları kıskandıkları rivayet edilmiştir. Okuma-yazma bilen nadir hanımlardan olan Hz. Hafsa’nın, Rasûlullah’ın yanında önemli bir yeri olmuştur.
Hz. Hafsa, hicretin 41. yılında 60 yaşlarında iken vefat etmiş ve Baki mezarlığına defnedilmiştir.
Hz. Zeynep b. Huzeyme (ra)
Hz. Zeynep, Amir b. Sa‘sa‘a kabilesinden Huzeyme b. Abdullah’ın kızıdır. Hz. Peygamber, Hz. Hafsa ile evlenmesinden bir müddet sonra, kocası Uhud muharebesinde şehid olan Zeynep b. Huzeyme ile nikahlanmıştır.
Hz. Zeynep’in kabilesi ile Müslümanların arası, hicri III. yılda yaşanan bazı olaylar sebebiyle bozulduğundan, bu evlilik aynı zamanda bu kabile ile olan münasebetleri iyileştirip aradaki gerginliği yumuşatmak gibi bir vazifeyi de ifa etmiştir.
Manevi tesiri herkes tarafından kabul edilen ve “Ümmü’l-Mesâkîn” (fakirler anası) lakabıyla şöhret bulan Zeynep b. Huzeyme, Hz. Peygamber’le evliliklerinin üzerinden 2 veya 3 (bir rivayete göre 8) ay sonra vefat etmiştir. Cenaze namazı Hz. Peygamber tarafından kıldırılmış ve Baki mezarlığına defnedilmiştir.
Hz. Ümmü Seleme (ra)
Hz. Ümmü Seleme, Ebû Ümeyye b. Muğire b. Abdullah’ın kızıdır. Asıl adı Hind’dir. Ümmü Seleme ilk olarak Abdullah b. Abdulesed (ra) ile evlenmiştir. Hz. Peygamber’in İslam’ı tebliğ etmeye başlamasından kısa bir süre sonra Müslüman olan bu aile, Müşriklerin baskı ve işkenceleri neticesinde Habeşistan’a hicret etmiştir. Uzunca bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra Mekke’deki Müşriklerin Müslüman olduğuna dair bir haber almaları üzerine Mekke’ye dönmüşlerdir.
Mekke’de yine Müşriklerin işkencelerine maruz kalmışlar, nihayet hicret emriyle Medine’ye doğru yola çıkmışlardır. Ancak Müşrikler, yollarını keserek Ümmü Seleme’nin gitmesine müsaade etmemiştir. Ümmü Seleme, daha sora bir yolunu bulup Medine’ye hicret etmiş, ne var ki kocası bir müddet sonra Uhud Harbi’nde kolundan aldığı yara sebebiyle vefat etmiştir.
Kocasının vefatından sonra kendisine yönelen evlenme tekliflerini nazikçe reddeden bu hanım, Hz. Peygamber’in teklifini de, kendisinin yaşlı ve kıskanç mizaçlı olduğunu söyleyerek kabul etmek istememiş fakat daha sonra kabul etmiştir.
Ümmü Seleme, zeki, dirayetli, otoriter, sözü dinlenen, kendi değerini iyi ölçebilen ve bununla beraber alçak gönüllü bir hanım olarak bilinmektedir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir çok sahabi ve tabiî ona gelerek karşılaştıkları problemlerde kendisi ile istişare etmişlerdir.
Hz. Peygamber’den 378 hadis rivayet eden Ümmü Seleme, hicretin 61. senesinde 84 yaşında iken vefat etmiştir. Cenaze namazı, defnedildiği kabristan olan Baki Kabristan’ında Ebû Hureyre tarafından kıldırılmıştır.
Hz. Zeynep b. Cahş (ra)
Hz. Zeynep b. Cahş, Mekke’ye dışardan gelip yerleşmiş olan Cahş b. Rebâb’ın kızıdır. Annesi, Hz. Peygamber’in halası ve Abdulmuttalib’in kızı Umeyme’dir.
Hz. Zeynep ilk olarak Hz. Peygamber’in azadlısı (hatta bu konudaki Kur’ânî hüküm gelmeden önce evlatlığı olarak bilinen) Zeyd b. Harise (ra) ile evlenmiştir. Hz. Peygamber, Hz. Zeyneb’i Zeyd için isteyince ailesi önce, Zeyd’in azadlı bir köle olması sebebiyle buna razı olmak istememiş ancak Ahzab sûresinin 36. âyeti bu konu üzerine inince hükme rıza göstermişlerdir. Bu evlilikle birlikte üst tabakaya mensup asil ve zengin hanımların fakir yahut kölelerle evlenmemesi âdeti kaldırılmış, hem de ilk uygulama Hz. Peygamber’e yakınlığı çok fazla olan kişiler üzerinde olmuştur.
Ancak Hz. Zeynep, Hz. Zeyd’le bir sene kadar evli kalabilmiş, aralarındaki anlaşmazlığın artması üzerine -Rasûlullah’ın anlaşmaları yönündeki teşviklerine rağmen- Hz. Zeyd, Hz. Zeynep’i boşamıştır.
Boşanmanın üzerinden bir müddet geçtikten sonra, evlatlığın öz evlat gibi olmadığı; hanımının da öz evladın hanımı gibi olmadığı esasını zihinlere iyice yerleştirmek üzere Ahzab sûresinin 37. âyeti inerek Hz. Zeynep’in Hz. Peygamber’e Allah Teâlâ tarafından nikahlandığı bildirilmiştir. Zaten Hz. Peygamber de Zeyd’in Zeynep’i boşaması üzerine bu ilkenin kendisi üzerinde uygulanacağını anlamış, hatta münafıkların çıkarabileceği dedikodu ve fitnelerden çekinmiş, ancak âyetin inmesiyle hüküm gerçekleşmiştir.
Hz. Zeynep’in evlilikleri hakkında münafıklar tarafından geçmişte çıkarılan dedikodular ve yakıştırmalar, maalesef günümüzde dahi çeşitli çevrelerde farklı emellere alet edilmektedir. Bu konuda; insanların Allah katında soy sop itibariyle değil, ancak takva ile birbirlerinden üstün olabileceklerini ifade eden ve evlatlıkların boşadığı hanımlarla evlenmenin haram olmadığını hükme bağlayan bu evliliklerin aynı zamanda, insanları, imanları yönünden imtihan etmek gibi bir hikmete dayandığını da hatırda tutmak gerekmektedir.
Hz. Zeynep, ibadete düşkün, takva sahibi, cömert ve kanaatkar bir sahabi olarak bilinmektedir. Aynı zamanda dikiş ve el işi yaparak kazandığı parayı fakir ve kimsesizlere sadaka olarak dağıtmak gibi güzel vasıflara sahip olduğu ifade edilmektedir.
Allah Rasûlü’nden sonra hanımlarından ilk vefat eden Hz. Zeynep olmuştur. Hicretin 20. yılında 53 yaşında iken vefat etmiştir. Cenaze namazını Hz. Ömer’in kıldırdığı Zeynep b. Cahş’tan 11 hadis rivayet edilmiştir.
Hz. Cüveyriye (ra)
Hz. Cüveyriye, Benî Müstalik kabilesinin reisi Hâris b. Ebû Dırâr’ın kızıdır. Müslüman olmadan önceki ismi Berre’dir. (Böyle isimler almayı insanın kendi kendisini temize çıkarması olarak değerlendiren Hz. Peygamber ona Cüveyriye ismini vermiştir.) Hicretin beşinci yılında gerçekleşen Müreysî (Benî Müstalik) savaşından sonra esir edilmiştir.
Müreysî Gazvesi’nden sonra kabilenin bir çok ferdi ile birlikte esir alınan Cüveyriye’nin Hz. Peygamber’le evlenmesi ile ilgili rivayetler biraz farklılık göstermekle beraber bu evliliğin, Benî Müstalik kabilesinden alınan bütün esirlerin serbest bırakılmasına sebep olduğu konusunda kaynaklar hem fikirdir. Ashab, “Rasûlullah’ın akrabası olan insanları biz nasıl esir ederiz.” diyerek tüm esirleri serbest bırakmıştır.
Bu evliliğin, Müstalikoğulları ile Müslümanlar arasındaki düşmanlığı giderdiği ve Hz. Peygamber’in Hz. Cüveyriye ile evlenmesindeki başlıca hedefinin bu kabileyi İslam’a ısındırmak olduğu anlaşılmaktadır. Müstalikoğulları’nın bu evlilikten sonra İslam’ı kabul etmeleri de bunu göstermektedir.
Hz. Cüveyriye, çokça namaz kılan, Allah’ı zikreden ve oruç tutan bir sahabi olarak bilinmektedir. “Kavmi için kendisinden daha hayırlı ve bereketli bir kadın bulunmayan” diye tavsif edilen Hz. Cüveyriye, hicri 50 veya 56 senesinde vefat etmiştir. Hz. Peygamber’den yedi hadis rivayet etmiştir.
Hz. Safiyye (ra)
Hz. Safiyye, Benî Nadir kabilesinin reisi Huyey b. Ahtâb’ın kızıdır. İsrâiloğulları’ndan peygamber olarak gönderilen Hz. Harun’un soyundandır.
Hz. Safiyye, Rasûlullah’la evlenmeden önce iki kere evlenmiş, ikinci kocası hicretin VII. senesinde meydana gelen Hayber Savaşı esnasında öldürülmüş, kendisi de Müslümanlara esir olmuştur. Bu evlilikte de Rasûlullah’ın başlıca amacı, arada akrabalık bağı tesis ederek gerginliği gidermek ve kalpleri İslam’a ısındırmak olmuştur.
Hz. Peygamber, Dihyetü’l Kelbî’nin (ra) hissesine düşen, Benî Nadir kabilesinin reisinin kızı Safiyye’ye, eğer Müslüman olursa kendisi ile evleneceğini, Müslüman olmak istemezse de onu azad edip kavminin yanına gönderebileceğini söylemiş; Hz. Safiyye de, kendisinin evvelden beri İslam’ı arzuluyor olduğunu, Allah ve Rasûlü’nün kendisine kavmine dönmekten daha sevimli olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber’in teklifini kabul etmiştir. Dihyetü’l Kelbî’ye ise bir başka esir verilmiştir.
Faziletli ve hilim sahibi bir hanım olan Hz. Safiyye, Rasûlullah’ın son hastalığında “Ey Allah’ın Rasûlü Senin yerine ben hasta olsaydım.” diyerek O’na karşı sevgisini ifade etmiştir.
Aynı zamanda çok cesur bir hanım sahabi olarak bilinen Hz. Safiyye, Hz. Osman’ın evinin kuşatma altında olduğu sırada O’nun tarafında olmuş, hatta yine o günlerde Hz. Osman’a gizlice yemek ve su götürdüğü rivayet edilmiştir.
Hicri 50 veya 52 senesinde vefat eden Hz. Safiyye, Baki mezarlığına defnedilmiştir. Kendisinden 10 kadar hadis rivayet edilmiş, bunların birinde Buharî ve Müslim ittifak etmiştir.
Hz. Ümmü Habibe (ra)
Hz. Ümmü Habibe Ümeyyeoğulları ailesinden Ebû Süfyan b. Harb’ın (ra) kızıdır. Muaviye’nin (ra) baba bir kardeşidir. Asıl ismi Remle’dir, ilk evliliğinden doğan kızı Habibe’den dolayı Ümmü Habibe künyesini almıştır.
İslam’dan önce hanif dinine bağlı olan Ümmü Habibe, İslam geldiği zaman kocası Ubeydullah b. Cahş ile birlikte onu ilk kabul edenlerden olmuştur. Müşriklerin baskı ve işkencelerinden kurtulmak için Habeşistan’a hicret etmişler, ne var ki kocası burada irtidat etmiştir. (Bir müddet sonra da öldüğü yahut ayrıldıkları rivayet edilmiştir.) Dininde sebat eden ve bu uğurda büyük sıkıntılara maruz kalan Ümmü Habibe’nin haberi Hz. Peygamber’e ulaşınca, Hz. Peygamber, Habeşistan’a özel bir haberci göndererek razı olduğu takdirde Ümmü Habibe ile evlenmek istediğini bildirmiştir. Teklifi sevinçle kabul eden Hz. Ümmü Habibe’nin nikahını, (Hz. Peygamber’in nikah için vekalet verdiği) Necaşî kıymıştır.
Hicretin VI veya VII. yılında meydana gelen bu olay Ümmü Habibe’nin dine şevkle bağlanışının bir mükafatı olarak değerlendirilmiştir. Aynı zamanda bu evlilik, Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber’e duyduğu kini yumuşatmaya, kalbini İslam’a ısındırmaya yönelik büyük bir adım olmuştur. Nitekim Ebû Süfyan, Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber’den 65 hadis rivayet eden Ümmü Habibe hicri 44 senesinde 70 yaşında iken vefat etmiştir.
Hz. Mariye (ra)
Kaynaklarda adı Mariye el-Kıbtiyye olarak geçen Mariye b. Şem’ûn el-Kıbtıyye, Mısır’ın Said bölgesinden Hafn denilen bir köydendir. Onun bu köyde Kıbtî bir baba ve Rum bir anneden dünyaya geldiği belirtilmektedir.
Hz. Peygamber, hicretin yedinci senesinde Mısır Mukavkısı diye adlandırılan Bizans’ın İskenderiye valisine bir mektup göndererek kendisini İslam’a davet etmiştir. Mektubu okuyup ona değer verdiği, hattâ benimsemesine rağmen Bizans İmparatoru’ndan çekindiği için İslam’ı kabul etmediği ileri sürülen Mukavkıs, Hz. Peygamber’in elçisine büyük ikramlarda bulunmuş ve Rasûl-i Ekrem’e yazdığı cevabi mektupla birlikte, iki cariye, bir hadım ağası, 1000 miskal altın, kıymetli elbiseler, kumaşlar, güzel kokular ve bunun gibi bir takım hediyeler yollamıştır.
Mariye ve Sirin adlı cariyelerin Medine yolunda yahut Medine’de Hz. Peygamber’in tebliği üzerine İslam’ı kabul ettiği belirtilmektedir. Hz. Peygamber’le nikahlanan Mariye, bir yıl kadar sonra Rasûlullah’tan bir erkek çocuk dünyaya getirmiştir. İbrahim adı verilen bu çocuğa sütanne olabilmek için Ensar kadınları birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Hz. İbrahim’in ne yaşta vefat ettiği ihtilaflı olmakla beraber iki yaşını doldurmadan vefat ettiği bilinmektedir.
Mariye’nin cariyelik statüsünden, Müslüman olmasıyla veya bir çocuk dünyaya getirmesiyle kurtulduğunu ifade eden iki görüş bulunmaktadır. Allah Rasûlü’nün hizmetinde, iyi ilişkiler içinde hayatını sürdüren Mariye hicri 16 senesinde vefat etmiş, cenaze namazı Hz. Ömer tarafından kıldırılmıştır.
Hz. Meymune (ra)
İlk adı Berre b. Hâris olan Meymûne (Böyle isimler almayı insanın kendi kendisini temize çıkarması olarak değerlendiren Hz. Peygamber ona Meymûne ismini vermiştir.) Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l Fadl’ın (ra) kızkardeşidir.
Hz. Meymune, Hz. Peygamber’le evlenmeden önce iki kere evlenmiş, ikinci kocasının ölümü üzerine dul kalmıştır. Umretu’l-Kazâ’da Hz. Peygamber’in ashabı ile üç gün Mekke’de bulunurken Ümmü’l Fadl’a gelerek Rasûlullah ile evlenmek istediğini anlatmıştır. O da durumu kocası Hz. Abbas’a (ra) bildirince Hz. Abbas bu teklifi Rasûlullah’a iletmiş, onun da kabul etmesi neticesinde Hz. Peygamber Hz. Meymune ile nikahlanmıştır.
Bu evlilikten sonra Hz. Meymune’nin mensubu bulunduğu Amir b. Sa‘sa‘a kabilesinden heyetler Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşmüş ve kabile halkı İslam’ı kabul etmiştir.
Hz. Meymune’nin, Hz. Peygamber’in nikahladığı son hanım olduğu ifade edilmektedir. Hz. Aişe’nin (ra) “bizim en müttakimiz, akrabalık bağını en çok gözetenimizdi” diye övdüğü Hz. Meymune, hicri 51 yılında vefat etmiştir. Kendisinden 76 hadis rivayet edilmiştir.
Hz. Reyhane (ra)
Hz. Reyhane b. Şem’ûn, Amr b. Kureyza (veya Benî Nadir) oğullarından Yahudi asıllı bir cariyedir. Benî Kureyza hadisesinde esir alınmıştır.
İslamiyet’e nasıl girdiği hakkındaki rivayetler çeşitlidir. Rasûlullah’ın, esir düştükten sonra kendisine İslam’ı tebliği ile Müslüman olduğunu, Rasûlullah’ın da onu azad edip nikahladığını ifade edenler yanında; Reyhane’nin önce Müslüman olmak istemediğini, daha sonra ise kendi tercihi ile Müslüman olup Hz. Peygamber ile nikahlandığını, ancak hür olmanın sorumluluklarını taşımaktan çekinmesi sebebiyle cariye olarak kalmak istediğini ifade edenler de vardır.
Hz. Reyhane, Hz. Peygamber’in Veda Haccı dönüşünde vefat etmiştir. Cenaze namazını Rasûlullah kıldırmıştır, Baki mezarlığına defnedilmiştir.
PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARI
Rasûl-i Ekrem Efendimizin üçü erkek dördü kız olmak üzere yedi çocuğu doğmuştur. Bunlar doğuş sırasıyle Kasım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Külsûm, Fâtıma, Abdullah, İbrahim isimlerini taşımışlardı. Bu yedi çocuğun altısı Hazreti Hadîce’den, yedincisi Mısırlı Hazreti Mâriye’den idi.
1) Kasım:
Rasûl-i Ekremin ilk çocuğu Kasım idi. Bu sebepten künyesi: Ebül-Kasım (Kasımın babası) oldu. Hazreti Peygamber, Ebûl-Kasım adiyle çağırılmasından hoşlanırdı. Ashab da kendisini bu isimle çağırırlardı. İbni Sa’de göre, Kasım iki sene yaşadı. Mekkede vefat etti. Rasûl-i Ekremin çocukları içinde ilk ölen Kasım oldu.
2) Zeyneb:
Peygamberimiz’in en büyük kızıydı. Kasım’dan sonra doğmuştu. Zeyneb doğduğu zaman, Rasûl-i Ekrem otuz yaşındaydı. Mekke’de doğmuş olan Zeyneb, Hicretin sekizinci senesi Medine’de vefat eyledi. Vefatında otuz yaşında bulunuyordu.
Zeyneb, önce, teyzesinin oğlu Ebûl’as ile evlenmişti. Ebûl as bidayette müşriklerden ayrılmadığı için, “Bedr” gazvesinde Müslümanların eline esir düşmüş, kurtulunca, Zeynebi Medine’ye göndereceğine söz vermişti. Rasûl-i Ekrem, ailesini getirmek için,“Harise oğlu Zeyd”i göndermişti. Zeynebi Medine’ye götüren Zeyd oldu. Zeyneb Medine’ye gitti ve fakat zevci Ebûl’as Mekke’de kaldı.
Ebûl’as, bir seriyye esnasında yine Müslümanların eline esir düştü ve fakat Hazreti Zeyneb’in himayesi sayesinde serbest bırakıldı. Ebûl’as, ikinci defa esirlikten kurtulunca, Mekke’ye gitti. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra, Müslümanlığı kabul etti. Medine’ye hicret eyledi. Müslüman olduğu için nikâhları yenilendi.
Ebûl’as, Hazreti Zeynebe iyi muamele ederdi. Bu yüzden, Rasûl-i Ekremin takdirini kazandı. Zeyneb, kocasına tekrar kavuştuktan sonra çok yaşayamadı. Vefatında, cenazesi “Ümmü Eymen” ile “Hazreti Sevde” tarafından yıkandı. Namazını Rasûl-i Ekrem kıldı. Mezarına Ebûl’as indirdi.
3) Rukayye:
Rasûl-i Ekremin ikinci kızıydı. Doğduğu zaman Hazreti Peygamber Efendimiz, otuz üç yaşında bulunuyordu. Rukayye babasının peygamberliğinden önce, Ebû Leheb’in oğlu, Utbe ile nişanlanmıştı. Rasûl-i Ekrem, halkı İslama dâvete başlayınca Ebû Leheb, oğlunu çağırdı:
“Oğlum! Muhammed’in kızından ayrılmıyacak olursan, ben senden ayrılırım.” dedi. Utbe de babası Ebû Leheb’in teşvikiyle “Rukayye”yi bıraktı. O zaman Rukayye, Hazreti Osman ile evlendi. Habeşistana göç eden ilk kafileye Hazreti Osman, zevcesi Hazreti Rukayye ile birlikte katılmışlardı. Hazreti Osman, Habeşistan’dan Mekke’ye dönmüş, oradan da Medine’ye hicret etmişti. Rukayye, Bedr gazası günlerinde hastalanmış, bu yüzden Hazreti Osman, Bedr muharebesinde bulunamamış, hattâ zevcesi başında kaldığı için, mazeretliler arasına konulmuştu.
Bedr gazası zaferini Harise oğlu Zeyd, Medineye ulaştırdığı gün, Hazreti Rukayye vefat etmişti. Rasûl-i Ekrem de, Bedr savaşı yüzünden, kızı Rukayye’nin cenazesinde bulunamamıştı.
4) Ümmü Külsüm:
İslâmiyet gelmeden önce doğdu. Annesi Hazret-i Hadîce’dir. Ümmü Gülsüm İslâmiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in ikinci oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. İslâmiyet gelince Ebû Leheb îmân etmedi ve İslâmiyet’in çok azgın bir düşmanı oldu. Onun hakkında (Tebbet) sûresi nâzil olunca oğluna Ümmü Gülsüm’den ayrılmasını söyledi. O da babasını dinliyerek ayrıldı.
Bedr gazasının sonunda, Hazreti Rukayye’nin ölümünden bir yıl sonra, Hicretin üçüncü yılı, Hazreti Osman’la evlendi.
Buhârînin bildirdiğine göre, Hafsa dul kalınca, Hazreti Ömer, Osman’a müracaat ettiği zaman, Hazreti Osman tereddüt etmişti. O zaman Rasûl-i Ekrem, Ömere:
“Ben sana Osman’dan, Osman’a da senden daha iyi bir adam bulacağım. Kızını bana ver, ben de kızımı Osman’a vereyim.” demişti.
Hazreti Osman’la evlenen Ümmü Külsûm, onunla altı yıl beraber yaşadı. Hicretin dokuzuncu senesi vefat etti. Cenaze namazı Rasûl-i Ekrem tarafından kılındı. Hazreti Ali Hazreti Fadl ve Hazreti Üsâme tarafından gömüldü.
Hazreti Osman, Rasûl-i Ekremin iki kızı: Rukayye ve Ümmü Külsûm ile evlendiği için,”İki nur sahibi” mânâsına “Zinnûreyn” sıfatını kazanmıştı.
5) Fâtıma:
Rasûl-i Ekrem (as)’in en küçük ve fakat en sevgili kızıydı. İlâhî vahiy ilk geldiği zaman, Mekke’de doğdu. Hicretin ikinci senesi Medine’de Hazreti Ali ile evlendi. Evlendikleri zaman Hazreti Fâtıma on beş, Hazreti Ali yirmi dört yaşındaydı. Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıma için, yatak çarşafı, iki değirmen, bir su tulumu hazırlamış, Hazreti Fâtıma, değirmenlerle su tulumunu, bütün ömrü boyunca kullanmıştı.
Rasûl-i Ekrem Hazreti Ali ile Hazreti Fâtıma’nın iyi geçinmesini ister, aralarında ihtilâf çıkarsa, onları barıştırırdı. Bir gün Ali, Fâtıma’ya şiddetli bir muamelede bulunmuş, Fâtıma de Rasûl-i Ekreme başvurarak Ali’yi şikâyet eylemişti. Fâtıma’dan sonra, Ali gelmiş, o da Fâtıma’yı şikâyette bulunmuş, fakat Rasûl-i Ekrem ikisin de barıştırmıştı.
Bir defa da, Hazreti Ali ikinci bir zevce almaya kalkmış, bunu haber alan Rasûl-i Ekrem çok üzülmüş bir hutbesinde;
“Benim kızım benim ciğerparemdir. Kızımı kederlendiren her şey, beni de kederlendirir.”
demiş, bunun üzerine Hazreti Ali teşebbüsünden vazgeçmiş, Hazreti Fâtıma’nın sağlığında başka bir kadınla evlenmemişti:
Hazreti Fâtıma, Hicretin on birinci senesi, babasından altı ay sonra vefat eyledi. Rasûl-i Ekrem Efendimizin irtihalinde kızı yirmi beş yaşındaydı.
Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıma’yı çok severdi. Hastalığı sırasında onu yanına çağırdı. Kulağına fısıldadı. O zaman Fâtıma ağladı; sonra yine fısıldadı. Bu sefer, Fâtıma’nın yüzü güldü. Hazreti Âişe sordu. Hazreti Fâtıma da:
“Önce, Rasûl-i Ekrem, hastalığı sonunda öleceğini söyledi, ağladım. Sonra, ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın ben olduğumu haber verdi. O zaman da sevindim.”
diye cevap vermişti.
Rasûl-i Ekrem Efendimizin soyunu yaşatan Hazreti Fâtıma oldu. Fâtıma’nın beş çocuğu oldu: Hasen, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Külsûm, Zeyneb isimlerinde idi. Bunlardan Muhsin, küçükken vefat etmişti.
6) Abdullah:
Hicret’ten önce, on birinci senesi Mekke’de doğdu, üç ay yaşadı. Küçükken öldü.“Tâhir ve Tayyeb” Abdullah’ın diğer isimleriydi.
7) İbrahim:
Rasûl-i Ekrem’in en küçük çocuğu ve en küçük oğluydu. Hicretin sekizinci senesi Medine’de doğdu. İbn İshaka göre, Resûl-i Ekrem’in İbrahim’den başka bütün çocukları, Peygamberlikten önce doğmuşlardı. İbrahim, Mısırlı Hazreti Mâriye’den dünyaya gelmiş, Hazreti Âişe’nin rivayetine göre, on yedi veya on sekiz aylıkken vefat etmişti.
Rasûl-i Ekrem, İbrahim’in doğumundan çok memnun olmuş, yedinci günü bir ziyafet vermiş, fukaraya sadaka dağıtmış, oğluna Hazreti İbrahim’in adını takmıştı. Çünkü, Rasûl-i Ekrem’in Hazreti Hadîce’den doğmuş olan erkek çocukları küçük yaşlarındayken ölmüşlerdi. Diğer zevcelerinden de evlâdı olmamıştı.
Ebû Rafiın zevcesi Selmâ, yeni doğan İbrahime sütannelik yapmıştı. Buhârî, Ümmü Seyf’in İbrahimi emzirdiğini bildirmektedir. Rasûl-i Ekrem, sütanneye uğrar, İbrahimi görür, okşar ve öperdi.
İbrahim, Ümmü Seyf’in evinde öldü. Hazreti Peygamber, çocuğunun hastalığını duyunca, Avfoğlu Abdurrahmân ile onun yanına gitmiş, İbrahim’in ölüm pençesinde kıvrandığını görünce, dayanamamış ağlamıştı. Abdurrahmân:
“Yâ Resûlallah! Ne yapıyorsunuz?.,” deyince, Rasûl-i Ekrem:
“Şefkat duygularım galeyana geldi.” buyurmuştu.
Rasûl-i Ekrem, oğlunun cenaze namazını kılmış, Abbâs oğlu Fadl, Zeyd oğlu Üsâme, Maz’un oğlu Osman, İbrahimi mezarına indirmişti. Beki’ mezarlığına gömüldü.
İbrahim öldüğü zaman güneş tutulmuştu. Halk, güneş de mateme katıldı, deyince Rasûl-i Ekrem:
“Güneş ile ay, Allah’ın âyetlerindendir. Bir fânînin ölümü yüzünden tutulmazlar!”
diye hitapta bulunarak, Müslümanları böyle yanlış anlayışlardan uzaklaştırmışlardı.
PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARA ŞEFKAT VE SEVGİ
Peygamberimizin şefkatinin en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimizin çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı.
Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimizin mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi.
Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi.
Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Peygamberimiz özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi.
Hz. Enes diyor ki:
“Çoluk çocuğuna Peygamberimizden daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim’in Medine’nin Avali semtinde oturan bir süt annesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum halde Resulullah sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi.”
Peygamberimiz, kızı Fatıma’yı çok severdi. Bir sefere çıkacağı zaman en son ona uğrar, dönüşünde ise önce onun yanma giderdi.
Hz. Fatıma babasını ziyarete geldiğinde ise, Peygamberimiz sevgili kızını karşılamak için ayağa kalkar, alnından öper ve yanına oturturdu.
Hazret-i Fatıma’nın iki oğlu vardı: Hasan ve Hüseyin. Peygamberimiz bu torunlarım çok severdi. Onları kucağına alır, omuzuna çıkarır, okşar, sırtında taşır, oyun oynar, isteklerini yerine getirirdi.
Peygamberimiz dünyasını değiştirdiğinde Hz. Hasan 7, Hz. Hüseyin 6 yaşındaydı. Yani Peygamberimiz hayatta iken Hasan ve Hüseyin çok küçük yaşlarda idiler.
İşte Peygamberimizin iki torununun şahsında çocuklara gösterdiği sevgi ve şefkat örnekleri:
Bir gün Peygamberimiz minberde hutbe okurken Hasan ve Hüseyin’in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek aşağı iner, onları tutar, bağrına basar.
“Cenab-ı Hak, ‘Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir’ buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım” dedikten sonra konuşmasına devam etti.
Hz. Enes de kendi gördüklerini şöyle dile getiriyor:
“Peygamberimizi hutbe okurken gördüm, Hasan dizinin üstündeydi. Ne söyleyecekse halka söylüyor, sonra eğilip çocuğu öpüyor ve ‘Ben bunu seviyorum’ diyordu.”
Ebû Said anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz secdede iken torunu Hasan geldi, sırtına çıktı. Peygamber Efendimiz de onun elinden tuttu ve ayağa kalktı. Tekrar rükûa varıncaya kadar onu sırtında tuttu. Rükûdan kalktıktan sonra bıraktı ve çocuk gitti.”
Hz. Zübeyir anlatıyor:
“Bir gün gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz secdede iken Hasan geldi, sırtına bindi. Çocuk kendiliğinden ininceye kadar Peygamber Efendimiz de onu indirmedi. Peygamber Efendimiz namazda iken bacaklarını açar, Hasan da bir taraftan girer, öbür taraftan çıkardı.”
Abdullah bin Mes’ud anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına bindiler. Oradakiler karışmak isteyince, Peygamber Efendimiz onlara karışmamaları için işaret etti. Namaz bittikten sonra da kucağına aldı ve şöyle buyurdu:
“Kim beni seviyorsa, bunların ikisini de sevsin.”
Enes bin Mâlik anlatıyor:
“Bir defasında Peygamber Efendimiz secdede iken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz secdeyi uzattı.
“Oradakiler sordu:
“Yâ Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?”
“Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
“Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim.”
Katâde anlatıyor:
“Bir defasında Peygamberimiz, kızı Zeynep’ten olan torunu Amame kucağında olduğu halde yanımıza geldi. O şekilde namaza durdu. Rükûa varırken çocuğu yere bırakıyor, kalktığı zaman da kaldırıyordu.”
Bu hususta bir başka Sahabî de şöyle anlatıyor:
“Hz. Hasan ve Hüseyin sırtında olduğu halde Peygamber Efendimiz camiye geldi. Öne geçti, çocuğu sağ yanına bıraktı. Namaza durdu. Peygamberimiz secdeye vardı. Secdeyi o kadar uzattı ki, cemaat arasından başımı kaldırdım, baktım. Bir de ne göreyim? Peygamberimiz secdede, çocuk sırtına çıkmış duruyor. Tekrar döndüm, başımı secdeye koydum. Namaz bitince halk sordu:
“Yâ Resulallah, bu namazda öyle uzun bir secde yaptınız ki, şimdiye kadar sizden böyle bir şey görmedik. Bu şekilde hareket etmeniz mi emredildi, yoksa bir vahiy mi aldınız?”
“Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Ancak oğlum sırtıma çıkmıştı, kendiliğinden ininceye kadar acele ettirmeyi uygun görmedim.”
Ebû Hüreyre anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz bir gün bir omuzunda Hasan, diğer omuzunda Hüseyin olduğu halde geldi. Yanımıza varıncaya kadar bir onu öpüyor, bir de diğerim öpüyordu.”
“Yâ Resulallah, anlaşılan onları çok seviyorsunuz” dedik.
“Evet, severim. Kim onları severse beni sevmiş, kim onlara kin tutmuşsa, bana kin tutmuş olur” buyurdular.
Peygamberimiz bir yere davet edilmişti. Yolda Hz. Hüseyin’i gördü. Hüseyin kollarını açıp koşarak dedesine geleceği anda birdenbire yön değiştirip bir tarafa kaçtı. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Peygamberimiz de peşinden koşuyordu. Sonunda yakaladı, bağrına bastı:
“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim” buyurdu.
Bazen Hz. Hasan’ı da omuzuna alır ve “Allah’ım bu çocuğu seviyorum, Sen de onu sevenleri sev” buyururdu.
Peygamberimiz çocukları memnun etmek için dediklerini yapar, onların kalbini kazanırdı.
Bir seferinde Hz. Hasan’ı omuzuna almış, gidiyordu. Bir adam kendisini bu halde görünce, Hasan’a;
“Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir” dedi.
Peygamberimiz de cevap verdi:
“O da ne güzel binicidir.”
O bir peygamber olduğu halde omuzunda çocuk taşımaktan utanç duymuyor, bununla iftihar ediyordu.
Peygamberimiz çocuklara o kadar şefkatli ve hoşgörülü idi ki, bebekler ve küçük yaştaki çocuklar kucağını ıslatsalar dahi onları anlayışla karşılar, işlerini bitirinceye kadar kendi hallerine bırakırdı.
Peygamberimizin torunu Hüseyin, sütannesi Ümmü-fadl’ın yanındaydı. Bir defasında Peygamberimiz Hüseyin’i görmeye gitti. Ümmüfadl der ki:
“Hüseyin’i emziriyordum. Resulullah yanıma geldi. Çocuğu istedi, verdim. Çocuk hemen üzerine akıttı. Almak için elimi uzattım. ‘Çocuğun işemesini kesme’dedi. Sonra bir bardak su istedi ve çocuğun ıslattığı yere döktü.”
Peygamber Efendimiz çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların susturulmasını, yorulmamasını isterdi. Sevgisi ve şefkati çocukların ağlamasına dahi müsaade etmezdi.
Hanımlarını sıkı sıkıya tembih eder, Hüseyin’den söz ederek, “Bu çocuğu ağlatmayın” der, ağlayan çocuğun susturulması konusunda da şöyle buyururdu:
“Kim ağlayan çocuğunu susturuncaya kadar gönüllerse, Cenab-ı Hak ona Cennette memnun olacağı kadar nimet verir.”
Öyle ki, bazen ağlayan bir çocuk sesi duysa namazını bile kısaltır, annenin çocukla meşgul olmasına imkân verirdi.
Peygamberimiz Mescitte namaz kıldırırken cemaatte çocuklu anneler de bulunurdu.
Sahabîlerin bu husustaki anlatımı şöyle:
“Resulullah bize sabah namazını kıldırmıştı. Namazda iki kısa sûre okudu. Namaz bitince Ebû Said el-Hudrî sordu:
“Yâ Resulallah bugün daha önce yapmadığınız bir şekilde namazı kısa kıldırdınız…”
“Peygamberimiz şöyle açıkladı:
“Geride kadınlar safındaki çocuk sesini duymadın mı? Annesinin onunla ilgilenmesini temin edeyim dedim.”
Çocuğa en çok annesi şefkat gösterir. Bir hadis-i şerifte annenin çocuğuna gösterdiği şefkatten dolayı büyük sevap kazanacağı müjdelenir. Olay şöyle gelişir:
Bir gün fakir bir kadın iki kızı ile Hz. Âişe’yi ziyarete gelmişti. Hz. Âişe de evde onlara ikram için bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Âişe bu durumu Peygamberimize anlatınca, Peygamberimiz o kadın için şu müjdeyi verdi:
“Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak, Cehennemden kurtuluşa vesiledir.”
Peygamberimiz, çocuklara olan şefkatinde bir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği aynı sevgi ve merhameti, diğer Sahabî çocuklarına da gösterirdi.
Peygamberimizin hizmetçisi Hz. Zeyd’in oğlu Üsame anlatıyor:
“Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan’ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve ‘Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim’ diye dua ederdi.”
Bazı kimseler, Peygamberimizin Sahabî çocuklarını okşayıp öpmesini garip karşılıyorlardı. Kendilerinde pek olmayan bu güzel huyun, en güzel bir şekilde Peygamberimizde görülmesini tam olarak anlayamıyorlardı.
Bir defasında Akra bin Habis, Peygamberimizi, Hz. Hasan’ı öperken gördü ve şöyle dedi:
“Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim.”
Bunun üzerine Peygamberimiz, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurdu.
Yine bir gün bedevinin birisi gelerek Peygamberimize, “Yâ Resulallah, siz çocukları öper misiniz? Biz onları öpmeyiz” dedi.
Böyle bir suale Peygamberimiz, “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa ben ne yapabilirim?” buyurdu.
Peygamberimiz merhamet ve şefkat duygusunun en açık görüldüğü yerin, böylece çocuk sevgisinde ve onlara gösterilen şefkatte bulunduğunu belirtiyordu.
Çocuğu sevip öpmenin çok büyük bir sevap olduğunu da Peygamberimizden öğreniyoruz:
“Çocuklarınızı çok öpün. Çünkü her öpücük için size Cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beşyüz senelik mesafe vardır. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin defterinize sevap yazarlar.”
Peygamberimiz çocuklara gösterdiği şefkatte din ayırımı yapmazdı.
Bir Yahudinin çocuğu hastalanmıştı. Bunu duyan Peygamberimiz çocuğu ziyarete gitti. Ona Müslüman olması için telkinde bulundu. Çocuk, Müslüman olmak için babasından izin istedi. Babası müsaade etti ve çocuk Müslüman oldu.
Peygamberimizin barış zamanındaki bu güzel davranışı savaş esnasında da devam ederdi. Savaş sırasında çocukların öldürülmemesini öğütler, onlara iyi davraınlmasını tembih ederdi.
Bir savaş esnasında birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Peygamberimiz bu hadiseye çok üzüldü.
Sahabîler, “Ya Resulallah, onlar müşrik çocuklarıdır, niçin üzülüyorsunuz?” diye sordular.
Peygamberimiz, “Onlar doğdukları gibi duruyorlar. Sakın çocukları öldürmeyin, aman çocukları katletmeyin. Her can ilk yaratılışta tertemizdir” buyurarak konuya dikkatlerini çekti.
Çünkü, çocukların babası gayr-i müslim de olsa, kendileri erginlik çağına gelmedikçe mükellef sayılmamaktadır. İslâm fıtratı üzere doğdukları için, o masumluklarını mahafaza etmektedirler.
Peygamberimizin eşsiz şefkatim kız çocukları üzerinde de görmekteyiz. İslâmdan önce kız çocuklarının Arapların gözünde hiçbir değeri yoktu. Kız babası olmayı bir ayıp olarak görürlerdi. “Falan adamın damadı demesinler” diye kızlarını evlendirmek istemez, diri diri toprağa gömerlerdi. Bu vahşeti de atadan, babadan kalma bir âdet olarak görür, uygularlardı.
İşte Peygamberimiz bu zavallı masumların böyle acımasızca öldürülmelerini büyük bir cinayet olarak görüyor, bu kötü âdetin bir an önce kaldırılması için mücadele ediyordu. Kendisi kızların babası olmakla iftihar ettiği gibi, üç, iki veya bir kızı olup da onları büyütüp yetiştirenleri, İslâmî bir eğitim verenleri Cennetle müjdeliyordu.
Peygamberimiz, huzuruna bir kız çocuğu gelirse ona yakın ilgi gösterirdi.
Halid bin Said, Peygamberimizi ziyarete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan’da doğduğu için, Peygamberimiz ona ayrı bir yakınlık gösterirdi.
Çocuk kalktı, Peygamberimizin sırtında bulunan peygamberlik mührüyle oynadı. Babası yanına çekmek istedi, fakat Peygamberimiz çocuğun kalbinin kırılmaması için babasına engel oldu.
Bir seferinde Peygamberimizin eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid’in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
• • •
Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimizin huzuruna götürür, der ki:
“Yâ Resulallah, şu kızım için Allah’a bereketle dua eder misiniz?”
Peygamber Efendimiz Cemre’yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle dua buyurdu.
• • •
Çocuklarına sevgi ve şefkat gösterenlerin mükâfatı daha dünyada iken veriliyordu. Onlar hem çocuk sevme gibi bir lezzeti tadıyorlar, hem de Allah’ın rahmet ve sevgisini kazanıyorlar.
Ebû Hüreyre anlatıyor:
“Adamın biri Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. Yanında da bir erkek çocuğu vardı. Adam ikide bir çocuğu kucağına alıyor ve seviyordu. Peygamber Efendimiz sordu:
“Bu çocuğa şefkat gösteriyor musun?”
“Evet, yâ Resulallah.”
“Sen buna nasıl şefkat gösteriyorsan, Allah da senin şefkatinden daha çok şefkat eder.”
Erkek ve kız çocukları arasında ayırım yapanları Peygamberimiz hiç hoş görmezdi. Bu şekilde bir davranış sergileyenleri uyarır, hatalarını düzeltmelerini sağlardı. Onun gözünde çocuğun erkeği kızı yoktu. İkisi de şefkate ve sevgiye muhtaçtı.
Enes bin Mâlik anlatıyor:
“Peygamberimizin yanında bir adam oturuyordu. Bir ara adamın erkek çocuğu geldi. Adam çocuğu aldı dizlerine oturttu. Az sonra bir de kız çocuğu geldi. Onu da yanına oturttu.
“Peygamber Efendimiz adama sordu: “Niçin ikisini bir tutmadın?”
• • •
Peygamberimiz çocuklar arasında sevgide eşit davranılmasını istediği gibi, bağış, hediye, ikram ve hibe konularında da eşit davranılmasını isterdi.
Numan bin Beşîr anlatıyor:
“Babam malından bir şeyler hibe etmişti. Annem, ‘Bu hibeye Peygamberimizi şahit tutmazsan kabul etmem’ dedi.
“Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahitlik yapması için babam beni alarak Peygamberimize gittik. Durumu öğrenen Peygamberimiz:
“Başka çocukların var mı?’ diye sordu. “Babam, ‘Evet, var’ dedi.
“Bütün çocuklarına aynı şekilde hibede bulundun mu?”
“Babam, ‘hayır’ dedi.
“Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında eşit davranın.’
“Babam Peygamberimizin huzurundan çıktıktan sonra bana yaptığı hibeden vazgeçti.”
Peygamberimizin kendi şahsında bu eşit davranışı daha açık görüyoruz. İlk anda basit gibi görülse dahi, önemli ve kalıcı bir ölçü olması bakımından şu olay çok dikkat çekici…
Hazret-i Ali anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz bize ziyarete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa vermek için getirmişti ki, o sırada Hüseyin de uyandı. Hüseyin bardağa uzandı ve su içmek istedi. Peygamberimiz suyu Hüseyin’e vermedi, önce Hasan’a verdi.
“Bunun üzerine Fatıma dayanamadı ve ‘Hasan’ı Hüseyin’den çok seviyorsunuz gibi…’ dedi.
“Peygamberimiz, ‘Hayır, suyu önce Hasan istedi’ buyurdular.”
Baştan buraya kadar baktığımızda Peygamberimizin çocuklara ayrı bir önem ve değer verdiğini anlıyoruz, çocuk eğitiminde en faydalı ve pratik bilgileri ondan öğreniyoruz.
KERBELÂ FACİASI
Hz.Hüseyin:
“Ey bu menzilleri ve konakları bilenler, bu menzil neresidir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Onlar:
“Burası Mariye menzilidir!” dediler.
Hz.Hüseyin:
“Belki başka bir adı da olacak!” dedi.
Onlar:
“Bir adı da KERBELÂ’dır” dediler.
Hz.Hüseyin:
“Allahuekber!” dedi.
“Burası Kerb ve Belâ (Hüzün ve Belâ) yeridir!” dedi.
Muaviye’nin ölümünden sonra Yezid’in halife olmasıyla birlikte Kûfe’deki yönetim muhalifleri, derhal harekete geçerek Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırdılar. Bu amaçla Kûfe’deki muhalifler Süleyman b. Surad’ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin’e hitaben bir mektup kaleme aldılar. Mektupta, onu Kûfe’ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezid’e karşı toplamaya çağırıyorlar, şayet gelirse kendisini halife ilan ederek Yezid’e karşı savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. [1] Bu mektubu benzer talep ve vaatler taşıyan başka davet yazıları takip etti. Hz. Hüseyin, gelen çağrıların yoğunlaşması üzerine Kûfelilere hitaben şöyle bir cevap yazdı: “Bütün anlattıklarınızı anlamış durumdayım. Sizlere amcamın oğlu Müslim’i gönderiyorum. Ona halinizi, durumunuzu ve görüşlerinizi bana yazmasını emrettim. Eğer o da sizin ileri gelenlerinizin bana gönderdikleri haberlerdeki görüşler etrafında birleşmiş olduklarını yazacak olursa Allah’ın izniyle pek yakında yanınızda olurum.” [2]
Iraklılar, Hz. Ali’ye destek vererek başlattıkları iktidar mücadelesini, Muaviye’nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kûfe’den Dımaşk’e nakledildi. Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti. Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, onların yönetime karşı kinlerini daha da artırıyordu. Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsatını bulduklarında yönetime karşı isyan ettiler. Emevîler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali’nin çocuklarını ve torunlarını hatırladılar. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse Hz. Ali’ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kıyâmlar, Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldı.
Bu faaliyetlerin pek çoğu, hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanmıştır. İslam tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin’in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbelâ hadisesidir.
Burada şu hususa dikkat etmek gerekir ki Hz. Hüseyin’in Emevî yönetimine karşı harekete geçmesinin sebebi olarak, tek başına Kûfelilerin davetlerini göstermek doğru olmaz. Zira o, daha kendisine herhangi bir mektup ulaşmadan Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitmiş, şûrâ ve seçim prensiplerine aykırı şekilde kendisini halife halife ilan ettiği için Yezid’in meşruiyetini kabul etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Hüseyin’in Müslümanları idare etme konusunda kendisini Yezid’den daha ehil ve layık gördüğü de bilinmektedir. Yezid’in fâsık ve cahil olması sebebiyle Müslümanları yönetemeyeceği düşüncesi de onun siyasi mücadeleye girişmesinde belirli derecede rol oynamıştır. Hz. Hüseyin hareketinin sebepleri hakkında akla gelen bütün bu gerekçelerle birlikte Kûfe’den gelen davet mektuplarının ona harekete geçme konusunda cesaret verdiği, en azından onun siyasi faaliyet alanının zamanını ve istikametini belirlediği de bir gerçektir. [3]
Irak halkı nazarında Emevî halîfeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe’nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür.
Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim, şehre ulaşınca halkın büyük teveccühüyle karşılaştı. Başlangıçta Muhtar es-Sekafî’nin evini hareket merkezi olarak belirledi. Şehrin, mülayim bir kişiliğe sahip olan valisi Numan b. Beşîr’in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başladı. Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin’le birlikte savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplandı. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin’e haber gönderdi. [5]
Hz. Hüseyin’e, davet mektuplarının Kûfelilerden gelmiş olması, esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali hem de ağabeyi Hz. Hasan’ın siyasi merkez olarak kabul ettiği şehirdi. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşıyordu. Daha yakın zamanda Muaviye’nin gerek Ziyâd gerekse oğlu Ubeydullah eliyle onlara yaptıkları da zihinlerde canlılığını devam ettiriyordu. Üstelik 20 yıl süresince Muaviye onların gönlünü almak için dahi bir kez bile Irak’a gelmemiş, onlara iltifat etmemiştir. Bu durumda Irak halkı nazarında Emevî halifeliği İslam toprakları ve eski başkent Kûfe’nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür. Netice olarak Iraklılar, Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları dünyalıkları Muaviye eliyle Şamlılara kaptırmaları sebebiyle Hz. Hüseyin vasıtasıyla bu eski imkânlarını geri alabilmek için tekrar şanslarını denemeye karar vermişlerdir. [4]
Diğer taraftan Kûfe’de bulunan Emevî taraftarları Yezid’e haber gönderilerek valinin şehirde olup bitenlere kayıtsız kaldığını, şayet Kûfe’yi elinde tutmak istiyorsa onun yerine güçlü bir valiyi görevlendirmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine halifenin emriyle şehrin idaresi Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd’a verildi. Yeni vali Kûfe’ye gelir gelmez halkı itaate çağıran ve aynı zamanda tehdit içeren bir konuşma yaptı:
“Halife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize memur tayin etti. Bana; mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yoksullarınızı doyurmayı, devlete itaat edene iyi muamele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı sert davranmayı emretti. Ben burada onun emrini uygulayacak, emirlerini yerine getireceğim. İyilerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kırbacım; emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üzerinde olacaktır. Bundan sonra herkes dilediğiniyapabilir.” [6]
Valinin bu tehdidinin ardından Müslim b. Akîl’in yanında toplanmış olan Kûfeliler dağılmaya başladı. Bunun üzerine Müslim, şehirde Hz. Ali taraftarlarının önderlerinden Hânî b. Urve el-Murâdî’nin evine sığınarak Hz. Hüseyin adına faaliyetlerini burada devam ettirmeye başladı. Vali Ubeydullah b. Ziyâd ise onun her hareketini dikkatle takip ediyordu. Nitekim azatlı kölelerinden birisi, Hz. Ali taraftarı görünerek, Müslim’in yanına gidip gelenlerle görüşmeye başladı. Hânî’nin evine kimlerin geldiğini, burada nelerin konuşulduğunu valiye aktardı. Ubeydullah b. Ziyâd daha sonra Hânî’yi çağırarak gelişmeler hakkındaki fikrini sordu. Muhatabı başlangıçta söylenenleri inkâr etmişse de azatlı köle ile yüzleştirince Müslim b. Akîl ile ilişkisini ve evinde gerçekleştirilen faaliyetleri itiraf etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Müslim’i kendisinin çağırmadığını, onu kapısından çeviremediği için misafir olarak tuttuğunu, şayet vali izin verirse gidip kendisini evinden çıkaracağını söyledi. Ancak Ubeydullah, Müslim’i kendilerine getirmesinden başka hiçbir şeye razı olmayacağını bildirince Hânî, misafirini öldürülmek için teslim etmesinin onur kırıcı bir davranış olacağı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ubeydullah, Hânî’yi feci bir şekilde dövdükten sonra hapse attı. [7]
Ev sahibinin başına gelenleri haber alan Müslim b. Akîl kendisine katılma konusunda söz verenlere haber göndererek toplanma ve hareketlerini açıktan halka duyurma zamanının geldiğini bildirdi. Bunun üzerine şehirdeki Hz. Ali taraftarları valilik sarayına doğru harekete geçtiler. Toplanan insanların artmasıyla birlikte durumun aleyhine geliştiğini gören Ubeydullah, yanında bulunan, şehrin ileri gelenlerine, dışarı çıkarak kendi yakınlarını topluluktan ayırmalarını, itaat edecek olanlara mükâfat vaat etmelerini, isyan edecek olanları da korkutmalarını istedi. Kabile reislerinin dışarıya çıkıp yakınlarına hitaben konuşma yapmaları üzerine valilik sarayının etrafındaki kalabalık hızla dağılmaya başladı. O kadar ki Müslim b. Akîl’in yanında sadece 30 kişilik bir grup kaldı. Onların da kısa süre sonra yanından ayrılmaları üzerine Müslim ne yapacağını bilemeden şehrin sokaklarına daldı. Nihayet Kinde kabilesine mensup Tav’a isimli yaşlı bir kadının evine sığındı. Diğer taraftan vali, yatsı namazından sonra halka hitaben bir konuşma yaparak Müslim’i himaye edeni şiddetli bir şekilde cezalandıracağını, onu kendisine getiren veya yerini bildirenlere ise ödül vereceğini ilan etti. Aynı anda valinin muhafızları tarafından şehrin bütün çıkış kapıları tutularak evlerde arama yapılmaya başlandı. [8]
Ertesi günün sabahında Müslim’in, evine sığındığı yaşlı kadının oğlu, onun kendi evlerinde saklandığını valiye haber verdi. Bunun üzerine Müslim yakalanıp valinin huzuruna getirildi. Daha sonra da sarayın damına çıkarılarak burada öldürüldü. Onun ardından daha önce tutuklanmış olan Hânî b. Urve de valinin emriyle katledildi. (H.9 Zilhicce 60 / M.10 Eylül 680) [9]
Hz. Hüseyin, Müslim’in kendisini Kûfe’ye davet eden mektubunu alınca harekete geçmeye karar verdi. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs, Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimali olduğunu söyledi. Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr “Şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı oraya gitmekte hiç tereddüt göstermezdim” diyerek Hz. Hüseyin’i Irak’a gitme konusunda teşvik etti. [10] Abdullah b. Abbâs ertesi gün yeniden gelerek ona, Irak’a gitmekten vazgeçmesini, mutlaka bir hareket başlatmak istiyorsa Yemen’i tercih etmesinin daha uygun olacağını zira oradakilerin kendisini daha gönülden destekleyeceklerini ifade ettiyse de, Hz. Hüseyin’in kararını değiştiremedi. [11]
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicret’in 60. yılında Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktı. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes, ona Kûfelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulundu. Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak “Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları’yla birliktedir” diyerek Hz. Hüseyin’e Irak’a gitmemesi gerektiğini bildirdi. Ancak onun ikazı da etkili olamadı. [12] Bu esnada kafileye, Mekke’den Abdullah b. Cafer’in gönderdiği mektup ulaştı. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin’e geri dönmesi için adeta yalvarıyor, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunuyor, Mekke valisi Amr b. Sa‘îd’den kendisi için emân aldığını bildiriyordu. Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin’in Irak’a gitme kararını değiştiremedi. [13]
Hz. Hüseyin, Kûfe halkının güvenilmezliğinden ötürü kendisine geri dönmeyi tavsiye eden muhataplarına, durumu bildiğini fakat Azîz ve Celîl olan Allah’ın emrine kimsenin karşı gelemeyeceğini söyleyerek mukabele etmiştir.
Yürüyüş esnasında Hz. Hüseyin’in Kûfe’de bulunan Müslim’e haberci olarak göndermiş olduğu sütkardeşi Abdullah b. Buktur’un da Husayn b. Numeyr’in devriyeleri tarafından yakalanıp Kûfe’ye götürüldüğü ve burada Ubeydullah tarafından işkence edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Hz. Hüseyin bu son gelişme karşısında Kûfe’deki taraftarlarından tamamen ümidini kestiğini, bu noktadan sonra geri dönmek isteyenleri kınamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, kendisine destek olmak için kafileye sonradan katılanlardan bir kısmı ayrılmaya başladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin’in yanında sadece Mekke’den birlikte yola çıktığı akrabası kaldı. [16] Bu esnada Irak’tan gelen Abdullah b. Mutî, Hz. Hüseyin’e “Allah adına senden geri dönmeni istiyoruz. Allah’a yemin ederim ki sen sadece keskin kılıçlar üzerine gidiyorsun. Sana bu haberleri gönderen kimseler şayet seni savaşmak durumunda bırakmamış olsalardı, senin için her şeyi hazırlamış bulunsalardı ve bundan sonra sen onların yanına gelseydin işte bu isabetli olurdu. Fakat şu sözünü ettiğimiz durumda senin böyle bir iş yapmanı uygun görmüyorum” diyerek uyarıda bulundu. Ancak Hz. Hüseyin, muhatabına şu cevabı verdi: “Senin sözünü ettiğin bu durumu biliyorum. Fakat Azîz ve Celîl olan Allah’ın emrine hiçbir kimse karşı gelemez.” [17] Diğer taraftan Müslim b. Akîl’i etkisiz hale getiren Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Hz. Hüseyin’in Mekke’den hareket ettiği haberini alınca onun geçeceği yolları gözetim altında tutması için Husayn b. Numeyr komutasındaki askerî birliği harekete geçirdi. [14] Bu sırada Hz. Hüseyin de yoluna devam ediyordu. Sâlebiyye denilen yere geldiğinde Müslim b. Akîl’in, Ubeydullah b. Ziyâd tarafından öldürüldüğü haberi ulaştı. Bu gelişme üzerine Hz. Hüseyin’in ile birlikte hareket edenlerden bazıları Kûfe’de artık yardımcıları kalmadığı için bu noktadan daha ileri gitmenin fayda sağlamayacağını, üstelik bunun hayatlarını tehlikeye atmak anlamına geleceğini söylediler. Ancak bu defa da Müslim’in çocukları babalarının intikamını almadan geri dönmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Hüseyin bu gelişme üzerine yola devam kararı aldı. [15]
Kûfe’ye doğru yoluna devam eden Hz. Hüseyin, Zû Husum denilen yerde Kâdisiye’de konaklamış bulunan Husayn b. Numeyr’in gönderdiği Hürr b. Yezid komutasındaki askerî birlikle karşılaştı. Onların görevi Mekke’den gelen kafileyi sürekli olarak gözetim altında bulundurmak ve Kûfe’ye ulaştırmaktı. Hz. Hüseyin muhataplarına kesinlikle Ubeydullah’ın yanına gitmeyeceğini bildirdi. Hürr b. Yezid ise “Ben seninle savaşmak emrini almadım, sadece seni Kûfe’ye götürünceye kadar senden ayrılmamakla emrolundum. Kabul etmeyecek olursan seni Kûfe’ye götürmeyeceğim. Ancak sen de Medine’ye ulaştırmayacak bir yola koyul. Bu konuda ben İbn Ziyâd’a yazarım, sen de Yezid veya İbn Ziyâd’a yaz. Belki Allah bana seninle ilgili herhangi bir şeye katılmaktan esenliğe kavuşturacak bir yol açar”. Bunun üzerine Hz. Hüseyin Kûfe yolu ile Medine yolu arasında farklı bir güzergâha doğru harekete geçti. Iraklı askerler de kendisini takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Ubeydullah b. Ziyâd’ın mektubu geldi. Kûfe valisi, Hürr b. Yezid’e Hz. Hüseyin’in sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olmasını, onu susuz ve insanların uğramadıkları bir yerde konaklamaya zorlamasını emretti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat’ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbela [18] denilen yere indirildi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). [19] Bu arada Kûfe’den gelen bir topluluk, Hz. Hüseyin’in haberci olarak göndermiş olduğu Kays b. Müshir es-Saydâvî’nin Ubeydullah b. Ziyâd tarafından yakalanıp kalenin üzerinden atılmak suretiyle öldürüldüğünü bildirdiler. Artık Hz. Hüseyin için Kûfe’de en küçük bir ümit ışığı kalmamış oldu. [20]
Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbela’da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaştı. Sa‘d, kısa süre önce vali Ubeydullah tarafından Rey[21] valiliğine tayin edilmişti. Ancak Hz. Hüseyin’in harekete geçtiği haberi alınınca vali, bu hadiseyle ilgilenme görevini Sa‘d’a havale ederek, kendisine şayet bundan kaçınırsa Rey valiliğini unutmasını söyledi. Sa‘d, her ne kadar ısrarla bu vazifeden affını istediyse de muvaffak olamadı. Yakınlarının Hz. Hüseyin’in kanına bulaşmaması uyarılarına rağmen Rey valiliğinden vazgeçemediği için gönülsüz bir şekilde Hz. Hüseyin üzerine gönderilen ordunun komutasını üstlendi. [22]
Ömer b. Sa‘d, Kerbelâ’ya ulaşmasının ardından Hz. Hüseyin’e niçin Kûfe’ye gelmeye karar verdiğini sordu. Hz. Hüseyin de kendisini bizzat Kûfelilerin davet ettiğini, fakat yeni şartlar sebebiyle derhal geri dönebileceğini ifade etti. İkisi arasındaki karşılıklı görüşmeler gerek açık, gerekse gizli bir şekilde devam etti. Sonuçta herhangi bir çarpışmaya meydan vermeden meselenin halledilmesini isteyen Ömer, hem Hz. Hüseyin’in tekliflerini ihtiva eden, hem de kendisinin nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini soran bir mektubu Ubeydullah’a gönderdi. Kısa süre sonra gelen cevapta vali, ondan Hz. Hüseyin’e halifeye biati teklif etmesini, ayrıca onun su ile bağlantısının da tamamen kesilmesini istedi. Bu hadise Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden üç gün önce gerçekleşti. [23] Yeni şartlarda Hz. Hüseyin’in yanındakiler ancak çok zor şartlarda su alabildiler. Bu esnada Hz. Hüseyin, Kûfe ordusu komutanına ya geri dönmesine, ya sınır şehirlerine gidip cihad etmesine ya da Yezid’in yanına giderek meseleyi bizzat görüşmesine izin verilmesini istedi. Bu talep de derhal Ubeydullah b. Ziyâd’a ulaştırıldı. Vali kendisine yapılan tekliflerin hiç birini kabul etmedi. Üstelik yanında bulunan Şemir b. Zilcevşen’e talimat vererek Ömer b. Sa‘d’a gitmesini, Hz. Hüseyin’i teslim olmaya çağırmasını, aksi takdirde onunla savaşmasını emretti, şayet bu emirlerini yerine getirirse kendisinin de Ömer b. Sa‘d’a itaat etmesini, kabul etmezse onun başını vurarak askerlerin komutasını üstlenip Hz. Hüseyin’e saldırmasını istedi. Vali, ayrıca Şemir ile birlikte doğrudan Ömer b. Sa‘d’a şu şekilde yazılmış bir mektup gönderdi: “Ben seni Hüseyin’e onunla savaşmaktan geri kalman, onu ilerletmen, ona uzun süre tanıman, ya da bana karşı ona şefaat etmen için göndermedim. Şimdi iyi dinle. Şayet Hüseyin ve beraberindekiler benim vereceğim karara razı olup teslim olurlarsa, onları bana gönder, kabul etmeyecek olurlarsa onları öldürünceye kadar savaş. Bizim emirlerimizi uygulayacak olursan, dinleyip itaat edenler nasıl mükâfatlandırılırsa, biz de seni aynı şekilde mükâfatlandırırız. Kabul etmeyecek olursan da askerlerimizin başından ayrıl ve komutayı Şemir’e bırak”. Ömer b. Sa‘d, Kûfe’den gelen bu emir sebebiyle rahatsız oldu, ancak görevini Şemir’e devretmeyerek Hz. Hüseyin’e karşı düzenlenecek saldırıyı bizzat idare etmeye karar verdi. [24]
9 Muharrem gecesi yanındakileri toplayan Hz. Hüseyin, Kûfelilerin asıl hedefinin kendisi olduğunu, dolayısıyla isteyenin burayı terk ederek canını kurtarabileceğini, gidenlerin de hiçbir zaman kınanmayacağını söyledi. Ancak yanında yer alanların tamamı sonuna kadar kendisiyle birlikte olacaklarını bildirdiler.
Ubeydullah b. Ziyâd’dan gelen son talimatla birlikte artık savaş kaçınılmaz hale geldi. Saldırı vaktinin yaklaştığını fark eden Hz. Hüseyin Muharrem’in 9’u Perşembe günü (9 Ekim 680), Ömer b. Sa‘d’a haber göndererek ertesi sabaha kadar saldırıyı ertelemelerini, gece boyu ibadet edip mağfiret dileyeceklerini bildirdi. Komutan bu teklifi kabul etti. Gece yarısı yanındakileri toplayan Hz. Hüseyin, Kûfelilerin asıl hedefinin kendisi olduğunu, dolayısıyla isteyenin burayı terk ederek canını kurtarabileceğini, gidenlerin de hiçbir zaman kınanmayacağını söyledi. Ancak yanında yer alanların tamamı sonuna kadar kendisiyle birlikte olacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin savunma amacıyla çadırların birbirlerine yaklaştırılmasını, kadın ve çocukların da ortada toplanmasını istedi. [25]
Ertesi gün (10 Muharrem Cuma 61/10 Ekim 680) her iki taraf sabah namazını kaldıktan sonra savaş vaziyeti aldı. Hz. Hüseyin saldırı emri bekleyen Kûfelilere tekrar uzun bir konuşma yaptı. Kendisinin bizzat Kûfe ordusunda bulunan kişilerin davet mektupları sebebiyle burada olduğunu söyledikten sonra Mekke’ye mektup gönderenlerin isimlerini saydı. Ancak oradakiler biz böyle bir şey yapmadık diyerek Hz. Hüseyin’e yaptıkları davet çağrılarını inkar ettiler.[26] Bu esnada ilginç bir olay gerçekleşti: Mekke-Kûfe yolunda Hz. Hüseyin’i karşılayan ve onun geri dönmesine engel olan ilk Irak birliğinin komutanı Hürr b. Yezid, Ömer b. Sa‘d’ın ordusundan ayrılarak Hz. Hüseyin’in saflarına katıldı. Daha önceki davranışlarından dolayı kendisinden özür diledi ve onun yanında savaşacağını bildirdi. Ardından da arkadaşlarını Hz. Hüseyin’e karşı savaşmamaları konusunda uyarmaya çalıştı. Ancak konuşmaları herhangi bir netice vermedi. [27]
Hürr’ün Hz. Hüseyin tarafına geçmesinin ardından Kûfe birliğinin komutanı Ömer b. Sa‘d’ın Hz. Hüseyin tarafına atmış olduğu okla savaş başladı. Hz. Hüseyin’in yanında bulunanlar onu korumak amacıyla etrafını sarmış vaziyette savaşıyorlardı. Bu hususta en fazla gayret gösterenlerden birisi de Kûfeli Hürr b. Yezid idi. Ancak az sayıdaki Hz. Hüseyin taraftarlarının dört bir yandan yapılan yoğun hücumlara mukavemet göstermeleri mümkün değildi. Diğer taraftan komutan Ömer b. Sa‘d, Husayn b. Numeyr’e doğrudan Hz. Hüseyin’i hedef alan bir saldırı gerçekleştirmesini emretti. Bu saldırı neticesinde Hz. Hüseyin’i korumaya çalışanlar sırasıyla öldürüldüler. Nihayet geride sadece Hz. Hüseyin kaldı. Ancak Kûfeli askerlerden yanına gelen herkes geri dönüyor hiç kimse onu öldürmeye cesaret edemiyordu. Nihayet Şemir’in teşviki ve kesin emriyle askerler hep birlikte saldırdılar. İlk önce Mâlik b. Nusayr isimli Kûfeli onun başına vurarak yaraladı. Aynı anda Kûfeli komutanlardan Husayn b. Numeyr’in attığı ok Hz. Hüseyin’in boğazına saplandı. Bunun hemen ardından Şemir yanındaki on kişiyle yaralı vaziyette bulunan Hz.Hüseyin’in üzerine yürüyerek öldürücü darbeler vurdu. Bu son saldırı neticesinde Hz. Hüseyin şehit edildi. Kûfeliler onu öldürdükten sonra eşyalarını yağmaladılar. Çadırlarda bulunan mallar gasp edildi. Askerler bu esnada çadırlardan birinde Hz. Hüseyin’in hasta vaziyette yatan oğlu Zeynelâbidin adıyla tanınan Ali’yi buldular. Şemir onu da öldürmek istediyse de yanındakiler çocuk yaşta, üstelik hasta olan bir kişinin öldürülemeyeceğini söyleyerek onun cinayetine engel oldular. Sonuçta Hz. Hüseyin de dâhil olmak üzere Kerbelâ hadisesinde 72 kişi Kûfeliler tarafından öldürüldü. Kaynaklarda çarpışmalar esnasında Kûfelilerin de 88 kayıp verdikleri rivayet edilir. [28]
İslam tarihi kaynaklarında Yezid b. Muaviye’nin Hz. Hüseyin ve taraftarlarının başına gelenlere çok üzüldüğü, hadisenin bu noktaya gelmesinde Ubeydullah b. Ziyâd’ı sorumlu tuttuğu ve ona lanet okuduğu rivayetleri mevcuttur. Ancak Yezid’in bu hususta Ubeydullah’a karşı herhangi bir yaptırım uygulamamış olması, onun gelişmeleri gerçek anlamda onaylamadığı görüşüne şüphe düşürür mahiyettedir.
İslam tarihçileri Kerbelâ hadisesini teferruatıyla aktardıktan sonra, bu olaya doğrudan veya dolaylı müdahil olanların sorumlulukları üzerine bir takım değerlendirmeler yapmışlardır. Bunun sonucunda hadisede birinci derecede sorumlu olanlar halîfelik makamında bulunan ve hadisenin siyasî mesuliyetini yüklenen Yezid, onun Kûfe’deki valisi Ubeydullah b. Ziyâd ve emrindeki komutanlar, Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet edip sonra da yalnız bırakan, üstelik Kerbelâ’da bizzat kendi elleriyle katleden Kûfelilerdir. Zira Hz. Hüseyin’in katilleri arasında Ümeyyeli veya Şamlı hiç kimse yoktur. Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Kerbelâ’da meydana gelen katliamın görünen sorumlusu olmakla birlikte, hadisenin siyasî ve gerçek sorumlusunun devlet başkanlığı makamında bulunan Yezid’in olduğu açıktır. Hz. Hüseyin başta olmak üzere yakınlarının şehit edilmesi, ayrıca daha sonra gerçekleşecek olan Medine istilâsı ve Mekke’nin muhasarasıyla birlikte Kâbe’nin mancınıklarla tahrip edilmesi hadiselerinin baş sorumlusu olması sebebiyle Yezid b. Muaviye, İslam tarihi boyunca Müslümanların hafızasında belki de en çok nefret edilen şahıs olmuştur. O kadar ki, onun ismi insanlar arasında hakaret sıfatı olarak kullanılmıştır ki, bu anlayış günümüzde de devam etmektedir.Hz. Hüseyin ve onunla birlikte öldürülenlerin kesik başları çarpışmaların hemen ardından vali Ubeydullah b. Ziyâd’a götürüldü. Ömer b. Sa‘d da iki gün sonra Hz. Hüseyin’den kalan kadın ve çocukları Kûfe’ye sevketti. Geride bırakılan şehit cesetleri bölgede yaşayan Benî Esed kabilesi mensupları tarafından Hâir denilen yere defnedildi. [29] Hz. Hüseyin’in ve arkadaşlarının başlarıyla kadın ve çocuklar Kûfe’den başkent Şam’a götürüldü. İslam tarihi kaynaklarında Yezid b. Muaviye’nin Hz. Hüseyin ve taraftarlarının başına gelenlere çok üzüldüğü, hadisenin bu noktaya gelmesinde Ubeydullah b. Ziyâd’ı sorumlu tuttuğu ve ona lanet okuduğu rivayetleri mevcuttur. Ancak Yezid’in bu hususta Ubeydullah’a karşı herhangi bir yaptırım uygulamamış olması, onun gelişmeleri gerçek anlamda onaylamadığı görüşüne şüphe düşürür mahiyettedir. Anlaşılan odur ki, Yezid, hadiseden dolayı üzüntüsünü göstermekle birlikte, bu üzüntüsünün gereğini yerine getirmemiş, sorumlular hakkında herhangi bir tahkikat yapmamıştır. Üstelik Ubeydullah, onun zamanında Kûfe’de olağanüstü yetkilerle görev yapmaya devam etmiştir. Bundan dolayı, üzülmek bir yana, istemediği yöntemlerle de olsa en büyük siyasî rakibinden kurtulmuş olması sebebiyle Yezid’in sonuçtan memnuniyet duyduğunu söylemek bile mümkündür. Bununla birlikte Yezid, yanında bulundukları süre zarfında Hz. Hüseyin’in geride bıraktığı ailesine özel misafiri muamelesi yapmış, bir süre sonra her türlü ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle yanlarına muhafız birlikleri görevlendirerek onların salimen Medine’ye ulaşmalarını sağlamıştır. [30]
Kerbelâ’nın asıl sorumlularının Yezid, valisi Ubeydullah ve onu önce davet edip ardında da bizzat katleden Kûfelilerin olduğu hususunda tarihçiler arasında genel bir ittifak vardır. Ancak bununla birlikte bazı tarihçiler, hadisenin bu şekilde neticelenmesinde Hz. Hüseyin’in de ihmal ve sorumluluğunun bulunduğuna dikkat çekerler. Onlara göre pek çok sahâbe önderi ona Mekke’yi terk edip Kûfe’ye gitmemesi, mutlaka harekete geçmesi gerekiyorsa bunun yerine Yemen’i tercih etmesi konusunda uyarıda bulunmalarına rağmen Hz. Hüseyin, tek başına karar vererek ikazları dikkate almamış, istişare prensibine aykırı davranmıştır. Üstelik düşmanla muharebeye giderken de ihtiyatlı davranıp yanında kendisini koruyacak kadar asker bulundurmamış, sonu belli olmayan bu harekete girişerek aile fertlerinin de canlarını tehlikeye atmıştır. Kûfelilerin güvenilmez insanlar olduğunu babası ve ağabeyinin tecrübelerinden açıkça bilmesi, ayrıca temsilcisi olarak gönderdiği Müslim b. Akîl’in öldürüldüğünü haber almasına rağmen geri dönmemiş ve Kûfe’ye hareketini sürdürmüştür. Onun bu davranışı Ehl-i Beyt’in büyük bir kısmının yok olmasına sebep olmuştur. [31]
Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, Kerbela olayı sebebiyle Hz. Hüseyin’in adı daha öne çıkmıştır.
Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dinî hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasi adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbela hadisesi olmuştur. Hulasa Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasi hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin’in adı daha öne çıkmıştır. Şiiler tarafından Hz. Hüseyin’in şehit edildiği tarih büyük ihtifallerle hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken Hz. Ali’nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmemiştir. Gerçekten günümüzde de İmâmiyye’nin gönül ve duygu dünyasını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Onun trajik sonu İslam edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okutulmak üzere “maktel”, “Maktel-i Hüseyin” adı verilen mersiyeler kaleme alınmıştır. [32] Kerbela hadisesi, yakın ve uzak neticeleri açısında İslam tarihinin önemli ve karmaşık olayları arasında kabul edilir. Kerbela sebebiyle gerek devlet başkanı Yezid gerekse Emevî hanedanına karşı toplumda büyük infiale sebep olmuştur. Nitekim Hz. Hüseyin’in öldürülmesine tepki olarak çeşitli şahıs ve gruplar tarafından, farklı gayeler güdülerek pek çok isyan gerçekleştirilmiştir. Sonuçta bu olay, Emevîlerin Müslüman kamuoyunun desteğini önemli ölçüde kaybetmesine sebep olmuş ve hanedanın yıkılışına kadar yönetim aleyhtarı faaliyetlerin en önemli propaganda malzemesi haline gelmiştir. Hadiseyi gayeleri uğruna en iyi kullananlar ise Horasan’da başlattıkları isyan sonucunda iktidarı Emevîlerin elinden alan Abbâsîler’dir. Bundan dolayı İslam tarihçileri Emevî devletinin yıkılış sebepleri arasında Hz. Hüseyin’in öldürülmesini öncelikli olarak zikrederler.
Dipnotlar
[1] Ebû Mihnef, Maktelü’l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997, s. 17; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl,(nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam), s. 207-208, 212; Ya‘kûbî, Tarih,I-II, Beyrut 1960, II, 241-242; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye,I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif–Mektebetü’n-Nasr), VIII,151-152.
[2] İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse,(thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, II, 4; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 212-213; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk,(thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), Tarih, V, 347-348; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih,I-IX, Beyrut 1986, III, 266-267.
[3] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, İstanbul 1996, s. 339-350; Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 215-222.[4] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 113; Vida, Della, “Emevîler”, İA, IV, 243.
[5] Ebû Mihnef, Maktelü Huseyn, s. 19; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4; Ya‘kûbî, Tarih, II, 242; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk,(thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 325; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152.
[6] Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 213-215; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 64; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 267-269; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152-154.
[7] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4-5; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 215-219; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; İbn Abdirabbih, KitabuIkdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 378; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 66-67; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 154-155.
[8] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.220-221; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 67-68; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155.
[9] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 221-223; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Taberî, Tarih, V, 347-393; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 378-379; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 68-70; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326-327; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 269-275; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155-157.
[10] Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 64-65; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 328-329; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 159-160.
[11] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 223-224; Taberî, Tarih, V, 382-385; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 160-163. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 247-253.
[12] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 226; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV,384; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 166.[13] Taberî, Tarih, V, 386-389; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 275-277; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 163-164.
[14] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 224; Taberî, Tarih, V, 394, 401.
[15] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228-229; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 168-169.
[16] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228; Taberî, Tarih, V, 394-399.
[17] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-278.
[18] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, I-V, Beyrut 1975, IV, 445.
[19] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5-6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228-232; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243-244; Taberî, Tarih, V, 401-404., 408-409; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 379; Mes‘ûdî,Mürûcü’z-Zeheb, III,70; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 335-336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 169-170, 172-174.
[20] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 226; Taberî, Tarih, V, 405.
[21] Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, III, 116-122.
[22] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 232-233; Taberî, Tarih, V, 409-410; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336.
[23] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 233; Taberî, Tarih, V, 410-412.
[24] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 233-235; Taberî, Tarih, V, 413-416; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336-337; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 170-171, 175-176.
[25] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 235; Taberî, Tarih, V, 417-422; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd,IV, 380; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 338-339.
[26] Taberî, Tarih, V, 423-426; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 339.
[27] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 235-236; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 180. Bu konuda bk. Sarıcık, Murat, “Kerbelâ Olayında el-Hürr b. Yezid ve Hz. Hüseyin’le Mücadelesi”, Süleyman Demirel ÜİFD, sy. 2, Isparta 1995, s. 103-148.
[28] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 236-238; Ya‘kûbî, Tarih, II, 244-245; Taberî, Tarih, V, 427-455; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 380; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,III, 71; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 340-341; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 279-296; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 179-188.
[29] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 238; Taberî, Tarih, V, 455-459; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 341; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 190-191.
[30] İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6-7; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 238-240; Taberî, Tarih, V, 459-471; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 341-346; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 296-300; 194-198.
[31] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 275-288.
[32] bk. Fığlalı, E. Ruhi, “Hüseyin”, DİA, XVIII, 521. Bu konuda geniş bilgi için bk. Ebû Mihnef,Maktelü’l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997; Taberî, İstişhâdü’l-Hüseyn,(thk. Seyyid Cemîlî), Beyrut 1985.
Mizan dolusunca, ilmin müntehasınca, ilahî rızanın son noktasınca, nimet sayısınca ve arşın ağırlığınca Allah’a hamd, Rasûlü (sav)’ne salat ü selam olsun.
Allah’ım seni şahit tutuyoruz, arşını taşıyan melekleri, bütün mahlûkatı şahit tutuyoruz ki senden başka ilah yoktur, sen teksin, ortağın yoktur ve Hz. Muhammed (sav) kulun ve elçindir. Yüce arşın rabbi olan Allah’ım, seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz.
Allah’ım, bilerek şirk koşmaktan sana sığınıyoruz; bilmeden koştuğumuzdan dolayı affını diliyoruz.
Bize olan nimetinin son bulmasından, lütfettiğin esenliğin değişmesinden, cezanın aniden gelmesinden ve her türlü gazabından sana sığınıyoruz.
Senden bereket, rahmet, lütuf ve esenlik diliyoruz; hiçbir zaman yok olup gitmeyen ebedî nimetini diliyoruz; korku gününde güvenlik, yokluk gününde varlık diliyoruz; bize verdiklerinin de vermediklerinin de şerrinden sana sığınıyoruz.
Allah’ım, bize imanı, salih ameli sevdir ve gönüllerimizi onlarla süsle; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster ve bizi onlardan uzak tut. Bizi gerçek anlamda olgunluğa, hakka ulaşanlardan eyle.
Allah’ım senden bugünün/gecenin hayrını, genişlik ve kolaylığını, başarısını, aydınlığını, bereketini ve hidayetini diliyoruz; bugünde/gecede bulunan kötülüklerden ve sonraki günlerin şerrinden sana sığınıyoruz.
Allah’ım, keder ve üzüntüden sana sığınıyoruz, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, borçların baskın gelmesinden ve insanların zulmüne uğramaktan sana sığınıyoruz.
Allah’ım bizi utandıracak davranışlardan sana sığınıyoruz, mahvımıza sebep olacak arkadaştan, bizi oyalayıp gaflete sokacak uzun emelden, seni anmayı unutturacak fakirlikten ve bizi azdıracak zenginlikten sana sığınıyoruz; bizi senden ayıracak her şeyden sana sığınıyoruz.
Allah’ım, bize günahla aramıza engel olacak kadar korkundan, bizi sayesinde cennetine ulaştıracağın itaatinden, bize kendisiyle dünya musibetlerini hafifleteceğin yakîn bilgisinden (imandan) nasip ver; bize zulmedenlerden öcümüzü sen al, bize haksızlık yapanlara karşı bize yardım et; karşılaşabileceğimiz musibetler dinimiz hususunda olmasın; dünyayı en büyük tasa kaynağımız ve bilgiden ulaşacağımız son nokta yapma, bize acımayacak kimseleri bize musallat etme.
Allah’ım, hayatımızın en hayırlı kısmı sonu olsun, amellerimizin en hayırlısı en son işlediğimiz amel olsun, günlerimizin en güzeli sana kavuştuğumuz gün olsun; Rabbimiz, bize ölümü de ölümden sonrasını da bereketli kıl.
Allah’ım, sen Rabbimizsin, senden başka ilah yok; sana verdiğimiz söz ve ahide gücümüz yettiği ölçüde bağlı kalmaya çalışıyoruz; yaptığımız kötü işlerden sana sığınıyoruz; bize olan nimetini dile getiriyor, günahımızı itiraf ediyoruz, günahlarımızı bağışla, senden başka günahları bağışlayacak yoktur.
Allah’ım, bağışlamadığın hiçbir günahımız, gidermediğin hiçbir sıkıntımız kalmasın, karşılamadığın hiçbir borcumuz, bu dünya ve ahiret ihtiyaçlarımdan hiçbir ihtiyacımız kalmasın, ey merhametlilerin en merhametlisi.
Allah’ım, bizi doğru yola ilet, bizi takvayla süsle, dünyada da ahirette de bizi bağışla. Senin lütuf ve kereminden temiz ve bereketli bir rızık diliyoruz. Rabbim! Bizi bağışla, günahlarımızı affet, verdiğin rızıktan bizi faydalandır, bize verdiğin nimetleri bereketli kıl, bize gizli kalan her şeyde bize hayır nasip et.
Allah’ım, hayır adına neyi seviyorsan bize de onları sevdir, kötülük adına neden hoşlanmıyorsan bizi de onlardan nefret ettir ve uzaklaştır, bize bahşettiğin İslâm nimetini elimizden alma.
Allah’ım! Sen bizim gizlimizi de açığımızı da biliyorsun, özrümüzü kabul buyur; ihtiyacımızı biliyorsun, istediğimizi ver; ne yaptığımızı biliyorsun, günahlarımızı bağışla! Senden kalbimize doğrudan ulaşan bir iman, doğru bir hakikat bilgisi diliyoruz ki yazdığından başkasının başımıza gelmeyeceğini bilelim ve yazdığına razı olalım.
Allah’ım, ey kalpleri evirip çeviren, kalbimizi dinin üzere sabit kıl. Senden rahmetine nail olmamızı sağlayacak davranışları ve bağışlamana layık olmamızı sağlayacak çabaları bize nasip etmeni diliyoruz, her hayra kavuşmayı ve her günahtan uzak kalmayı, cennete ulaşmayı ve cehennemden kurtulmayı diliyoruz. Senden bizi doğru yola erdirmeni, takvayı, çirkin davranışlardan sakınmayı ve kimseye muhtaç olmamayı diliyoruz. Senden her türlü hayrı diliyor, her türlü şerden sana sığınıyoruz. Bizi umduklarımıza nail et, korktuklarımızdan güvende kıl.
Allah’ım! Bizi sevgilin Hz. Muhammed (sav) ve dostun Hz. İbrahim (as)’in dini üzere sabit kıl. Bizi dininle, tâatinle ve Rasûlü (sav)’ne itaatle koru. Koyduğun sınırları aşmaktan bizi muhafaza et. Bizi, seni seven, meleklerini ve peygamberlerini, salih kullarını seven kimselerden eyle; Bizi kendine, meleklerine, peygamberlerine ve salih kullarına sevdir.
Allah’ım, senin indirdiğine inandık ve Resûl’e tabi olduk, bizi şahitlerden yaz! Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inandık. Allah’ım, bizi bu inancımızda sabit kıl, bizi topuklarımız üzerine gerisin geri döndürme; bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi haktan saptırma, bize katından bir rahmet, halimizden kurtuluş, doğruya ulaşma yolu bahşet. Rabbimiz, bizi, babalarımızı, annelerimizi, eşlerimizi, soyumuzu ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, imana ermiş olanlardan hiçbirine karşı kalplerimizde bir kin bırakma.
Allah’ım, kendisine salat okumayı bize emrettiğin gibi sen de Hz. Muhammed (sav)’e salat eyle; O’na layık olduğu şekilde salat eyle; razı olduğun ve hoşnut kaldığın şekilde ona salat eyle.
Rabbimiz, sayesinde düğümlerin çözüldüğü (güçlüklerin aşıldığı), üzüntülerin dağıldığı, ihtiyaçların giderildiği, isteklere ve güzel sona ulaşıldığı, bulutlardan keremli yüzü suyu hürmetine yağmurun istendiği efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e mükemmel şekilde salat eyle ve tam şekilde selam et. O’na, ailesine ve ashabına her bakış ve solukta, sana malum olan şey sayısınca salatü selam olsun!
Rabbimiz, Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e öyle bir salat eyle ki onunla bizi bütün afet ve tehlikelerden kurtar, onunla bütün ihtiyaçlarımızı gider, onunla bizi bütün günahlardan temizle, onunla bizi en yüksek derecelere yükselt, onunla bizi hayatta ve öldükten sonra umulan en yüce hayırlara ulaştır, ey merhametlilerin en merhametlisi.
“Ya Rabbi!.. Faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.”
“Ya Rabbi!.. Sana ve Resulüne itaat etmemizi ve bildirdiklerinle amel etmemizi nasip eyle”
“Ya Rabbi!.. Bildiğimiz bilmediğimiz bütün iyilikleri ver, bildiğimiz bilmediğimiz bütün kötülüklerden de koru.”
“Ya Rabbi!.. Her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru.”
“Ya Rabbi!.. Bizi sabreden ve şükredenlerden eyle.”
“Ya Rabbi!.. Bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle.”
“Ya Rabbi!.. Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan Sana sığınırım.”
“Ya Rabbi!.. İşinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadedini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle.”
“Ya Rabbi!.. Kusurlarımızı ört, korkulardan emin kıl ve borçlarımızı ödememizi nasip eyle.”
“Ya Rabbi!.. Sıhhat, afiyet ve güzel ahlak ver. Kaza ve kadere rıza gösterenlerden eyle.”
“Ya Rabbi!.. Gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan, kötü arkadaştan ve kötü komşudan Sana sığınırım.”
“Ya Rabbi!.. Zulmetmekten ve zulme uğramaktan Sana sığınırım.”
“Ya Rabbi!.. Bize dünya ve ahirette güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru.”
“Ya Rabbi!.. Bedenime, kulağıma, gözüme sıhhat ver. Küfürden, fakirlik ve kabir azabından Sana sığınırım.”
“Ya Rabbi! Ölünceye kadar ibadet etmemizi, ömürümüzün hayırlı amellerle sona ermesini nasip et ve Cennetini ihsan eyle”
Peygamberimizin Doğruluğu
Peygamberimiz, doğruluk ve dürüstlüğün en güzel örneği idi. O, çocukluğundan itibaren doğruluktan ayrılmamış, hiç yalan söylememiştir. Peygamberliğinden önceki gençlik döneminde doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, “Muhammedü’l-Emin” yani, “Güvenilir Muhammed” denilirdi. Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmiş, kendisine yalancı diyememişlerdi.
Peygamberimizin Merhameti
Peygamberimizin Cömertliği
Peygamberimizin Dilencilikten Nefret Etmesi
Peygamberimizin Alçakgönüllülüğü
Peygamberimizin Övülmekten Hoşlanmaması
Peygamberimizin Adaleti
Peygamberimizin Cesareti
Peygamberimizin Allah’a Güvenmesi
Peygamberimizin Misafirseverliği
Peygamberimizin İbadeti
Peygamberimizin Allah Korkusu
Peygamberimizin Aile Hayatı
PEYGAMBERİMİZİN KADINLARA ŞEFKATİ
PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLARA ŞEFKAT VE SEVGİSİ
PEYGAMBERİMİZİN AHDE VEFASI
PEYGAMBERİMİZİN ŞECAAT VE CESARETİ
PEYGAMBERİMİZİN ŞAKALARI
• • •
• • •
• • •
• • •
• • •
• • •
• • •
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (SAV) SÜNNETLERİ
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) Hadis-i şerif’inde şöyle buyuruyor: “Bir kimse, İslâm’da bir Sünnet-i Hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur.” (Hâdis-i şerif-Sahih-i Müslim)
SÜNNET: Yol, kânun, âdet.
Peygamber Efendimizin (sav) mübarek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
Peygamber Efendimiz (sav) Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor: “Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevabı vardır.” (Hâdis-i şerif-Hadîka)
“On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvak kullanmak, mazmaza (ağıza su alma), İştinşak (buruna su çekme) , tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile İstincâ (önden ve arkadan necaset, pislik çıkan yerleri temizlemek.)” (Hâdis-i şerif-Tebyîn-ül-Hakâyık)
İbn-i Abidin (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delilden biri. Hâdis-i şerif’ler.
Edille-i şer’iyye, din bilgilerinin elde edildiği kaynaklar dörttür: Kitab (Kur’ân-ı kerim), Sünnet, icmâ-ı ümmet (Bir asırda bulunan, Kur’ân-ı kerim ve. Hâdis-i şerif’lerden mana çıkarabilen müctehid denilen derin âlimlerin, dini bir işin hükmünde birleşmeleri, aynı sözü söylemeleri veya aynı işi yapmaları.) Ve kıyas-ı fukahâ (Hükmü, manası nasstan yani Kur’ân-ı kerim ve Hâdis-i şerif’ten açıkça anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye benzeyen başka bir şeyin hükmünden anlamakdır.)
İmam-ı Şa’rânî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Sünnet, Kur’ân-ı kerimi tefsir etmekte, açıklamaktadır. Mezheb imamları (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî), sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, Mezheb imamlarının sözlerini açıklamışlardır. Kıyamete kadar da böyle olacaktır. Sünnet olmasaydı; Sular ve taharet (temizlik) bahislerini, Namazların kaç rekât olduklarını, Rükû ve Secdede okunacak tesbihleri, Bayram ve Cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, Orucun, Haccın farzlarını ve Nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerimde bulamaz ve öğrenemezdi.
Şeriat. Yani. İslâm dini.
Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor: “Sünnetimi terk edene, şefaatim haram oldu.” (Hâdis-i şerif-Şerh-i Hâdis-i Erbain)
“İslâm dini garib olarak başladı. Son zamanlarda da garib olacaktır. Bu garib insanlara müjdeler olsun! Bunlar insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler.” (Hâdis-i şerif-Mektûbât)
Sünnet-i Gayri Müekkede: (Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber Efendimizin (sav), ibadet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibadetler. Buna, Müstehab da denir.
İbn-i Abidin (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rekâtlık sünnetleri, sünnet-i gayr-i Müekkededir.
Sünnet-i Hasene: İlk asırda (Resûlullah Efendimiz (sav) ve O’nun arkadaşları olan Ashab-ı kiram zamanında) asılları itibarîyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minare, mektep yapmak ve kitab yazmak gibi, İslâm’ın izin verdiği, hatta emrettiği güzel ve faydalı işler.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) Hadis-i şerif’inde şöyle buyuruyor: “Bir kimse, İslâm’da bir Sünnet-i Hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur.” (Hâdis-i şerif-Sahih-i Müslim)
Abdülganî Nablüsî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Minare, Müstehab olan sünnet-i Hasene’dir. Çünkü müezzinin, ezanı yükseğe çıkıp okuması sünnettir. Minare, bu sünnete yardım etmektedir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bidatleri (dinde ortaya çıkan, yapılan yenilikleri) iki kısma ayırdılar. Sünnete muhalif olmayan yeniliklere, yani birinci asırda Ashab-ı kiram zamanında aslı bulunanlara, bidat-ı Hasene (güzel, beğenilen bidat) dediler. Aslı bulunmayanlara (dinden olmayan ve ibadet olarak yapılan şeylere), bidat-i Seyyie (kötü, çirkin bidat) dediler. İmam-ı Rabbanî Hazretleri (k.s) ise, aslı bulunanlara bidat ismini bulaştırmadı. Bunlara, Sünnet-i Hasene dedi. Mevlid okumak, minare, türbe yapmak böyledir. Bidat ismini, yalnız aslı bulunmayanlara verdi.
Sünnet-i Hüdâ: Sünnet-i Müekkede.
Sünnet-i Kifâye: Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sakıt olan (düşen) sünnet.
Kutbüddîn İznikî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Selâm vermek, İtikâfa girmek (ibadet niyetiyle mescidde bir miktar durmak) ve dinin izin verdiği işlerin evvelinde Besmele-i şerife yi söylemek, teravih namazını camide cemaatle kılmak Sünnet-i Kifâye’dir.
Sünnet-i Müekkede: Peygamber Efendimizin (sav) devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibadetler. Buna, Sünnet-i Hüdâ da denir.
Abdülganî Nablüsî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Sabah, öğle ve akşam namazının sünnetleri, yatsı namazının son iki rekât sünneti, sünnet-i Müekkededir. Ayrıca ezan okumak, kamet getirmek, cemaate devam etmek, abdest alırken misvak kullanmak, Müekked sünnetlerdendir.
İbn-i Abidin (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Namazda Müekked sünneti terk, Tahrîmen (harama yakın) mekruh olur.
Sünnet-i Seniyye: Övülen, medh edilen sünnet; İslâm dini. Resûlullah’ın yolu.
İmam-ı Rabbanî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Seâdete (kurtuluşa) ermek için; Sünnet-i Seniyyeye yapışmak ve bidatlerden (dinde sonradan çıkan yeniliklerden, reformlardan) kaçınmak lâzımdır.
Mest üzerine mesh etmenin caiz olduğu, Sünnet-i Seniyye ile sabittir.
Ahmed Fârûkî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Kalbin, Allah’u Teâlâ’dan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, Resûlullah Efendimizin (sav) Sünnet-i Seniyye sine tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i Seniyyeye uymak, nefsin, kalbi karartan isteklerini yok eder.
Sünnet-i Seyyie: İslâmiyet’in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber Efendimiz (sav) ve dört halifesinin zamanında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibadet olarak yapılan şeyler.
Rasûlullah Efendimizin (sav) Hadis-i şerif’inde şöyle buyuruyor: “Bir kimse, İslâm’da bir Sünnet-i Seyyie çığrı açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.” (Hâdis-i şerif-Sahih-i Müslim)
Ali Mahfuz (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Bidatler, yani dinde reformlar, sonradan ortaya çıkarılan yenilikler, Sünnet-i Seyyiedir. Namazdan sonra hemen Ayet-el-kürsî’yi okumak yerine Salâten Tüncînâ’yı ve başka duaları okumak Sünnet-i seyyie’dir. İslâm dinî, din bilgilerinde ve ibadetlerinde değişiklik yapılmasını şiddetle yasak etmiştir.
Sünnet-i Zevâid: Peygamber Efendimizin (sav), ibadet olarak değil de, âdet olarak devamlı yaptığı işler. Bunlara edeb de denir.
İbn-i Abidin (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Resûlullah Efendimizin (sav) elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması Sünnet-i Zevâid’dendir.
Sünnet-i Zevâid’i yapmak mecburî değildir. Fakat yapanlara çok sevâb verilir. Zevâid sünnetleri terk etmek mekruh olmaz. Bununla beraber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah Efendimize (sav) tâbi olmak, dünyada ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli seâdetlere (kurtuluşa, huzura) yol açar.
Sünnet Olmak. Erkek. Çocuğun. Sünnet derisinin. Çepeçevre kesilmesi. Hitan.
Hitan. Erkek çocuğun. Sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun. Sünnet yeri.
Alâüddîn-i Haskefî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Çocuğu sünnet ettirmek Peygamber Efendimizin (sav) mühim sünnetlerindendir. İslâmiyet’in şiarı, alâmeti ve nişanıdır. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin bildirilmemiştir. Yedi ile on iki yaş arası en iyisidir. Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbir’i söylenir. Sünnet olmayanlarda çeşitli hastalıklar olur.
İmam-ı Kastalânî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: Resûlullah Efendimiz (sav) doğduğu zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü.
Abdülganî Nablüsî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar: İmana gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir. Hiç olmasa da olur.
SÜNNETULLAH: Allah’u Teâlâ’nın koyduğu kânunu, nizamı, âdeti.
Allah’u Teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
«Fakat azâbımızı gördükleri zaman îmânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Kullar hakkındaki cari olagelen sünnetullah budur. İşte kâfirler, burada hüsrana uğramışlardır.» (Mü’min suresi: 85)
Efendimizin (SAV) Bazı Sünnetleri
Peygamber Efendimizin (S.A.V) Sünnetleri, Peygamberimizin günlük sünnetleri, davranışları hal ve hareketleri
- Pazarlık yapmak
- Artık bırakmamak
- Misafire ilgi göstermek
- Birbirini sevmek
- Çocukların başını okşamak
- Sevdiğini söylemek
- Yastıksız yatmamak
- Sohbet etmek
- Affetmek
- Sessiz ağlamak
- Yerde yemek yemek
- Ekmeği elle koparmak
- Kıyafeti katlamak
- Koşmamak
- Koku sürmek
- Çalışmak
- Teşekkür etmek
- Yemeklerin ağzını kapatmak
- Yünlü güzel elbiseler giymek
- Saç uzatmak
- Saç kısaltmak
- Saç örmek
- Çatlak bardaktan su içmemek
- Heybetli görünmek
- Perşembe günü tırnak kesmek
- Beyaz yeşil giyinmek
- Kabak yemek
- Ölümü hatırlamak
- Yeri gelince konuşmak
- Süt içmek
- Yoldaki engeli kaldırmak
- Doymadan kalkmak
- Düzenli olmak
- Ezanı dinlemek
- Yemeği yavaş yemek
- Hasta iken hamdetmek
- Mideyi 1/3 su. 1/3 yemek. 1/3 hava ile doldurmak
- Sıcak yemeği üflemeden yemek
- Paylaşırken çok olanı diğerine vermek
- Kötülüğe iyilik ile mukabele etmek
- Yolda yürürken konuşmamak,
- Ezan okunurken hiçbirşey yapmadan oturmak,ve tekrar etmek
- Her işe besmele ile başlamak,
- Cuma günü tırnak kesmek,
- Her cuma sadaka vermek,
- Suyu üç yudumda içmek,
- Bir şey yerken üç parmakla yemek,
- Orucu su veya hurma ile açmak,
- Yatarken sağ tarafa yatmak,
- Misafirliğe giderken tatlı götürmek,
- Her şeyi giyerken sağdan giymek, çıkarırken soldan çıkarmak,
- Kırk gün hiç ara atlatmadan aç karnına siyah kuru üzüm yemek,
- Evden her çıkarken taze abdest almak,
- Tuvalete ve banyoya sol ayakla girip, sağ ayakla çıkmak,
- Cami ve medreselere sağ ayakla girip, sol ayakla çıkmak,
- Yolda ayağa takılan herşeyi kenara koymak,
- Banyo ve tuvalete tükürmemek,
- Tuvaletten çıkınca elleri yıkamak,
- Hasta ve yaşlıları ziyaret etmek,
- Meyvenin çekirdeğini sol elle çıkarmak,
- Yüzme öğrenmek ve ok atmayı bilmek,
- İnsanları yüzüne karşı övmemek,
- Yemek yerken başkalarının yediğine bakmamak,
- Yemek yerken kendi önünden yemek,
- Sabah kalkınca üç kere burnunu sümkürmek,
- Cuma günleri beyaz elbise giymek,
- Ayakkabıları düzüne çevirip giymek,
- Sofraya oturmadan elleri yıkamak,
- Sofrada yeşillik ve sirke bulundurmak,
- Yemek tabağının dibini sıyırmak,
- Sofra kırıntısını sağ elin işaret parmağı ile yemek,
- Sofraya iyice acıkmadan oturup, doymadan kalkmak,
- Toplulukta gizli konuşmamak,
- Mezar başlarını okumamak,
- Misafire hoşaf suyu ikram etmek,
- Kurban bayramında, kurbanın kemiklerini kırmadan toprağa gömmek,
- Arabaya binice”3 kere elhamdülillah, 3 kere allahu ekber, 1 kerede la ilahe illallah”demek,
- Yemekten sonra tatlı yemek,
- Lapıya gelen çocuğa bir şey vermek,
- Hergün 100 tane estağfirullah demek,
- Öğle uykusu uyumak,
- Gülsuyu kullanmak,
- Sofraya büyüklerden önce oturmamak,
- Kendi önünden yemek, aç gözlülük yapmamak,
- Güler yüzlü olmak, kusurları af ile karşılamak,
- Sıla-i rahîm yapmak (akraba ziyareti),
- İlk verilen sözün tutulmak,
- Konuşurken gözbebeğinin içine bakarak konuşmak,
- İyiliği en çok emretmek, kötülüğü nahyedmek
- Selâm vermek ve yemeği iki öğün yemek,
- Tane tane konuşmak, anlaşılmayan şeyi 3 kere anlatmak,
- Her gece göze sürme çekmek,
- Misvak kullanmak,
- Kötülük yapana iyi muamele etmek,
- Gusülden sonra iki rekat namaz kılmak,
- Tuvalete girerken çıkarken dua etmek,
- Cuma gününde et yemek,
- Tesbihat okumak
- Saç taramak
- Sağ elini kaldırıp oturmak
- Dizleri üzerine oturmak
- Otururken bağdaş kurmak
- Yatarken Felak Nas okumak
- Dizleri karnına doğru çekip yatmak
- Sol eli dizleri üzerine koyup yatmak
- Sağ eli yanağının altına koymak
- Kıbleye yönelip yatmak
- Sağ elle alıp sağ elle vermek
- Misafir ağırlamak
- Misafire ilgi göstermek
- Misafiri uğurlamak
- Misafiri tekrar davet etmek
- Davete icabet etmek
- Birbirine sabretmek
- Birbirinin kusurunu örtmek
- Sohbet etmek
- Arkadaş ziyaretinde bulunmak
- Çalışmak
- Hal hatır sormak
- Sadaka vermek
- Dişleri fırçalamak ve beş vakit misvaklamak
- Kapıyı üç kere çalmak Kim o denildiğinde ismini söylemek
- Kapı açıldığında yan durmak
- Aynaya bakınca dua etmek
- Kapıdan sağdan girene yol vermek
- Birbirini uyarmak
- Kur’an-ı Kerim ve tefsir okumak
- Ayakkabı giymeden önce silkelemek
- Tuvaletten sonra üç kere elleri yıkamak
- Tuvaletin kabını su dolu bırakmak
- Tuvalette ve banyoda konuşmamak
- Birbirine güzel koku ikram etmek
- Elleri ve yüzü kurulamamak
- Elleri ve yüzü yemekten önce kurulamak
- Abdest alırken yüzüğü çevirmek
- Malayani (boş) konuşmamak ve dinlememek
- Secdeyi sünnet üzere katlamak
- Dua ederken elleri yere kapatmak
- Gusülden sonra ayakları soğuk su ile yıkamak
- Temiz giyinmek
- Sabah uyanınca el yıkamak
- Yemekte güzel konuşmak
- Birbirine iltifat etmek
- Birbirine süt ikram etmek
- Birbirine yastık ikram etmek
- İstişare yapmak
- Yardımlaşmak
- Sürmek ile dışarı çıkmamak
- Gıybet etmemek
- Gıybet edince uyarmak
- İhlaslı olmak
- Gelen misafire yer vermek
- Ayaktakine yer vermek
- İsraf etmemek Işıkları söndürmek
- Kapıyı örtmek
- Ahireti çok düşünmek
- Hz. Usame’yi sevmek
- İlim öğretmek
- Kaşları düzeltmek
- Yumurtayı yıkamak
- Sebze ve eti yıkamak
- Akşam bulaşık bırakmamak
- Vakıa Suresini okumak
- Yerde yemek yemek
- Ekmeği elle koparmak
- Kıyafeti katlamak
- Sahur yapmak
- Koşmamak
- Yemeğe besmele ile başlamak
- Oturarak su içmek ve besmele çekmek
- Su içerken kıbleye yönelmek
- Suyu üç yudumda içmek
- Koku sürmek
- İğne iplik taşımak
- Silah taşımak
- Saçını ortadan ikiye ayırmak
- Etli yemek yedikten sonra Kur’an-ı Kerim okumak
- Çatlak bardaktan su içmemek
- Paylaşırken çok olanı diğerine vermek
- Çorbaya sinek düştüğünde iki kanadı batırmak
- Yürürken hızlı ve yere bakarak yürümek
- Heybetli görünmek
- Hoşlanmayınca yüzünü ekşitip sonra sebebini söylemek
- Cuma günü gusül abdesti almak
- Kötülüğe iyilikle mukabele etmek
- Yavaş ve tane konuşmak
- Pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak
- Musibetle karşılaşınca Allah’ı anmak
- İnsanlara önce müjdeleyip sonra korkutmak
- Akşam namazında Kafirun ve İhlas okumak
- Abdest alırken göz pınarlarını meshetmek
- Beyaz ve yeşil giyinmek
- Teheccüd kılmak
- Tebessüm etmek
- Eşikte oturmamak
- Teşekkür etmek
- Yemek ısıtmak ve sıcak yemek yememek
- Tesbih çekmek Dua etmek
- Üç kez sarılmak
- Selavatlaşmak
- Allah CC anılan meclislerde adaba uygun bulunmak
- Dua ederken elleri yüzüne kapatmak
- Dua ederken elleri havaya kaldırmak
- Birbirine Allah CC rızasını hatırlatmak
- Sinirlenince ayakta iken oturmak, otururken yatmak, geçmiyorsa abdest almak, yine olmuyorsa namaz kılmak
- Kur’an ahlakı üzere yaşamak
- İnsanlara güzel ahlakla muamele etmek
- Allah CC korkusu ile ağlamak
- Allah CC hakkında hüsnü zan etmek
- Kahvaltıda yedi zeytin yemek
- Teravih kılmak
- Namazın sünnetlerini kılmak
- Yemeğe abdestli oturmak
- Yeri gelince konuşmak
- İrşad yapmak Yeri gelince konuşmak
- Doymadan kalkmak Mideyi 1/3 su, 1/3 yemek, 1/3 hava ile doldurmak
- Yemekten önce su içmek, ortasında ve sonunda içmemek
- Düzenli olmak
- Cevşen okumak
- Güzel düşünmek ve güzel söz söylemek
- Yemeği yavaş yavaş yemek
- Fatiha’dan sonra amin demek
- Abdeste besmele ile başlamak
- Abdest üstüne abdest almak
- Birbiri hakkında hüsnü zan etmek
- İnsanlar arasında üst değişmemek
- Kalem defteri yanından ayırmamak
- Ayak üstüne ayak atmamak
- Hayırlı olan işlerde acele etmek
- Açıkta bulunan çalkalayıp içmek
- Orucu tuz, zeytin ve hurma ile açmak
- Yemekten önce elleri yıkamak
- Yemekten sonra ve su içtikten sonra elhamdülillah demek
- Yemeğin ortasında dua etmek
- Tuvalete girerken ve çıkarken dua etmek
- Sağ elle almak vermek
- Ayna, tarak ve çakmak taşımak
- Yoldan geçene selam vermek ve selam almak
- Sıcak yemeği üflemeden yemek
- Yemeklerin ağzını kapatmak
- Yünlü güzel elbise giymek
- Tabaktaki yemeği sünnetlemek
- Kabak yemek
- Çatalla yemek
- İki öğün yemek
- Sürme çekmek
- Eve girerken tesbih çekmek
- Yemeğe tuzla başlamak
- Etli yemek
- Tuvalete sol ayakla girip sağ ayakla çıkmak
- Çok uzun giymemek
- Kibirlenmemek, hediyeleşmek
- Süt içmek
- Yere düşeni üfleyerek yemek
- Kerahatle uyumak
- Yoldaki engeli kaldırmak
- Hasta iken hamd etmek
- Latife yapmak ve kahkaha ile gülmemek
- Alçak gönüllü olmak
- Namazı vaktinde kılmak
- Boş eve selam vermek
- Sofrada. Yeşillik bulundurmak.
- Yemekten önce. Meyve yemek.
- Meyveyi enine kesip yemek,
- Meyveyi. Kabuğuyla aynı. Kaba koymamak.
- Yumurtayı. Ve soğanı. Kullanmadan. Önce yıkamak.
- Bıçak gibi kesici aletleri verirken kesici taraflarını tutarak vermek
- Yemeğin ortasında dua etmek,
- Hapşurunca ”Elhamdülillah” demek hapşurana ”Yerhamukullah” karşılığında ” Yehdina ve yehkumullah” demek
SIFFÎN SAVAŞI (وقعة صفّين)
Halife Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında yapılan savaş (37/657).
Hz. Ali’nin Suriye valiliğine tayin ettiği Sehl b. Huneyf’in Suriye’ye girişini engelleyen eski vali Muâviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman’ın Dımaşk’a gönderilen kanlı gömleğini caminin minberine astırıp halktan onun kanını dava etmek için biat aldı. Hz. Ali’nin kendisini itaate davet etmek için gönderdiği elçiyi cevapsız geri döndürdü ve Hz. Osman’ın katillerinin öldürülmesi dışında hiçbir teklifi kabul etmeyeceğini bildirdi. Muâviye’nin isyan etmek konusunda ısrarlı olduğunu gören Hz. Ali onunla mücadele hazırlıklarına başladı. Ancak bu sırada Osman’ın katillerini cezalandırmak isteyen Hz. Âişe, Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’ın öncülük ettiği grup ortaya çıkınca önce onlarla uğraşmak zorunda kaldı (bk. CEMEL VAK‘ASI).
Cemel Vak‘ası’ndan sonra Kûfe’ye dönen Hz. Ali, Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi kendisine biata davet etmek üzere Muâviye’ye gönderdi (Receb 36 / Ocak 657). Muâviye elçiyi üç dört ay oyaladıktan sonra yine red cevabı verdi, ayrıca Hz. Ali’yi isyancıların suç ortağı olmakla itham edip Osman’ın kanını dava edeceğini tekrarladı. Kûfe’ye dönen Cerîr b. Abdullah, Hz. Ali’ye Suriye halkının Muâviye ile birlikte savaşa hazır olduğunu anlattı. Muâviye bir süre sonra Hz. Ali’ye bir mektup göndererek Osman’ın katilleri kendisine teslim edilirse biat edeceğini, aksi takdirde savaşacağını bildirdi. Mektupta yazılanların duyulması üzerine Medine’de Mescid-i Nebevî’yi dolduranların hep birden, “Osman’ın katilleri biziz!” diye bağırdıkları zikredilmektedir (Nasr b. Müzâhim, s. 86). Savaşın kaçınılmaz hale geldiğini gören Hz. Ali Mısır, Kûfe ve Basra valilerine haber gönderip hazırlanmalarını emretti. Muâviye, Hz. Ali’nin yola çıktığını öğrenince 36 yılı sonlarında (Mayıs-Haziran 657) ordusuyla birlikte Irak istikametinde yürüdü. Rakkalılar’a kurdurduğu köprü vasıtasıyla Fırat nehrini geçen Hz. Ali, iki tarafın öncü birliklerinin karşı karşıya geldiğini öğrenince Eşter’i yardıma gönderdi. Öncü birliklerine ulaştığında kumandayı üstlenmesini, çatışmayı çıkaran taraf olmamasını, ancak düşmanı yakından takip etmesini emretti.
İki tarafın orduları 36 yılı Zilhicce ayının ilk günlerinde (Mayıs 657 sonları) savaşın yapıldığı bölgeye ulaştı. Daha önce gelen Muâviye kuvvetleri, ordugâh olarak Roma devrinden kalan tarihî şehrin harabeleri civarında geniş bir düzlüğü seçip Fırat’a ulaşan tek yolu tutmuştu. Hz. Ali ordusunun su almasına izin verilmemesi üzerine başlayan çatışmalar Hz. Ali taraftarlarının üstünlüğüyle sona erdi. Suriye ordusunun sudan faydalanmasına izin verilmesini emreden Hz. Ali ardından savaş yerine geldi, elçileri vasıtasıyla Muâviye’yi kendisine biata çağırdı. Ancak Muâviye bu teklifi yine reddetti; Ali’nin Hz. Osman’ın öldürülmesine göz yumduğu ve katillerini ordusunda barındırdığı iddiasını tekrarlayarak katiller teslim edilmediği takdirde savaştan başka bir şeyi kabul etmeyeceğini bildirdi. Onun bu ısrarı yüzünden görüşmelerden sonuç alınamadı. Neticede Rakka ile Balis arasında Fırat nehrinin sağ kıyısında yer alan Sıffîn ovasında iki taraf arasında çatışmalar başladı. Toplu savaştan çekinildiği için iki taraftan meşhur kumandanlar emirlerindeki piyade ve süvari birliklerinin başında birbirleriyle savaşıyorlardı. Bu kısmî çatışmalar zilhicce ayının sonuna kadar devam etti.
Muharrem 37’de (19 Haziran – 18 Temmuz 657) iki taraf arasında ateşkes yapıldı ve barış arzusuyla elçilik heyetleri teâtisi başladı. Hz. Ali, Muâviye’yi itaate çağırmak için ikinci bir heyet gönderdi. Ancak Muâviye eski iddiasını tekrarlayarak katiller kendilerine verilmedikçe itaat etmeyeceğini bildirdi (a.g.e., s. 190; Taberî, V, 5-6). Bunun ardından gönderdiği bir heyetle katillerin kendisine teslim edilmesini, Hz. Ali’nin halifeliği terketmesini ve müslümanların şûra ile başlarına bir emîr seçmelerini teklif etti (Nasr b. Müzâhim, s. 200; Taberî, V, 7). Böylece katiller teslim edilse bile Hz. Ali’ye biat etmeyeceğini bildirmiş oldu. Bu durumda anlaşma ihtimali ortadan kalktı ve muharrem ayından sonra taraflar savaş hazırlığına başladı.
Hz. Ali askerlerine çatışmayı başlatan taraf olmamaları, kaçanları ve yaralıları öldürmemeleri, evlerine girmemeleri, kadınlara asla dokunmamaları tâlimatını verdikten sonra gönderdiği bir kişiyle Muâviye’yi bir defa daha isyandan vazgeçmeye çağırdı. Teklif kabul edilmedi ve safer ayının ilk günü (19 Temmuz 657) çatışmalar başladı. Çeşitli kabilelere ait birlikler altı gün boyunca savaş alanına çıkarak birbirleriyle savaştılar. Nihayet Hz. Ali askerini toplu taarruz için hazırladı. İki gün daha şiddetli çatışmalar meydana geldi. Son çatışmalar sırasında Ammâr b. Yâsir, Muâviye’nin askerleri tarafından şehid edildi. “Ammâr’ı isyancı bir topluluk öldürecek” meâlindeki hadisi (Müslim, “Fiten”, 72-73) Muâviye ordusunda da bilenler bulunduğu için bu durumun onları olumsuz yönde etkilediği zikredilmiştir. Hz. Ali’nin ordusu aynı gün isyancı birliklere karşı kesin bir üstünlük sağladı, hatta Muâviye’nin çadırına kadar yaklaşıldı. Bu sırada Hz. Ali’nin Muâviye’yi mübârezeye davet ettiği, ancak onun bunu göze alamadığı belirtilmektedir (Nasr b. Müzâhim, s. 274-276; Dîneverî, s. 170-171).
Gittikçe şiddetlenen ve sabaha kadar devam eden çatışmalar, savaşın şiddeti dolayısıyla “leyletü’l-harîr” diye isimlendirilen 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) Cuma sabahına kadar sürdü. Cuma günü Hz. Ali, âsilere son darbeyi indirmek niyetiyle Eşter’i kalabalık birliklerin başında taarruzla görevlendirdi. Eşter başarılı bir taarruz gerçekleştirmiş, savaşı kazanmaya çok yaklaşmıştı. Ancak Muâviye’nin danışmanı Amr b. Âs, ihtilâfın Kur’an’ın hakemliği ışığında çözülmesi teklifini gündeme getirerek bu sırada kaçmayı düşündüğü söylenen Muâviye ve ordusunu yenilgiden kurtardı. Teklifi uygulamaya koyan Muâviye, askerlerine Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takıp karşı tarafı Kur’an’ın hükmüne çağırmalarını emretti. Bunun üzerine Suriyeli askerler mushafları mızraklarının ucuna takarak, “Ey Iraklılar! Artık savaşı bırakalım, aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun” diye bağırmaya başladılar. Ayrıca büyük Şam mushafı da askerlerin mızraklarının ucunda havaya kaldırıldı.
Bu teklif, savaştan yorulmuş ve çoğu aynı zamanda akrabaları olan dindaşlarına kılıç çekmekte tereddüt eden Hz. Ali’nin ordusundaki askerleri birbirine düşürdü. Büyük bir kısmı, bilhassa kurrâ savaşın derhal durdurulmasını istedi. Hz. Ali onlara bunun bir savaş hilesi olduğunu, Muâviye’nin Kur’an’ın hükmüne uymak değil kendi bütünlüklerini bozmak amacıyla bu işe giriştiğini söyleyip savaşa devam etmelerini istedi. Fakat savaşın durdurulmasını isteyen askerler onu dinlemedikleri gibi savaşı durdurmadığı takdirde kendisini Muâviye’ye teslim etmek veya öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali savaşı durdurmak zorunda kaldı. Ardından halifeye karşı direnenlerden Eş‘as b. Kays karşı tarafın niyetini öğrenmek için onların yanına gitti. Muâviye de maksatlarının aralarındaki anlaşmazlığı Kur’an’ın hakemliğine başvurmak suretiyle çözmek olduğunu söyledi. Buna göre iki tarafı temsil etmek üzere seçilecek iki hakem halifelik meselesini Kur’an’ın hükmüne uygun olarak çözecekti.
Muâviye taraftarları hakem olarak Amr b. Âs’ı seçtiler. Hz. Ali ise bunun için Abdullah b. Abbas’ı veya Mâlik b. Hâris el-Eşter’i düşünüyordu. Ancak başta Eş‘as b. Kays olmak üzere onu tahkimi kabule zorlayanlar bu defa Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den başkasının hakemliğini kabul etmemekte direndiler. Hz. Ali bu isteklerini de kabul etmek zorunda kaldı. Ardından iki taraf arasında hakemlerin uyacağı kuralların belirlendiği metin (tahkimnâme) hazırlandı. İki tarafın verilecek hükme uymayı taahhüt ettiği metne göre bir araya gelecek iki hakem halifelik meselesini Kur’an’a, Kur’an’da bir hüküm bulamazlarsa sünnete başvurarak âdilâne çözecekti (13 veya 17 Safer 37 / 31 Temmuz veya 4 Ağustos 657). Bu sırada Hz. Ali’nin ordusunda yeni bir bölünme ortaya çıktı. Eş‘as b. Kays tahkimnâmeyi okurken Temîmliler’den bazıları “lâ hükme illâ lillâh” sözüyle halifelik meselesinin iki hakemin takdirine bırakılmasına itiraz etti. Çoğu Temîm kabilesinden yaklaşık 12.000 asker Kûfe’ye dönüş sırasında ordudan ayrılıp Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildi ve ilk Hâricî zümresini oluşturdu.
Tahkimnâmenin imzalanmasından sonra taraflar iki gün içinde ölülerini defnettiler. Hz. Ali ordusuyla Kûfe’ye, Muâviye de Suriye’ye dönüş emrini verdi. İki ordunun savaş alanına gelişinden itibaren yaklaşık üç ay (genel kabule göre 110 gün) geçmişti. İki ordunun mevcuduyla ilgili olarak 50.000 ile 150.000 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Umumi temayül her iki tarafın 90.000 civarında askere sahip olduğu şeklindedir. İki taraf da on binlerce kayıp vermiştir. Abartılı bulunmakla birlikte kaynaklarda 70.000 civarında müslümanın öldüğü zikredilir. Cemel Vak‘ası’ndan sonra ikinci iç savaş olan Sıffîn Savaşı, İslâm toplumunun geleceğini en çok etkileyen olaylardan biridir. Erken dönemlerden itibaren bu savaş hakkında müstakil eserler yazılmıştır (bir liste için bk. EI² [İng.], IX, 555-556). Sıffîn, İslâm tarihi ve mezhepler tarihinin yanı sıra katılanların durumu açısından kelâm ilminin de en önemli meselelerinden biri olmuştur (aş.bk.).
Kaynaklarda hakemlerin görüşmesi konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Görüşme yeri olarak Dûmetülcendel ve Ezruh bazan iki ayrı yer, bazan Dûmetülcendel’deki Ezruh şeklinde tek yer olarak gösterilmektedir. Bir kısım araştırmacılar bu rivayetlerden hakemlerin önce Dûmetülcendel’de, ardından Ezruh’ta iki defa toplandıkları sonucunu çıkarmıştır (Watt, s. 16; DİA, II, 374). Buna göre ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Dûmetülcendel’de yapan iki hakem Hz. Osman’ın haksız yere öldürüldüğüne dair bir karar aldı ve Şâban 38’de (Ocak 659) Ezruh’ta tekrar buluşmak üzere ayrıldı. İkinci toplantıda yaptıkları uzun görüşmelerde Hz. Ali ile Muâviye’nin bu işin dışında tutulmasını ve şûra tarafından bir başkasının halife seçilmesini kararlaştırdılar. Bu karar önce Ebû Mûsâ tarafından açıklandı; ancak Amr b. Âs alınan kararın aksine yine hileye başvurup Muâviye’yi halife tayin ettiğini bildirdi. Ebû Mûsâ’nın aldatıldığını söylemesi bir işe yaramadı. Mes‘ûdî’nin naklettiği bir rivayete göre ise iki hakem aldıkları kararı açıklamadan birbirinden ayrılmış, Suriye’ye ulaşan Amr b. Âs Muâviye’nin tehdidi karşısında onu halife ilân etmiştir (Mürûcü’ź-źeheb, II, 411-412). Toplantının Ezruh’ta yapıldığını bildiren rivayetlerin daha eski olmasından hareket eden bazı araştırmacılar toplantının bir defa ve Ezruh’ta yapıldığını kabul ederler (Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s. 42; İA, IV, 444).
Wellhausen ve P. Hitti gibi şarkiyatçılar ve Hudarî Bey, Hasan İbrâhim Hasan, Yûsuf el-Iş gibi çağdaş İslâm tarihçileri toplantının, iki hakemin Hz. Ali ile Muâviye’nin uzaklaştırılıp şûra tarafından bir başkasının halife seçilmesi kararını almasıyla sona erdiğini, bu kararın ardından hakemlerin birbirinden ayrıldığını, dolayısıyla Amr b. Âs’ın Ebû Mûsâ’yı aldatarak Muâviye’yi halife tayin ettiğini açıklamasıyla ilgili bilgilerin sonradan uydurulduğunu kabul ederler. Sonuç olarak Hakem Vak‘ası ihtilâfı çözmek yerine işi daha karmaşık hale getirdi. Durumu lehine değerlendirmek isteyen Muâviye’nin kendisini Suriye’de halife ilân etmesiyle İslâm toplumu ikiye bölündü. Ardından iki taraf yeni bir mücadele için tekrar hazırlıklara başladı. Bu arada Hâricîler de isyanlarını devam ettirdiler.
Peygamberimizden Kıssalar için Tıklayınız..