Menü Kapat

VAAZLARIM

40 ayette Mutluluğun formülü 

 
     Mutlulu olmak için; Anı yaşa, Azkonuş-Çok dinle, Daha az yargıla-Değiştiremeyeceklerini Kabullen, Hayatı izlem- Hayallerini gerçekleştir, Az şikayet et-Çok şükret ve Sevmekten korkma!

40 AYETTE MUTLULUĞUN VE HUZURUN SIRRI

1-İsra 37: Kibirli olma, alçakgönüllü davran.

(Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.)

2-Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.

  1. Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) 2. Kalk da uyar. 3. Rabbini yücelt. 4. Nefsini arındır. 5. Şirkten uzak dur.

3-Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma

(25. Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. 26. (Hâl böyle iken) nereye gidiyorsunuz?

27,28. O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.)

4-Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.

(Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.)

5-Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.

(5.İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

6″Yığınla mal harcadım” diyor.)

6-Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma. (Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.)

7-Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.

(Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.)

8-Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.

 (Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.)

9-Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.

(83. Can boğaza geldiğinde, onu geri döndürsenize! 84. Oysa siz o zaman bakıp durursunuz.85. Biz ise ona sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz.86,87. Eğer hesaba çekilmeyecekseniz ve doğru söyleyenler iseniz, onu geri döndürsenize!)

10-Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.

(Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir)

11-Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine. Öfkenin dinmesini bekle.

(Furkân63. Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.)

12-İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.

(1. (Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? 2,3. Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?)

13-Maun 4-5: Bu nedenle, şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarında gafildirler.

(4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, 5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar.)

14-Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.

(Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra onlara yaptıklarını Kıyamet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.)

15-Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.

(7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. 8. Ölçüde haddi aşmayın. 9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.)

16-Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.

 (1,2. Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.)

17-Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.

(Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.)

18-Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.

(19. Kör ile gören bir olmaz. 20. Karanlıklar ile aydınlık bir olmaz. 21. Gölge ile sıcaklık bir olmaz.

  1. Diriler ile ölüler de bir olmaz. Allah, dilediğine işittirir. Sen, kabirde bulunanlara işittirecek değilsin.)

19- Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.

(27. (Allah, şöyle der) : “Ey huzur içinde olan nefis!” 28. “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”)

20-Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar için asla feda etme.

(33. “Çünkü o, azamet sahibi Allah’a iman etmiyordu.” 34. “Yoksulu doyurmağa teşvik etmiyordu.”

  1. “Bu sebeple, bugün burada onun samimi bir dostu yoktur.”)

21-Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.

(Onlardan sonra gelenler ise şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.)

22-Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.

(1-2. Nûn (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin)

23-Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.

(Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!)

24-Saff 2: Yalandan uzak dur. (Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?,)

25-Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.

  (32. Bunun üzerine kadın onlara dedi ki: “İşte bu, beni hakkında kınadığınız kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim. Fakat o, iffetinden dolayı bundan kaçındı. Andolsun, eğer emrettiğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve zillete uğrayanlardan olacak.”

  1. Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi.)

26-Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.

(Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!)

27-Al-I İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.

(Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.)

28-En’am 50: Önyargılarla hayatı kendine zehir etme.

(De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”)

29-En’am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.

(O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır). Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır. Sonra O, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.)

30-Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.

(De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.”)

31-Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.

(Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.)

32-İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.

(Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.)

33-İsra 23: Anne ve babana ‘üff’ bile deme.
(Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.)

34-Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.
(Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz, yahut bir kötülüğü affederseniz (bilin ki), Allah da çok affedicidir, her şeye hakkıyla gücü yetendir.)

35-Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını Kabul et.
(İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir.)

36-Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.
(Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını hiç çekinmeden bozan kimselerdir.)

37-Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.
(Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?)

38-Necm 3: İnanma duygunu diri tut.
(O, nefis arzusu ile konuşmaz.)

39-Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme.
(Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.)

40-Fatiha-2: Alemleri ve seni yaradan Rabbine daima teşekkür ve hamd duygularıyla dolu ol.. www.yasarhocam.com

MUAVEZETEYN SURELERİN TEFSİRİ 
       Muavvizeteyn, Felak ve Nas surelerinin ikisine birden verilen isimdir. Muavvizeteyn, Allah’a sığınmayı gösteren iki sure demektir. Bu iki surede Allah, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün korkunç ve zararlı şeylerden kendisine sığınmamızı emretmiştir.
113 – Felak
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1) 
 

1 – Otoritelerin çoğunluğuna göre, (9. sure -Tevbe- hariç bütün surelerin başında yer alan) bu ifade Fâtiha’nın ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle 1. ayet olarak numaralandırılmıştır. Bütün diğer örneklerde ise besmele, surelerin başında yer alır ve fakat ayet sayılmaz. Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de “bağışlama”, “merhamet”, “şefkat” anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım’a aittir (Menâr I, 48’den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah’ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O’nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O’nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder. 

Müfessirlerin büyük kısmı bu sureyi ve sonrakini (Nâs) Mekke döneminin ilk yıllarına ait görürken, bazı otoriteler (mesela, Râzî, İbni Kesîr) Medine’de nazil olduğu kanaatindedirler, diğer bir kısmı ise (mesela, Beğavî, Zemahşerî, Beydâvî) konuyu açık bırakırlar. Elimizdeki sınırlı delillere bakarak diyebiliriz ki bu her iki surenin de Mekke’nin ilk dönemine ait olması muhtemeldir.
1. DE Kİ: “Sığınırım ben yükselen şafağın Rabbine, (1) 
 
1 – Felak (“şafağın aydınlığı” veya “yükselen şafak”) terimi, çoğunlukla mecazî olarak “bir belirsizlik [dönemin]den sonra hakikatin ortaya çıkışı”nı anlatır (Tâcu’l-‘Arûs): bu nedenle, “yükselen şafağın Rabbi” adlandırması, Allah’ın, hakikatin her şekildeki idrakinin kaynağı olduğuna ve bir kimsenin O’na “sığınması”nın hakikatin ardında koşmak ile eş anlamlı olduğuna işaret eder.
2. O’nun yarattıklarının şerrinden,
3. ve bastıran kapkara karanlığın şerrinden, (2) 
 
2 – Yani, ümitsizliğin karanlığından yahut ölümün yaklaşmasından. Bu dört ayetin tümünde (2-5. ayetler) “şerr” terimi, yalnız objektif değil, aynı zamanda sübjektif bir muhtevaya da -yani şerr korkusu- sahiptir.
4. karanlık işlere düşkün (3) tüm insanların şerrinden, 
 
3 – Lafzen, “düğümlere üfleyenler (en-neffâsât)”: İslam öncesi Arabistan’ında geçerli olan ve bundan dolayı, klasik Arapça’da bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için kullanılan deyimsel bir ibare; muhtemelen bir ipe birçok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada bazı sihir tekerlemeleri söyleyen “büyücülerin” ve “üfürükçüler”in uygulamasından çıkarılmıştır. Neffâsât’ın müennes olması, Zemahşerî ve Râzî’nin işaret ettikleri gibi, mutlaka “kadın”ları kasdettiğini göstermez, fakat genel olarak “insanoğlu”nu ifade ettiğini gösterir (enfus, tekili nefs, gramatik olarak müennes bir isimdir). Zemahşerî, yukarıdaki ayet ile ilgili yorumunda, bu tür uygulamaların ve aynı şekilde “sihir” kavramının gerçekliğine ve etkilerine inanmayı kesinlikle reddeder. Benzer görüş Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından -daha ayrıntılı bir şekilde ve mevcut psikolojik bulgulara da dayanarak- ifade edilmiştir (bkz. Menâr I, 398 vd.). Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen müminin bu tür uygulamalardan “Allah’a sığınma”sının emredilmesinin sebebi, -Zemahşerî’ye göre- bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda (bkz. sure 2, not 84) ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında yatmaktadır.
5. ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden.” (4) 
 

4 – Yani, başka bir kimsenin kıskançlığının kişinin hayatı üzerinde doğurabileceği -moral ve sosyal- etkilerden ve kişinin kendisinin kıskançlık şerrine kapılmasından. Zemahşerî, bu bağlamda Halife Ömer b. Abdülaziz’in (fazileti ve dürüstlüğü sebebiyle “İkinci Ömer” olarak anılır) bir sözünü nakleder: “Başkasını kıskanandan daha mazlûm görünen bir zâlim düşünemiyorum”. 

114 – Nas
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA (1) 
Bu surenin yakından ilişkili olduğu bir önceki surenin (Felak) giriş notuna bakınız.
1. DE Kİ: “Sığınırım ben insanların Rabbine,
2. insanların Hakimine,
3. insanların İlahına;
4. fısıldayan sinsi ayartıcının şerrinden,
5. insanların kalbine fısıldayan; (1) 
 
1 – Yani, “Şeytan” (Râzî’nin işaret ettiği gibi, kelimenin en geniş anlamıyla; bkz. sure 14, not 31). 
 
6. görünmez güçler[in] ve insanlar[ın bütün ayartmaların]dan”. (2) 
 
2 – Bu ayet, Ek III’te açıklanmaya çalışılan cinneh (cinn ile eş anlamlı) kavramı ve teriminin Kur’an’da ilk kullanıldığı yerdir. Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak, Kur’an’ın son suresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah’a sığınmamız emredilen “görünmez güçler”in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytanî eğilimler olduğu sonucuna varırız. 

   
      SONUÇ:
        Sığınılacak tek limanın Allah olduğunu ve o limana şucu veya bucu olarak değil, Hz.Muhammedin kaptanlığıyla İslam gemisiyle gitmek gerektiğini öğrendik. Ayrıca Üç kötü Huyu ve Beş güzel Huyu öğrendik:

1-HASED:Bende yok, onda da olmasın.
2-BUHL: Bende var, onda olmasın.
3-ŞUHL: Ondaki benim olsun.
4-GIPTA: Onda var, bende de olsun.
5-SEHÂVET: Bende var, onda da olsun.
6-İSÂR: Benim değil onun olsun.(Haşr-9)
7-CÛD: Bende yok ama, onda olsun.
8-FAKR: Onda yok, bende de olmasın.

NEFİS TERBİYESİ

       “Kendi arzu ve özlemlerini tanrı edinen ve [bunun üzerine] Allah’ın, [zihninin hidayete kapalı olduğunu] bilerek saptırdığı, kulaklarını ve kalbini mühürlediği ve gözlerinin üzerine bir perde çektiği [insan]ı, hiç düşündün mü? Allah[ın onu terk etmesin]den sonra kim ona doğru yolu gösterebilir? O halde, hiç düşünüp ders çıkarmaz mısınız?” (Casiye-23)

        Nefiste şeytanın vesvesesine uyup sürekli Allahın haramlarını ihlal etme eğilimi vardır.Nitekim, Şems Suresi.7-10 ak.”Nefise ve onu düzenleyene yemin olsun ki, önce o nefse Allaha itati ve sonra isyanı öğretene ki, muhakkak Allahın koruyup temizlediği nefis kurtuluş bulmuştur Nefsinin isteklerine uyup isyan edense azmış ve hüsrana uğramıştır” buyrulmuştur.
 
     İnsan nefsindeki kötüye meyil etme veya aklını kullanıp Allaha itat etme dengesi yine Allah tarafından insanın yapısına konmuştur.İnsanda kötüye meyil etme eğilimi olmalıdır ki Allahın emirlerine itaat edip,Allahın hükümlerine uymasının bir anlamı olsun.Nefisin kötülüğü emretmesi imtihanın gereğidir.Çünkü nefisler şeytanın vesvesesi ile kötülüğü şiddetle emretmeseydi,Allahın hükümlerine yasaklarına uymak Allaha itaat etmek bir zorluk gerektirmeyeceği için,dünya hayatındaki imtihanın bir anlamı olmazdı.Kötülük yapabilmek,günah işlemek gibi bir seçeneği,imkanı olmayan insanların, yine başka seçeneği olmadığı için Allahın hükümlerine tabi olmasının ne anlamı olurdu.İnsan nefsinin vesveseleri ile imtihan edilmektedir, 
 
Kaf S.16 ak.”And olsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biliriz, biz ona şah damarından daha yakınız”buyrulmuştur. 
 
Nefisteki şiddetle kötülüğü emretme eğilimi her insanda ve peygamberlerde de mevcuttur. 
Yusuf S. 53 ak.”Yusuf dedi kiBen nefsimi temize çıkarmıyorum,çünkü nefis gerçekten şiddetle kötülüğü emreder,ancak Rabbimin koruduğu nefis müstesna” buyrulmuştur. 
 
Yusuf as. bir peygamber olmasına rağmen kendi nefsinde dahi kötülüğü emretme eğilimi olduğunu açıkça bildirmiştir.Yusuf as. durumunu incelemeye devam edersek, 
Yusuf S 23-24.ak.”Yusuf’un köle olduğu evdeki hanımı Yusuf’un kendine yakınlaşmasını istedi ve çağrıda bulundu,kadın gerçekten ona niyetlenmiş ve Yusuf’ta ona karşı istek duymuştu.Şayet Yusuf zina konusunda Rabbi’nin yasağını gömemezlikten gelseydi, nefsine uyacaktı.Fakat biz ondan fuhşu gidermek için onu koruduk,çünkü o bizim ihlaslı kullarımızdandı” buyrulmuştur.
 
Bu olaydan da anlaşılacağı gibi Yusuf as.’in elinde olmadan oluşan ortamda,akıllar tamamen devreden çıkıp,Yusuf’un nefsine yenik düşeceği bir zamanda Rabbinin yasağını hatırlaması ve bunun üzerine Rabbi’nin korumasının gelmesi,onun zina yapmasına engel olmuştur.Ahlaki bir çöküntünün olduğu o dönemde Yusuf’un nefsine yönelen tahrikler ve onun tutumu şöyle anlatılmıştır, 
 
Yusuf S.32-34» ak.”Evin hanımı eve gelen misafirlerine şöyle dedi “ işte kendisine yakınlaşmak istedim diye beni ayıpladığınız köle budur.Yemin ederim ki ben ona sahip olmak istedim o da nefsine uymayarak beni reddetti.Yine yemin ederim ki emrimi yerine getirmezse yine zindana atılacak ve orda çürüyecektir”.Yusuf “dedi ki ya Rabbim bunların beni yapmağa çağırdığı işi yapmaktansa,zindanlarda yatmak bana daha hayırlıdır.Eğer bu kadınların hilesini benden gidermezsen ben nefsime uyup onlara meyil ederim ve cahillerden olurum”.Rabbi duasını kabul etti ve o kadınların tuzaklarından kendini korudu .”buyrulmuştur. 
 
Yusuf as. Rabbinin korumasıyla aklını kullanarak nefsani isteklerinin kurbanı olmamış ve nefse her ne kadar hoş gelse de Allahın bir haramını ihlal etmektense sene -lerce zindanda yatmayı tercih etmiştir. Fakat insanların büyük bir çoğunluğu,Allahın verdiği aklı kullanıp Allaha kul olmak yerine nefislerinin peşinden giderek nefislerine kul olmuş ve şirke düşmüşlerdir 
 
Rum S.29.ak”Doğrusu cehalet içinde nefsinin isteklerine uyarak şirke düşenler kendilerine zulmettiler.Artık Allahın saptırdığı kimseyi kim yola getirebilir”buyrulmuştur. 
 
Kuranı kerimde,nefsinin isteklerine uyarak kendine ve başkalarına zulmedenlerin,şirke ve küfre düşenlerin örnekleri verilmiştir.Bunlardan Belamla ilgili olarak, 
Araf S.175 a.k.”Ey Resulüm o kişinin haberini oku ki önce kendini ayetlerimizle yükseltmiştik,daha sonra bunları yalanlayarak imandan çıkmıştı.Böylece şeytanın peşine takılmış ve azgınlardan olmuştu.Eğer dileseydik onu bu ayetlerimizle yükseltirdik Fakat o aşağılığı tercih etti ve nefsinin isteklerine uydu”buyrulmuştur. 
 
Belam daha evvel kabul ettiği Rabbani gerçekleri daha sonra gururuna kapılarak bile bile inkar etmiş ve imandan çıkmıştı.Nefsinin kamçılamasıyla gurura kapılmak Allanın hükümlerinizi doğruluğunu bilmesine rağmen, Belamın inatla inkar etmesine sebep olabiliyordu.Musa as. mucizelerini gördükten sonra,firavun ve topluluğu bunlara inanmalarına rağmen inatla inkar etmişlerdir. 
 
Neml S. 14. a.k. “Gördükleri mucizeyi kalben kabul etmelerine rağmen, nefislerine uyup büyüklenerek bunu inatla inkar ettiler”buyrulmuştur. 
 
Musa as.kavminden olup önceden iman etmesine rağmen,daha sonra nefsinin emirlerine uyup kişisel çıkarları için kavmini buzağıya taptıran Samiri, Musa ya şu cevabı vermiştir, 
 
Taha S.96.a.k.”İsrailoğullarını buzağıya taptıran Samiri dediki “Bu işi bana nefsim hoş gösterdi”. 
 
Bu ayetten anlaşıldığı gibi insan topluluklarını putlara tapmaya yönelten batıl öncülerin bunu yapmalarında en önemli etken,bu işi nefislerinin kendine hoş göstermesidir. Topluma zulmeden ve sömüren tağuti yöneticiler,Allahın dininin hakimiyeti altında bunu yapamayacaklarını bildikleri için toplumu başka dinlere ve putlara yöneltirler. İslam’dan başka dinler ve baskıyla saygınlaştırdıkları putlar zalim yöneticilerin zulüm ve sömürülerine asla engel olmazlar.
 
Musa as.şeriatında bunu gerçekleştiremeyen Samiri,onun olmadığı bir zamanda İsrail oğullarını putlara taptırarak,hem kendisine saygınlık elde etmiş hem de kavminin Mısırdan getirdiği mücevherata el koyarak maddi çıkar elde etmiştir.Samiri gibi insanları Allahın yolundan saptırarak saygınlık ve maddi çıkar sağlamak için toplumu putlara taptırma olayı günümüzün firavunları tarafından da noksansız uygulamaktadır. 
 
Nefislerinin kurbanı olan insanlar,başkalarına en büyük zulümleri yaparlar.Bunu Habille Kabil kıssasında görebiliriz, 
 
Bakara S.30 ak.”Nefsi kabile kardeşini öldürmesini hoş gösterdi ve onu öldürmesini sağladı sonunda hüsrana uğrayanlardan oldu”buyrulmuştur. 
 
Kabilin bu cinayeti işlemesine sebep,Allahın haksız yere insan öldürmeyin hükmünü hiçe sayarak, kardeşini öldürmesini kendine çekici gösteren nefsinin hükmüne tabi olmasıdır.Nefislerine uyup zulüm işleyenlerin ve nefislerinin hükmünü reddederek Allahın hükmüne tabi olanların durumları şöyle ifade edilmiştir, 
Naziat 8.37-41 ak.”Artık kim azgınlık edip kafir olmuş ve dünya hayatını tercih etmişse muhakkak cehennem onun varacağı yerdir.Fakat her kimde Rabbin’den korkmuş ve kendini nefsani isteklerinden alıkoymuşsa cennet onun varacağı yerdir”. 
 
Günümüzde bütün islami kavramlarla birlikte Müslüman kelimesinin de anlamı saptırılmıştır.Müslümanlık anadan babadan kalıtımla geçen bir din görünümü almıştır.Nufus kağıtlarında Müslüman yazdığı için kendini Müslüman zanneden bir toplumun içinde yaşıyoruz.Sokaklarda içinde Müslümanlık iddiasında bulunanların doldurduğu birahaneler, meyhaneler, gazinolar,düğün salonları görürsünüz,kenar kaldırımlarda Müslüman fahişeler, pezevenkler ve çevresinde dolaşan Müslüman zinakarlar görürsünüz,
 
Mahkeme salonlarını,devlet dairelerini dolaşsanız rüşvete, sahtekarlığa,yalancılığa dolandırıcılığa müptela olmuş Müslümanlar görürsünüz.Toplum içine girdiğinizde Müslüman dansözler, şarkıcılar ve müzisyenler bulursunuz.Müslüman kelimesi ne kadar alçaltılmış ve kimlerin sıfatı olmuştur, İslamiyet dünyadaki bütün ahlaksızlıkları söküp atmak için çıkmış bir hareketin ismiydi fakat günümüzde nefislerini, hevalarını, zevklerini ilah edinmiş insanların dini gibi gösterilmek istenmektedir.
 
 
Allahın hükümlerini hiçe sayarak sanki Rabbimiz bu konuda hiç hüküm indirmemiş gibi nefislerinin her istediklerini yapanlar Müslüman olabilirler mi?Bazı tuhaf fetvalara göre kişi, Allahın hükümlerini inkar etmediği sürece,farzları yerine getirmese de,haramları sürekli ihlal etse de yinede müslümandır.Bu insanları Allahın hükümlerine değil de, İslamı topluma uydurmaya çalışan uzlaşmacı ulemasının şaş-kıncana bir iddiasıdır.Medine’de münafıklar namazın farziyetini inkar etmiyorlardı, hatta öğle,ikindi,akşam,namazlarına katılıyorlardı,fakat sabah ve yatsı namazlarına gelmemeleri,Resululahın hadisiyle onların münafık olarak damgalanması için yeterli delil oluyordu. 
 
 
Farzları ve haramları sürekli ihlal eden kişi her ne kadar müslümanlık iddiasında bulunsa da nefsini ilah edinmiş ve kesinlikle İslamın dışına çıkmıştır.Nefsani isteklerinin peşinde koşanlar için, 
 
Gaşiye S.23 a.k. ‘Zevklerini kendine ilah edinenleri görüyor musun”buyrulmuştur. 
 
Cinleri ve insanları ancak benim hükümlerime uysunlar diye yarattım buyuran ulu Allah başıboş bırakmayacağını söylediği insanın yaşantısını düzenlemek için hükümler koymuştur.İnsanların ve günümüzde Müslümanlık iddiasında bulunanların çoğunluğuda kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda Rabbimizin hükümlerine ters düşen hûkümler koymuşlardır.Nefislerini ilah edinerek yaşantılarını Allahın hükümlerine değil de,kendi hükümlerine göre düzenlemişlerdir,bunlardan örnekler vermek gerekirse 
 
l)-Rabbimiz namaz kılınmasını emretmiştir,nefislerini ilahlaştıranlar nefislerinin namaz kılma hükmüne tabi olmuşlardır.Resülulah”müminle küfür arasındaki engel namazdır,mümin namazı terk ederse küfre girer”buyurmuştur. 
 
2)-Allah zinayı haram kılmıştır,nefislerini ilahlaştıranlar zina ederek bunu kendilerine helal etmişlerdir.Resülüllah”mümin imanlıyken zina etmez”buyurmuştur. 
 
3)-Allah faizi haram kılmıştır.Nefislerini ilahlaştıranlar bu kendilerine hoş göründüğü için faize para yatırarak,faizi helal etmişlerdir. 
 
Bakara S.279 ak.”Faiz alıp verenler Allah ve resulüne harb açmıştır”buyrulmuştur 
 
4)-Allah Müslüman kadına tesettürsüz dolaşmayı haram etmiştir, kadınsa toplumca beğenilmek nefsine hoş geldiği için,ilahlaştırdığı nefsinin emirleri doğrultusunda açık dolaşmayı kendine helal etmiş,serbest bırakmıştır. 
 
5)-Allah içki içmeyi haram kılmıştır,nesini ilahlaştıranlar içki içerek bunu kendilerine helal etmişlerdir.Resülulah ” Kişi içki içerken imanlı olduğu halde içki içmez” buyurmuş tur. 
 
6)-Allah her mümine cihad etmeyi farz kılmıştır»namaz, oruç gibi yükümlülükleri yerine getiren bazı insanlar cihad etmek nefislerine zor geldiği için sanki cihad etmekle mükellef değilmiş gibi sürekli cihad ibadetini terk ederek, ilahlaştırdıkları nefislerinin “cihad etme” hükmüne tabi olmuşlardır.”Cihaddan geri kalanlar için,Rabbimiz 
 
Tevbe S.84 ak.”Onlardan ölen birinin asla cenaze namazını kılma,mezarı başında durma.Çünkü onlar Allah ve resulüne karşı küfre saptılar ve fasıklar olarak öldüler” buyrulmuştur.Resülullah”dört şey vardır ki bunlardan biri noksan olursa diğer üçünün o kişiye hiç bir faydası olmayacaktır,bunlarda namaz,oruç, hac, cihad’dır” buyurmuştur. 
 
Bir mümin yaşantısını düzenleme hakkını benim ilahım sadece Allahtır diyerek, Allaha vermiştir.Yukarda görüldüğü gibi Allahın haram ve helallerine ters düşecek haram ve helaller,serbestiler getirip insanın nefsinin bu hükümlerine tabi olması küfürdür.insanın yaşantısının bir kısmını Allahın hükümlerine göre düzenleyip, bir kısmını nefsinin hükümlerine göre düzenlemesi, nefsinin hükümlerini,Allahın hükümlerine ortak koşmasıdır.Bu aynı zamanda şirktir.”La ilahe illeallah “diyen, insanın yaşantısını düzenlemesi konusunda, ne kendi gibi insan olan bâtıl bir ilahı nede insanın kendi nefsini ortak olarak tanımaz.Müşrikler ve Müslümanlık iddiasında bulunmasına rağmen farzların bir kısmını veya tamamını yerine getirmeyen haramları az veya çok sınır tanımadan ihlal edenler için, 
 
Furkan S. 43-44 a.k.”Şimdi gördün mü o nefsi arzularını ilah edineni artık onu sen mi yola getireceksin.Yoksa onların çoğu hakkı işitiyor ve hakkı anlıyor mu sanıyorsun onlar ancak hayvanlar gibidirler,hatta daha sapıktırlar”buyrulmuştur. 
 
İnsanda hataya düşme ve günah işleme eğilimi vardır.Mümin günah işleyebilir,fakat sonra pişman olarak tevbe eder.fakat müminlik iddiasında bulunan bir insan Allahın hükümlerine umursamazca,nefsinin hükümlerine tabi oluyorsa nefsini ilah edinmiş ve küfre düşmüştür.Mümin ancak hata sonucu günah işler aynı günahı ve günahları işlemeyi süreklilik durumuna getirmez, profesyonel günahkar olamaz. 
 
Nisa S. 18 a.k.” Allahın üzerine aldığı tövbe,ancak cehalet nedeniyle günah işleyenlerin sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir.İşte Allah böyleler inin tövbelerini kabul eder.Yoksa günahları sürekli işleyip ölüm yaklaştığı zaman”Ben şimdi gerçekten tevbe ettim”diyenlerin ve kafirlerin tövbesini kabul etmez” buyrulmuştur. 
 
Tebliğci cahilliye toplumunun fertlerini,batıl ilah olan yöneticileri ve hükümlerini reddetmeye ikna ettikten sonra, ikinci etapta insanları nefislerini ilah edinmemeye davet etmelidir.”La ilaha illallah” tebliğinde bulunduğumuz kişiye”nefislerini ilah edineni görmüyor musun”ayetinin anlamını anlatarak namaz,oruç,cihad gibi konularda nefislerine değil de Allahın hükümlerine tabi olması ve bu şekilde nefsini Allaha ortak koşmaktan vazgeçmesi gerektiği anlatılmalıdır. 


   ÖZETİ:
    Nefis terbiyesinin Beyin Ameliyatı gibi hassas ve zordur.  Terbiye için;
1-Kitap okumak
2-Boş işlerden uzak durmak
3-Nefsin hoşuna giden şeylerden uzak kalmak
4-Salihlerle beraber olmak
5-Tefekkür
6-Zikir ile meşgul olmak
7-Öfkelenmemek
8-İbadet etmek
9-Ben dememek ve “Ben bilmez” virdi çekmek
10-Kimseye veya kimseyi benzetmeye veya benzemekten vazgeçmek lazımdır.

TEBLİĞ ETMEK!  AMA NASIL?!

           Teblîğ, İslâm dînini ve onun esaslarını anlatarak, insanların bu emirler istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. En meşhur tâbiriyle teblîğ “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker: İyi ve güzel olanı emretmek, kötü ve çirkin olan şeyden menetmek” diye bilinmektedir.

Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde teblîği bütün mü’minlere bir vazîfe olarak emretmektedir:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولَئِكُ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ…

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Peygamber Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuşlardır:

      “Bizden bir şey işitip, onu aynen başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ak etsin! Kendisine bilgi ulaştırılan nice kimseler vardır ki, o bilgiyi bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbîk eder.” (Tirmizî, İlim, 7)

      “Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbî olanların sevâbı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)

         Şefkat ve merhametin mutlak menbaı olan Yüce Rab­bi­miz, kullarının Hak dîne çağrılmasında tâkib edilmesi gereken METODLARI şöyle beyan buyurmaktadır:

اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ

“(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et…” (en-Nahl, 125)

وَلاَ تُجَادِلُوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلاَّ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ اِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا اَمَنَّا بِالَّذِى اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلَهُنَا وَاِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel bir yolla mücâdele edin ve deyin ki: «Bize indirilene de, size indirilene de îmân ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslîm olmuşuzdur.»” (el-Ankebût, 46)

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنِى مِنَ الْمُسْلِمِينَ وَلاَ تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ

“Sâlih ameller işleyip de: «Ben Allâh’a teslîm olanlardanım.» diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî (denk) değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış.[4]  O zaman (göreceksin ki) Sen’inle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fus­si­let, 33-34)

قُلْ هذِهِ سَبِيلِى اَدْعُو اِلَى اللهِ عَلَى بَصِيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِى وَسُبْحَانَ اللهِ وَمَا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“De ki: İşte benim yolum budur; basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allâh’ı tesbîh ederim ve ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 108)

 

Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbîki netîcesinde târihte nice dikenleşmiş rûhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra gark olmuştur.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı Firavun gibi hakîkaten azmış ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:

فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشَى

“Ona yumuşak söz söyleyin. Bel­ki o, na­sîhat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44)

Bu âyet-i ke­rî­mede teblîğ me­to­dunun iki esâsı görülmektedir:

Hakîkati muhâtaba teblîğ ederken, onun enâniyetini tahrîk etmeden yumuşak bir üslûp kullanmak:

Nitekim Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm’ın mûcizeleri karşısında pek çok defâ  îmâna temâyül ettiyse de, Hâmân ve etrâfı ona mânî oldular. Kendi­si de gurûra ve kibre kapılarak îmân etmedi.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a “kavl-i leyyin, yâni yumuşak lisan” kullanmasını emir buyurarak bizlere bir teblîğ metodu tâlîm etmektedir. Buna göre önce kalpler yumuşatılacak, ondan sonra teblîğ edilecektir.[5] Peygamberler ve Allâh dostlarının hayâtında hiçbir zaman münâkaşaya yer yoktur. Hâl ile teblîğ, mühim bir esastır.

Güzel ahlâkla kābil-i telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûb ile yapılan hizmetlerinden hayır umulamaz. Bilhassa insanın rûhuna hitâb eden eğitim, irşad ve teblîğ gibi hizmetlerde, bu husus çok daha ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete hitâben:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ

“(Ey Habîbim!) Allâh’tan (Sana gelen) bir rahmet sebebiyle, onlara yumuşak davrandın! Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrâfından dağılıp giderlerdi…” buyrulmuştur. (Âl-i İmrân, 159)

Hangi durumda olduklarına bakılmaksızın, teblîğin bütün insanlara şümûllendirilmesi:

Firavun, îmân etmeye yanaşmayan bir zâlim ve bedbaht olduğu gibi aynı zamanda Mûsâ aleyhisselâm-’ı yok etmek uğruna binlerce mâsum yavruyu katletmiş bir cânî idi. Böyle olduğu hâlde ilâhî teblîğe muhâtab ol­du.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Ebû Cehil’e defâlarca teblîğde bulunmuştur. Ebû Cehil ise, Peygamber Efendimiz’in apaçık nübüvvetini vicdânen kabûl ettiği hâlde nefsâniyetinin galebesi ve kibri sebebiyle bunu ikrâr edememiştir. Lâkin Allâh Rasûlü’nün bu üstün davranışı, Ömer bin Hattâb, Ebû Süfyân, Hind ve Vahşî gibi başlangıçta İslâm düşmanı olan nice kimselerin hidâyetine vesîle olmuştur.

İşte bu bakış açısı, gerek İslâmî hizmetlerde ve gerekse bütün beşerî münâsebetlerde muhâtapların fiilî durum­arı kadar, muhtemel hâllerinin de dikkate alınmasından doğan bir güzellik, yumuşaklık ve zarâfeti  gerçekleştirme imkânı sağlar.

Varlık Nûru’nun ibretlerle dolu yirmi üç senelik teblîğ hayâtını tedkîk ettiğimizde, bir teblîğcinin yolunu aydınlatan şu hususları müşâhede ederiz:

Allâh Rasûlü teblîğe en yakınlarından başlamıştı. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ

“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214)

يَااَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا قُوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi (öyle) bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Onun başında gâyet katı ve şiddetli melekler vardır, onlar Allâh’a isyân etmezler ve emredildikleri her şeyi yaparlar.” (et-Tahrîm, 6)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvette, tedrîcîliğe riâyet etmiş, basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol tâkib etmiştir.

Allâh Teâlâ’nın ilk emri اِقْرَاْ “Oku!” (el-Alak, 1) âyeti idi.

Sonra Efendimiz’e risâlet vazîfesi verilmiş, قُمْ فَاَنْذِرْ “Kalk ve îkâz et!” (el-Müddessir, 2) buyrulmuş, bundan sonra ise:

وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ

“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214) emr-i ilâhîsi gelmiştir.

Bunu müteâkıben vazîfenin sınırı bütün şehri ihâta edecek şekilde genişletilerek şöyle buyruldu:

وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِى اُمِّهَا رَسُولاً يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اَيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِى الْقُرَى اِلاَّ وَاَهْلُهَا ظَالِمُونَ

“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o belde halkını helâk edici değildir. Zâten Biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59)

Bir sonraki merhalede, çevre vilâyetleri de kapsayacak şekilde dâvetin sınırları genişledi:

وَهذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا

“Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki Kitapları tasdîk eden, şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübârek bir Kitap’tır…” (el-En’âm, 92)

Nihâyetinde teblîğ vazîfesinin hudutlarının bütün insanlığı içine alacak kadar geniş olduğu îlân edildi:

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

“(Ey Muhammed!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

BİZ NASIL YAPACAĞIZ?

Aziz Müslümanlar! Dört Hüsnüye dikkat edeceğiz! Hüsnü güzel demektir. İşte bu dört güzel şartı muhakkak uygulamalıyız ki başarılı olabilelim. Dört ana unsurun muhakkak alt unsurları da vardır. Önce asıl unsurları sayalım, Sonra da detaylandıralım:

1-HÜSNÜ HAL (GÜZEL BİR HAL)

2-HÜSNÜ ZAMAN(GÜZEL BİR ZAMANDA)

3-HÜSNÜ MEKÂN(GÜZEL BİR YERDE)

4-HÜSNÜ LİSAN( GÜZEL BİR DİLLE)

Fahr-i Kâinât  Efendimiz, muhâtapları husûsunda tedrîcîliğe(yavaş yavaş, aşama aşama) riâyet ettiği gibi teblîğ edeceği ahkâmı anlatırken de aynı usûle başvurmuştur. Namaz ve orucun emredilmesi, içki ve fâizin yasaklanması gibi pek çok husus buna birer misâl teşkil eder.

Varlık Nûru, îman, ibâdet ve ahlâkıyla mükemmel bir seviyeye getirdiği ashâbını, ânî bir değişimle değil, hissedilmeyen, yavaş ve tedrîcî bir gelişimle ulvî bir seviyeye çıkarmıştır. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona yaptığı tavsiyeler bunu açıkça göstermektedir:

“Muhakkak ki sen, halkı ehl-i kitâb olan bir memlekete gidiyorsun. Onları, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şâyet buna itaat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabûl edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaya kalkma! Mazlûmun bedduâsını almaktan sakın, çünkü onun bedduâsı ile Allâh arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63; Müslim, Îman 29-31)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, teblîğ ve tâlîm için muhâtabının zaman, mekân ve hâlet-i rûhiye açısından en müsâit ânını kollardı.

Sahâbeden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, insanlara perşembe günleri vaaz ederdi.

Bir kimse ona:

“−Ey Ebû Abdurrahmân! Keşke bize her gün vaaz etsen!” dedi.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ona şunları söyledi:

“−Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” (Buhârî, İlim, 11, 12)

             Kamil Efendi at bakıcısıdır. Bir cuma günü, camiye gelir. Bakar ki, hiç kimse yok! Vaaza hazırlanan hoca, cemaat olmadığını görünce: “Senden başka kimse yok. Ne dersin; Vaaz edeyim mi, yoksa etmeyeyim mi?” Kamil Efendi, “Ben seyisim, bu işlerden anlamam. Benim yirmi atım var. Hepsi kaçıp gitse biri kalsa, onu ihmal etmem, yine bakarım” der. Bunun üzerine hoca, uzun uzun vaaz eder. Namaz sonrası Kamil Efendi’ye sorar: “Nasıl, vaazımı beğendin mi?”

            Kamil Efendi şöyle der: “Ben seyisim, vaazdan anlamam. Ancak ben, yirmi atın suyunu ve yemini bir ata verip onu çatlatmam!”

Mekke Fethi esnâsında Abbâs -radıyallâhu anh-, müslüman olmayı kabûl eden Ebû Süfyân’ı getirdi ve Allâh Rasûlü’ne şöyle dedi:

“−Yâ Rasûlallâh! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Doğru söyledin! (Şehre girerken îlan edin:) Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir.” buyurdu. (Ebû Dâvud, Harâc, 24-25/3021)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman kendisine soru soran kimselere, bu kişilerin durumlarına göre cevap vermiş, şahsa münhasır metodlar tâkib etmiştir.

“Amellerin en fazîletlisi hangisidir?” diye soran muhtelif kimselere durumlarına göre şu farklı cevapları vermiştir:

Peygamber Efendimiz, her hususta kolaylaştırmayı ve müjdelemeyi hayâtının esâsı kabûl etmiş, teblîğ esnâsında da buna âzâmî derecede riâyet etmiştir.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)

Nitekim Cenâb-ı Hak da:

يُرِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ

“…Allâh size kolaylık diler, güçlük istemez…” (el-Bakara, 185)

وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ

“…Rahmetim her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurmaktadır.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyeti tefsîr sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ varlıkları yarattığı zaman, kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitâbına: «Rahmetim gerçekten gazabıma gâliptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, l4-l6)

Ashâbdan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise nakleder:

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîği esnâsında insanları ilâhî azâb ile uyarmış, onları âhirete hazırlanmaya teşvîk etmiştir.

Âlemlerin Efendisi, dâvete ilk başladığında, Hâşimoğulları’na şöyle hitâb etmişti:

“Ben sizi «Lâ ilâhe illâllâhu vahdehû lâ şerîke leh: Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur! O birdir! O’nun, ortağı yoktur!» diyerek şehâdet getirmeye dâvet ediyorum. Ben de, O’nun kulu ve Rasûlü’yüm. Bunu böylece kabûl ve ikrâr ettiğiniz takdirde, sizin Cennet’e gireceğinize kefîl olurum.

Siz, kıyâmet günü iyi amellerinizle gelmez de dünyâyı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise şöyle derim.”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Şöyle derim.” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi ve bu hareketi iki defâ tekrarladı. (İbn-i İshâk, s. 128; Ya’kûbî, II, 27)

Peygamber Efendimiz teblîğ ettiği hususları, sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayâtında tatbîk etmek sûretiyle hâliyle de insanlara arz ediyordu. Nitekim Rabbimiz ne buyuruyor  Saf Suresi 2 ve 3. Ayetinde:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ:كَبُرَ مَقْتاً عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَاتَفْعَلُونَ:

 “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”

                İmam-ı Azam Ebû Hanife, oğlu Hammad’ı bundan sakındırmıştır. Bunun üzerine oğlu Hammad: “Babacığım!.. Bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum” dedi. İmam-ı Azam buyurdu ki: “Evlâdım!.. Bizler münazarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle herbirimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranırdık, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münazara ederken, herbiriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını (sapmasını) istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kâfir olmadan kendisi, kâfir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmaktaki ölçü de böyledir.”

              İslâm’ın yaşanarak teblîğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Ashâb-ı kirâm, dünyânın en ücrâ köşelerine kadar îman sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ın güzelliklerini dünyâya sergilemek, en güzel bir teblîğ metodudur.

İslâm’ı yaşayarak ve anlatarak teblîğ etmek, imkân nisbetinde her mü’minin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Günümüzde imkânların genişlemesi ve iletişim vâsıtalarının çoğalması sebebiyle, bu vazîfenin mes’ûliyeti de iyice ağırlaşmıştır. Dünyânın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanlar bir tarafa, yakınımızda bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmâlkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve hesap soracaktır.

Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Şunu duyardık:

Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasına yapışarak dâvâcı olacak. Adam:

«–Benden ne istiyorsun? Birbirimizi tanımıyoruz ki!» diyecek.

Diğeri ise:

«–Dünyâda beni hatâ ve kötü işler üzerinde görür de alıkoymaz, îkâz etmezdin.» cevâbını verecek.” (Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)

NE ÖĞRENDİK?!

1-         1-TEBLİĞ, HER MÜMİNİN GÖREVİDİR. VE ECRİ DE BÜYÜKTÜR…

2-      2-YAPTIKLARIMIZI SÖYLEMELIYIZ KI, ETKI ETSIN..

3-      3- DÖRT HÜSNÜYÜ UNUTMAMALIYIZ:  
             1-HÜSNÜ HAL (GÜZEL BİR HAL)

        2-HÜSNÜ ZAMAN(GÜZEL BİR ZAMANDA)
        3-HÜSNÜ MEKÂN(GÜZEL BİR YERDE)
        4-HÜSNÜ LİSAN( GÜZEL BİR DİLLE)

4-      4-KARŞIMAZDAKINI MAT EDIP YENMEK IÇIN DEĞIL, ONUN HIDAYETINE VESILE OLMAK IÇIN              KONUŞMAK LAZIM!

5-      5-AZ SÖZLE SIKMADAN ANLATMAK LAZIM!

6-      6- NIYETIMIZ ALLAH RIZASI OLMALIDIR

7-      7- DOĞRU KAYNAKLARDAN KENDIMIZI IYI YETIŞTIRMELIYIZ!

AYIPLAMA KAPA!

       

Hucurât / 11. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَٓاءٌ مِنْ نِسَٓاءٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّۚ وَلَا تَلْمِزُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْاَلْقَابِۜ بِئْسَ الِاسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْا۪يمَانِۚ وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

 

Ey iman edenler! Bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin; belki de o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi incitici, aşağılayıcı kötü lakaplarla çağırmayın. Bir insan iman ettikten sonra onu fâsıklığı çağrıştıran bir isimle çağırmak ne kötü bir davranıştır ve böyle yapıp imandan sonra fâsıklık damgası yemek de ne kötüdür. Bu tür davranışların ardından kim tevbe edip Allah’a yönelmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.

Hümeze / 1. Ayet

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ

İnsanları arkadan çekiştirmeyi, yüzlerine karşı da el, kaş, göz işaretleriyle alay etmeyi âdet hâline getiren her bir kişinin vay hâline!

          “Her kim bir Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim Müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

مَنْ عَابَ ابتُلِيَ “Men âbe übtüliye.” • Ayıplayan, ayıpladığı şey ile imtihan olur.. “


“Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.”(Tirmizi)

Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “(Bir gün) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:
“Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.”(Tirmizi)

“Mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı azâb vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Nur, 24/19)
 

Bidat ve Hurafeler

Günümüzde birçok bidat ve hurafenin yaygın bir şekilde hayata aktarıldığını üzülerek görmekteyiz. Bu yanlışlıklardan dönülmesi, doğru davranışların elde edilmesi umuduyla bu haftaki cuma vaazında bidat ve hurafelerden bahsedeceğiz.

Öncelikle bidat ve hurafe nedir ve çıkış sebepleri neleredir bunları izah edelim.

Bidat; Örneksiz bir şey yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, umumî kanaata aykırı davranışta bulunmak ve daha evvel benzeri olmayan bir şeyi icat etmek gibi anlamlara gelir. Sonradan ihdas edilen her türlü yeniliklere bid’at denilmesi caiz olmakla birlikte, bu kavramın zamanla dinî konularda fazlalık veya noksanlık olarak telakki edilen davranışlar için kullanılmasının teâmül haline geldiği görülmektedir. Istılah bakımından bid’at; dinin aslından olmayan ve şer’î delillere istinad etmeden sünnete aykırı olarak icad edilen şeylerdir. Başka bir ifadeyle; dinî emirlerin ikmalinden sonra, Hz. Muhammed’in sünnetine, Kur’ân’ın sarîh hükümlerine, ashab, tabiin ve müctehitlerin genel görüşlerine tamamen aykırı olarak ortaya çıkan hal, davranış ve işler demektir. Bu iki tanımdan da anlaşıldığı gibi, sonradan ortaya çıkan bir olay veya davranışın bid’at olabilmesi için dinin muhtevasına zıt olması gerekir. Yaygın olan kanaata göre; bid’atların asıl doğuş sebebi, toplumlardaki kültür değişmeleridir. Bid’atların doğuşuna ve yaygınlaşmasına sebep olan hususlar şunlardır: 1- Bid’atın, bilinçli olarak üretilmesi, 2- cehalet, 3- kültür etkileşimi, 4- İslâm öncesinden kalan gelenek ve görenekler, 5- eski dinlerden kalan alışkanlıklar, 6- çok sevap kazanmak veya dinî vecibeleri fazlasıyla ifa etmek düşüncesi.

Hurafe; Akla ve gerçeğe aykırı, aldatıcı söz demektir. Masal, efsane ve genel olarak gerçek dışı kabul edildiği halde hoşa giden nakil ve rivayetlerde hurafe olarak değerlendirilebilir. Ayrıca hiçbir mantıki izahatı bulunmayan, din adına ileri sürülüp benimsenen batıl inanç ve davranışlarda hurafe kapsamına girmektedir.

Bidat ve Hurafelerin birçok çıkış sebebi vardır. Bunlardan en önemlileri şunlardır:

1.Önceki dinlere ait kültürlerden bazı unsurların İslam Dinine taşınması.

2.Cehalet, yani dini temel kaynaklarından öğrenmemek.

3.Özellikle bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize dayandırılan uydurma hadisler.

Çağımızda en yaygın bidat ve hurafenin başında Türbe ziyaretlerinde yapılan yanlışlıklardır. İslam Dini yaratılmış olan mahlukatlar içinde insanın dirisine önem verdiği gibi ölüsüne de önem vermiştir. Ölüm hadisesi gerçekleştikten sonra ölüler temizlenip güzelce kefenlendikten sonra kabirlere konulmaktadır. Kabirlerin ziyaret edilmesinde orada yatan insanlar için hayır duada bulunulmasında hiçbir sakınca yoktur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır. “Size kabir ziyaretlerin yasaklamıştım. Artık, kabirleri ziyaret edebilirsiniz.”[ Müslim] “Kabirleri ziyaret ediniz, Çünkü bu size ahireti hatırlatır.”[ İbn Mace]

Evliyaların, Allah Dostu olarak kabul edilmiş kişilerin yattığı yerler halk nezdinde “Türbe” olarak adlandırılmıştır. Sonuç itibariyle türbelerde bir kabirdir ve ziyaret edilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Yalnız, bu ziyaretlerde İslam’ın koymuş olduğu ölçülere riayet edilmelidir. Türbelerde konulan bu ölçülere ters ve çok yanlış olan davranışları ise şöyle sıralayabiliriz:

1.Türbelerde yatanlar beşer üstü varlık olarak görmek ve Allah ile kendi arasında aracı olarak kabul etmek.

  1. Türbe ziyaretlerini sanki dini bir vecibeymiş gibi telakki etmek.

3.Çaput, bez bağlamak ve mum yakmak.

4.Türbelerde yatanlara adak adamak.

5.Türbelerde yatanlar adına kurbanlar kesmek.

6.Kabrin etrafında bulunan duvar, demir vb. şeyleri öpmek.

7.Türbelere eğilerek girmek.

8.Türbelerde yatıp şifayı orda yatanlardan beklemek.

9.Türbe kapılarına sahip olmak istediği şeyin (mesela ev, araba, çocuk vb.) resmini çizmek.

Yukarıda saymış olduğumuzu davranışlar Müslüman’a yakışan hareketler değildir. Her gün 5 vakit namazımızda Fatiha süresinde bulunan إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden Yardım dileriz”[Fatiha] manasında ayeti okuduğumuz halde dediğimize muhalif olarak yardımı başka kapılarda aramak çelişki değil midir? İhtiyaçların karşılanmasını ölüden ummak kişiyi şirke sürükleyebilir. Şirk ise Allah’ın bağışlamayacağı en büyük günahlardandır.

Günümüzde üzülerek görmekteyiz ki; Kabirler, insanlara yaratılmış olan her şeyin bir gün ölümü tadacağını hatırlatmalıyken, dünyevi işlere cevap arandığı yerler haline getirilmiştir. Türbe, yatır ve evliya kabristanları ziyaret edenler, ahireti hatırlamalı, orda yatanlarında bir gün bu hayatta yaşadıklarını ama bu dünyadan ayrıldıklarını anlamalı, kendisinin de bir gün kabire gireceğinin farkında olmalıdırlar. Kur’an okuyarak sevabını onların ruhuna bağışlamalıdır. Bu gibi işlemlerin dışında cereyan eden hadiselerin kişiye fayda yerine zarar getireceği unutulmamalıdır.

Günümüzde halkımız arasında birçok şey, ya uğurlu yada uğursuz sayılmaktadır. Kimileri ayların, kimileri günlerin veya gecelerin, kimileri hayvanların, kimileri ise bazı eşyaların uğursuzluğuna veya uğurlu olduklarına inanmaktadır.

Hayvanların içinde;

1.Baykuş ötmesi,

2.İnsanın önünden kara kedi geçmesi,

3.İnsanın veya arabanın önünden tavşan geçmesi,

4.Kargaların ötüşü ve horozların vakitsiz ötüşü vb.

Uğursuz sayılan günler veya gecelerde vardır. Bunlar;

1.İki bayram arasında nikah kıyılması veya düğün yapılması,

2.Cuma ve arife günlerinde çamaşır yıkanması veya dikiş yapılması,

3.Gece vakti tırnak kesilmesi, gece aynaya bakılması, yine gece vakti ev süpürmek, geceleyin dışarıya sıcak su dökülmesi,

4.Salı günü temizlik yapılması ve

5.Akşam vakti sakız çiğnenmesi vb.

Uğursuz olduğu kabul edilen şeylerden bazıları ise şunlardır;

1.Sol gözü seğiren kişinin bu olayı kötüye yorumlaması sağ göz seğirirse hayra yorumlaması,

2.Kişinin üzerinde dikiş yapılacaksa veya düğme dikilecekse ağza bir şey alınması yoksa başa sıkıntıların geleceğine inanılması,

3.Kapı eşiğinde oturan kişiye iftira atılacağına inanmak, erkeğin önünden kadının geçmesinden dolayı erkeğin nasibinin kapanacağı

4.Ezan okunurken köpek ulumasını şerre yormak,

5.Evde cam veya porselen gibi bir şey kırıldığı zaman belanın defedildiğine inanmak,

6.Merdiven altından geçmeyi uğursuz saymak,

7.Sağ kulağın çınlaması hayra sol kulağın çınlamasını şerre yormak,

8.Ayakkabı veya terlik ters dönmesini uğursuzluğa saymak,

9.Gece vakti sandık açmayı mezarının açılmasına saymak,

10.Kişinin üzerinden geçildiği zaman boyunun büyümeyeceğine inanmak vb. gibi şeyler halkımız arasında sıkça karşılaştığımız hurafelerdendir.

At nalı, kurt dişi, koç boynuzu gibi şeyler evin dış cephesine asmak, nazar boncuğunu üzerine veya evin içine yahut dışına arabaların içine asmak halkımız arasında uğurlu kabul edilen şeylerdendir.

Yukarda saymış olduğumuz ve halk arasında yaygın olan bu hurafelerin kaynakları ve tarihçeleri bilinmemektedir. Tarihin her döneminde varlığını koruyan hurafeler, insanın ruh ve tabiatına uygun düşmeyen, akla ve mantığa aykırı şeylerdir. İnsanların karşılaştığı problemleri çözmede doğru yolların dışında, yanlış yollara sapmaları hurafeleri iyice yaygınlaştırmıştır. Bu sebeple uğuru veya uğursuzluğu yaratılmış mahlukat’tan beklemek doğru değildir.

Unutmayalım ki; insanın başına Yüce Allah’ın dilemesinden başka hiçbir şey gelmemektedir.

Geliniz Yunus Süresi 107. ayete kulak verelim.

وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَآدَّ لِفَضْلِهِ يُصَيبُ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

Bidat ve Hurafeleri ortaya çıkaranlar ve bu hurafeleri yaygın hale getirenler için dünya ve ahiret sıkıntısı vardır. Çünkü iyi bir iş yapan kimsenin peşinden o iş devam ettirilirse alınacak sevaplardan payı vardır. Kötü bir iş yapan, kötü bir çığır açan ise o kötü yolda gidenlerin almış olduğu günahlardan bir payı vardır. Bu sebeple yapmış olduğumuz şeyin İslam Diniyle ilgisinin olup olmadığına bakmalı, dünyamız ve ahiretimiz için faydası araştırılmalı ve sadece gönlümüz istedi diye yapmamalıyız. Peygamber Efendimizin bir hadis-i şerifini sizlerle paylaşmak isterim.

مَنْ سَنَّ في الإِسْلام سُنةً حَسنةً فَلَهُ أَجْرُهَا، وأَجْرُ منْ عَملَ بِهَا مِنْ بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ ينْقُصَ مِنْ أُجُورهِمْ شَيءٌ ، ومَنْ سَنَّ في الإِسْلامِ سُنَّةً سيَّئةً كَانَ عَليه وِزْرها وَوِزرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِنْ بعْده مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزارهمْ شَيْءٌ

“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”[ Müslim]

Bidat ve Hurafelerin bizler için bir başka zararı ise sanki bunlar dinin asıl unsurları gibi gösterilmesidir. Osya ki bidat dinde aslı olmayan birtakım batıl ve yanlışlıkları ifade eder ki, Sevgili Peygamberimiz bidatlerden uzak durmamızı istemektedir. Bidat ile ilgili Efendimizden bizlere aktarılan hadisler şöyledir.

منْ أَحْدثَ في أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فهُو رَدٌّ

“Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez.”[ Buhari]

Sevgili Peygamberimiz (s.a.) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur.

أَمَّا بَعْدُ ، فَإِنَّ خَيرَ الْحَديثَ كِتَابُ اللَّه ، وخَيْرَ الْهَدْى هدْيُ مُحمِّد صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، وَشَرَّ الأُمُورِ مُحْدثَاتُهَا وكُلَّ بِدْعَةٍ ضَلالَةٌ

“Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.”[ Müslim]

Bidat ve Hurafeler sosyal yaşantıda sıkıntılara sebep olmaktadır. İnanç yanlışlıklarından dolayı Dini yaşantıda sektelere sebep olmaktadır. Bidat ve Hurafelerden kaçınılmaz ise zaman içerisinde insanlar tarafından Dinin aslından sayılacak, böyllece terk etmek günahmış gibi telakki edilebilecektir. Günümüzde bu durumu üzülerek görmekteyiz. İnandığı gibi yaşamayan kardeşlerimiz yaşamlarını inançları haline getirmişler ve yanlış şeylerin ardına takılıp gitmişlerdir. Bu sebeple bizlere hiçbir fayda sağlamayacak olan hurafeleri hayatımızdan atmaya özen gösterelim.

Kuran ve sünnete uymak bizim en temel vazifelerimiz arasındadır. Dinimizi Kur’an ve sünnetten öğrenmekteyiz. Hayatımızda karşılaşmış olduğumuz birçok şeyin Kur’an ve Sünnette olup olmadığını bilir isek hatalara düşmekten o kadar çok korunabiliriz. Bu sebeple Dinimizin iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünneti öğrenmeye gayret göstermemiz bizleri hurafelerden uzaklaştıracaktır.

Yıl içinde mubarek gün ve gecelerde ziyaret edilmesi makbul olan birçok yerler ziyaret edilmektedir. Elbette ziyaret edilecektir. Bunları yasak kapsamında değerlendirmek doğru değildir. Ancak ziyaret esnasında yapılan bazı yanlışlıklar var ki, işte bu gibi tavırlardan kaçınmaya özen gösterelim. Geçmişlerimizi Kur’an’ın nuruyla aydınlatalım. Kendileri ve kendimiz için dua ve niyazda bulunalım. Ölülerimiz ve dirilerim için tövbe istiğfar edelim. Vaazımızın ilk girişinde saymış olduğumuz ziyaretlerle ilgili yanlışlıklardan kaçınalım.

PEYGAMBERİMİZİN VEFASI

YÂ RESÛLALLAH O GÜZEL AŞKINA KURBÂN OLAYIM

AYAĞIN HÂKINE BEN HÂK ILE YEKSÂN OLAYIM

 

GÖREYIM GÜL YÜZÜNÜ SEYRINE VER DE TÂKAT

BAKAYIM HÜSNÜNE BEN ÖYLECE HAYRÂN OLAYIM

 

SENI SEVMEK BILE HADDIM DEĞIL AMMÂ SEVERIM

SEN DE SEV BENDENI DE NÂIL-I IHSÂN OLAYIM YA RESULALLAH!

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

 

İslâm’ı kabul ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur. Tevbe / 100. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَل۪يلًا اُو۬لٰٓئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

 

Allah’a verdikleri sözleri ve ettikleri yeminleri önemsiz bir dünya menfaatine satanlar var ya, işte onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Âl-i İmrân / 77 VEFÂ, GÖRÜLEN IYILIKLERI UNUTMAMAK, IYILIKTE BULUNANLARA MISLIYLE VEYA DAHA GÜZELIYLE KARŞILIK VERMEYE DEVAM ETMEKTIR. VEFÂ, DOSTLUĞUN KAYNAĞI, MUHABBETIN ILK DURAĞI VE GÜVENIN EN MÜHIM MESNEDIDIR. TAM VE KÂMIL BIR ÎMÂNIN VE ALLAH’A TESLÎMIYETIN NIŞÂNESIDIR. BU AHLÂKA SÂHIP OLANLARA VEFÂKÂR DENIR. VEFAKÂRLIĞIN ZIDDI, NANKÖRLÜK OLUP IYILIĞIN KADRINI BILMEMEK VEYA ONA KÖTÜLÜKLE KARŞILIK VERMEKTIR.

VEFÂ YOKUŞU

MEHMED ÂKIF, KIZININ NIKÂH AKDINE ÇOK SEVDIĞI AHBÂBINDAN OLAN BOSNALI ALI ŞEVKI EFENDI’YI DE DAVET ETMIŞTI. YAŞLI HOCAEFENDI BU DAVETE BIRAZ GEÇ GELDI VE GECIKME SEBEBI OLARAK DA, VEFÂ YOKUŞU’NDAN ÇIKTIĞINI SÖYLEDI. MERHUM ÂKIF, TEBESSÜM EDEREK DÜŞÜNDÜRÜCÜ VE NÜKTELI ŞU MUKABELEDE BULUNDU:

“HANGI VEFÂ YOKUŞU’NDAN BAHSEDIYORSUN HOCA EFENDI? NESL-I HÂZIR (ŞIMDIKI NESIL) O YOKUŞU ÇOKTAN DÜZLEDI…”

İSTANBUL’DA EMINÖNÜ SAHILINDEN SÜLEYMANIYE’YE DOĞRU ÇIKILAN YOKUŞA, BURADA EBU’L-VEFÂ HAZRETLERI’NIN DERGÂHI VE TÜRBESI BULUNDUĞU IÇIN VEFÂ YOKUŞU DENILMIŞTIR.

İNSÂNÎ HASLETLERIN DUMÛRA UĞRADIĞI, VICDANLARIN KURUDUĞU, INSANLARIN GITGIDE DIĞERGÂMLIKTAN HODGÂMLIĞA YANI FEDÂKÂRLIKTAN BENCILLIĞE MEYLETTIĞI GÜNÜMÜZDE VEFÂ KELIMESI, ÂDETÂ LÜGATTE BIR KELIME VE SIRF İSTANBUL’DA BIR SEMT ADI OLARAK KALMIŞ BULUNMAKTADIR.

MEHMED ÂKIF; BUGÜNKÜ TOPLUMUMUZU GÖRSE, KIM BILIR BU VEFÂSIZLIK VE DUYGUSUZLUK TABLOSU KARŞISINDA NASIL FERYAT EDERDI.

KALBÎ KIVÂMIN ZIRVESINI GÖSTEREN VEFÂKARLIĞIN TEMELINDE SAMÎMIYET, SADÂKAT VE TEVÂZÛ GIBI AHLÂKÎ HASLETLER BULUNMAKTADIR. ŞÂIRIN:

“DÂVÂ KAPISINI BIRAK DA VEFÂ DERGÂHINA GEL!” ÇAĞRISINDAN DA ANLAŞILACAĞI GIBI VEFÂ ENGIN BIR DERYÂ, BULUNMAZ BIR DERGÂHTIR. O DERGÂHA GIREN HERKES HUZÛR BULUR VE ORADAN MEMNÛN AYRILIR.

EN BÜYÜK VEFÂKARLIK, INSANIN YARATANI’NI TANIMASI, KULLUK VAZÎFESINI YERINE GETIRMESI VE O’NUN VERDIĞI NIMETLERIN KIYMETINI BILMESIDIR. EN BÜYÜK NANKÖRLÜK DE KULUN, RABBI’NI INKÂR ETMESI, O’NUN YÜCELIĞINI TANIMAMASIDIR.

VEFÂNIN ZIRVESINI TEŞKIL EDECEK EN GÜZEL MISALLERI SEVGILI PEYGAMBERIMIZ’IN HAYÂTINDA MÜŞÂHEDE ETMEKTEYIZ. RESÛLULLAH; “BEN BABAM İBRAHIM’IN DUASI, KARDEŞIM İSA’NIN MÜJDESI VE ANNEM ÂMINE’NIN RÜYÂSIYIM.” [2] (HÂKIM, II, 453) BUYURMAK SÛRETIYLE HEM HZ. İBRAHIM’I HEM HZ. İSA’YI (A.S.) HEM DE ANNESINI MINNETLE ANMIŞ, ONLARA KARŞI GEREKEN VEFÂKÂRLIĞI GÖSTERMIŞTIR. BUNUNLA DA KALMAYIP KIYAMETE KADAR GELECEK OLAN ÜMMETINE, HZ. İBRAHIM’IN (A.S.) DUASINA MUKÂBELEDE BULUNMALARINI SÜNNET KILMIŞTIR. NAMAZLARDA OKUNAN “SALLI-BÂRIK” DUASINDA, ÂL-I MUHAMMED’IN ARDINDAN ÂL-I İBRAHIM’IN ZIKREDILMESI, IŞTE BU ÇOK ZARIF VE HASSAS OLAN VEFÂ DUYGUSUNUN BIR ESERIDIR.

PEYGAMBERIMIZI AĞLATAN HATIRA

SEVGILI PEYGAMBERIMIZ’IN VEFÂKÂR BIR EVLAT OLDUĞUNU GÖSTEREN DIĞER BIR HÂDISE DE HUDEYBIYE UMRESI IÇIN MEKKE’YE GIDERKEN VUKÛ BULMUŞTUR. YOLCULUK ESNÂSINDA EBVÂ’YA UĞRAMIŞLARDI. RESÛLULLAH CENÂB-I ALLAH’TAN IZIN ISTEYEREK ANNESININ KABRINI ZIYARET ETTI. ZIYÂRET ESNÂSINDA KABRINI ELIYLE DÜZELTTI VE TEESSÜRÜNDEN AĞLADI. O’NUN AĞLADIĞINI GÖREN MÜSLÜMANLAR DA AĞLADILAR. DAHA SONRA NIÇIN BÖYLE YAPTIĞINI SORANLARA SEVGILI PEYGAMBERIMIZ; “ANNEMIN BANA OLAN ŞEFKÂT VE MERHAMETINI HATIRLADIM DA ONUN IÇIN AĞLADIM.” BUYURDU. (İBN-I SA’D, I, 116-117. AYRICA BKZ. MÜSLIM, CENÂIZ, 105-108)

EFENDİMİZİN HATİCE ANNEMİZE VEFASI

SEVEN SEVDIKLERININ SEVDIĞINI DE SEVER, ONLARI DA UNUTMAZDI. BIR DEFASINDA HZ. HATICE’NIN KIZ KARDEŞI HALE’NIN HUZURUNA GELMEK IÇIN IZIN ISTEDIĞINI DUYMUŞTU. SESINI VE IZIN ISTEME TARZINI HZ. HATICE’YE O KADAR ÇOK BENZETMIŞTI KI, HEYECANLA AYAĞA KALKMIŞ VE “AMAN ALLAH’IM! BU HÜVEYLID’IN KIZI HALE’DIR.” DEMIŞTI. O’NUN BU HEYECANINA ŞAHIT OLAN HZ. AIŞE VALIDEMIZ ISE KADIN FITRATININ GEREĞI OLARAK KISKANIP ARAYA GIRMIŞ VE YILLAR ÖNCE ÖLÜP ARALARINDAN AYRILMIŞ BIRISI IÇIN BU KADAR ILGININ SEBEBINI SORMUŞTU.ALLAH RESULÜ ISE;

-ALLAH’A YEMIN OLSUN KI ALLAH BANA ONDAN DAHA HAYIRLISINI VERMEMIŞTIR. İNSANLAR KÜFREDERKEN O BANA INANDI.

İNSANLAR BENI YALANLARKEN O BENI TASDIK ETTI. VE ALLAH ONUN VESILESIYLE BENI EVLATLARLA RIZIKLANDIRDI.’ ŞEKLINDE TAMAMLAYACAK VE BÖYLE BIR ÇIKIŞI TASVIP ETMEDIĞINI IFADE EDIP HZ. HATICE’NIN HATIRINA TOZ KONDURMAMIŞTI.

PEYGAMBERIMIZI BÜYÜTEN HANIM(FÂTIMA HATUN)

PEYGAMBER EFENDIMIZ KENDISINI ŞEFKÂT VE MERHAMETLE BÜYÜTEN ANNESINI KÜÇÜK YAŞTA KAYBEDIP ÖKSÜZ VE YETIM KALDIĞINDA ONU ÖNCE DEDESI, DAHA SONRA DA AMCASI EBÛ TÂLIB YANINA ALMIŞTI. BU SIRALARDA AMCASININ HANIMI FÂTIMA HATUN, SEVGILI PEYGAMBERIMIZ’E ÇOK IYI BAKMIŞ, ONU KENDI ÇOCUKLARINDAN HIÇ AYIRMAMIŞ HATTA DAHA DA ÜSTÜN TUTMUŞTU. MÜSLÜMAN OLARAK MEDINE’YE HICRET EDEN BU HANIM VEFÂT ETTIĞINDE RESÛLULLAH; “ANNEM ÖLDÜ!” DEMIŞ, ONU GÖMLEĞI ILE KEFENLEMIŞ, DAHA SONRA DA KABRE ALIŞMASI IÇIN ORAYA BIR MÜDDET UZANMIŞTI. “YÂ RESÛLALLÂH! HERHÂLDE FÂTIMÂ’NIN ÖLÜMÜNE ÇOK ÜZÜLDÜNÜZ!?” DENILDIĞINDE ISE:

“O BENIM ANNEMDI. KENDI ÇOCUKLARI AÇ DURURKEN ÖNCE BENIM KARNIMI DOYURUR, KENDI ÇOCUKLARININ ÜSTÜ BAŞI TOZ TOPRAK IÇINDE DAĞINIK DURURKEN, O ÖNCE BENIM BAŞIMI TARAR VE GÜLYAĞI SÜRERDI. O BENIM ANNEMDI.” BUYURMUŞTUR. (YA’KUBÎ, II, 14)

PEYGAMBERIMIZIN AMCASI EBU TALIB’E VEFASI

PEYGAMBER EFENDIMIZ, AMCASI EBÛ TÂLIB’IN MÜSLÜMAN OLMASINI ÇOK ISTEMIŞTI. BUNUN IÇIN DEFÂLARCA UĞRAŞTI. HELE VEFÂTI ESNÂSINDA BAŞI UCUNDA GÖSTERDIĞI GAYRET DILLERE DESTANDIR. İSLÂM’A BUNCA FAYDASI DOKUNAN BIR KIMSENIN, ÎMÂN ŞEREFINE NÂIL OLAMAMASI ONU ÇOK ÜZÜYORDU. EBÛ TÂLIB VEFÂT ETTIĞINDE HAZRET-I ALI, EFENDIMIZ’E GELEREK; “DALÂLET IÇINDEKI IHTIYAR AMCAN MÜŞRIK OLARAK ÖLDÜ!” DEDI. BU HABER ÜZERINE ÇOK ÜZÜLEN RESÛL-I EKREM EFENDIMIZ AĞLAMAYA BAŞLADI. DAHA SONRA DA; “GIT ONU YIKA VE GÖM!” BUYURDU. (NESÂÎ, CENÂIZ, 84; DIYARBEKRÎ, I, 301) O’NUN BU ÜZÜNTÜSÜ İSLÂM’I YAYMA GAYRETI ILE BIRLIKTE AMCASINA KARŞI OLAN VEFÂ DUYGUSUNDAN KAYNAKLANMAKTAYDI.

PEYGAMBERIMIZIN SÜT ANNESINE VEFASI

FAHR-I KÂINÂT EFENDIMIZ, ÜZERINDE EMEĞI OLAN HIÇ KIMSEYI UNUTMAMIŞ, HAYÂTI BOYUNCA ONLARA HEP VEFÂ GÖSTERMIŞTIR. ÖZELLIKLE HATÎCE VÂLIDEMIZIN ARKASINDAN GÖSTERDIĞI VEFÂKÂRLIK EŞINE RASTLANMAYACAK BOYUTLARDAYDI. KENDISINE BIR HAFTA SÜT EMZIREN DADISI ÜMMÜ EYMEN, SÜTANNESI HALIME HÂTUN, SÜTKARDEŞI ŞEYMÂ DA ONUN VEFÂKÂRLIĞINDAN NASÎBDÂR OLAN ŞANSLI KIMSELERDENDIR. PEYGAMBERIMIZ ONLARA SON DERECE HÜRMET GÖSTERMIŞ VE IHTIYAÇLARININ KARŞILANMASI IÇIN ELINDEN GELENI YAPMIŞTIR. (İBN-I SA’D, I, 113-114)

PEYGAMBERIMIZIN SÜT KARDEŞINE VEFASI

HEVÂZIN GAZVESI’NDE ESIRLER ARASINDA GÖRDÜĞÜ SÜTKARDEŞI ŞEYMÂ’YI HEMEN TANIMIŞ, ONA VE DIĞER YAKINLARINA KIYMETLI HEDIYELER VEREREK MEMLEKETLERINE GÖNDERMIŞTIR. SEVGILI PEYGAMBERIMIZ, SIRF BÖLGELERINDE DÖRT YIL KALDIĞI IÇIN, BU SAVAŞ SONUNDA HEVÂZINLI SÜT TEYZELERI, SÜT HALALARI HATIRINA GANIMETLERI GERI VERMEYI BILE DÜŞÜNMÜŞTÜ. ANCAK HEVÂZINLILER MÜRACAATTA GECIKINCE, ORDUDAKI BEDEVILERIN DE ISRARIYLA CI’RÂNE’DE TOPLANMIŞ OLAN GANIMETLERI, TAKSIM ETMEK ZORUNDA KALMIŞTI. DAHA SONRA HEVÂZINLILERIN VÂKÎ OLAN TALEPLERI ÜZERINE KENDISINE VE ABDULMUTTALIB OĞULLARININ HISSELERINE DÜŞEN ESIRLERI SERBEST BIRAKINCA, ASHÂB-I KIRÂM DA HISSELERINE DÜŞEN ESIRLERI SERBEST BIRAKMIŞ VE FIDYE ÖDEMEKSIZIN SALIVERMIŞLERDI. (İBN-I HIŞÂM, IV, 135) EFENDIMIZ’IN SÜT AKRABALARINA GÖSTERDIĞI VEFÂ SÂYESINDE, BINLERCE KIŞI HÜRRIYETINE KAVUŞMUŞ VE BU ÂLICENAPLIĞIN GÖNÜLLERINE VERDIĞI RIKKATLE HAKÎKATE GÖZLERINI AÇMIŞLARDIR.

PEYGAMBERIMIZIN MÜŞRIKE BILE UZANAN VEFÂ DUYGUSU

RISÂLET GELDIĞINDEN ITIBAREN EFENDIMIZ BÜTÜN ÇILE VE IZDIRAPLARA KATLANARAK İSLÂM’I ANLATMAYA VE YAYMAYA DEVÂM EDIYORDU. TÂIF DÖNÜŞÜNDE DÜŞMANLARI ONU MEKKE’YE ALMAK ISTEMEMIŞLERDI. RESÛL-I EKREM EFENDIMIZ SIRA ILE BIRÇOK ILERI GELEN MEKKELININ HIMAYESINI ISTEMIŞ FAKAT HEPSI REDDETMIŞTI. BU TEKLIFI SÂDECE MUT’IM BIN ADIYY KABUL ETTI VE OĞULLARINI SILÂHLANDIRIP PEYGAMBER EFENDIMIZ’I HIMÂYE EDEREK ŞEHRE GIRMESINE YARDIMCI OLDU. ARADAN YILLAR GEÇTI. MUT’IM, BEDIR SAVAŞINDA KUREYŞLI MÜŞRIKLERLE BIRLIKTE MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞTI VE ÖLDÜRÜLDÜ. PEYGAMBERIMIZ’IN ŞÂIRLERINDEN HASSAN BIN SÂBIT, BU ZATIN ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN BIR MERSIYE SÖYLEYEREK, VAKTIYLE EFENDIMIZ’I HIMÂYE ETTIĞINDEN BAHSETMIŞ VE ONU HAYIRLA YÂDETMIŞTI. NEBIYY-I MUHTEREM EFENDIMIZ KENDI ADINA GÖSTERILEN BU VEFÂKARLIKTAN, ZIYÂDESIYLE MEMNÛN OLDULAR. DAHA SONRA DÜŞMAN ESIRLERINE NE YAPILACAĞI TARTIŞILIRKEN:

“ŞAYET MUT’IM BIN ADIYY HAYATTA OLUP DA BENDEN ESIRLERIN BAĞIŞLANMASINI ISTESEYDI, FIDYE ALMADAN HEPSINI SERBEST BIRAKIRDIM.” BUYURARAK ONA OLAN VEFÂSINI GÖSTERMIŞTIR. (BUHÂRÎ, HUMUS, 16; İBN-I HIŞÂM, I, 404-406) İSLÂM’I TEBLIĞ EDERKEN KENDISINE KOLAYLIK GÖSTEREN BIR MÜŞRIKE BILE UZANAN BU VEFÂ DUYGUSU, NE YÜCE BIR AHLÂK NÜMÛNESIDIR.

PEYGAMBERIMIZIN DUASINA MAHZAR OLAN GENÇLER

ALLAH RESÛLÜ HAC MEVSIMLERINDE VE PANAYIRLARDA İSLÂM’I YAYMAYA ÇALIŞIR, PEK ÇOK SIKINTI, ZORLUK VE IŞKENCELERLE KARŞILAŞIRDI. BIRÇOK KABILEYI OLDUĞU GIBI ÂMIR BIN SA’SAA OĞULLARINI DA İSLÂM’A DÂVET ETMIŞTI. YANLARINDAN KALKIP DEVESINE BINDIĞINDE, IÇLERINDEN BEYHARA ISIMLI MÜŞRIK, DEVENIN GÖĞSÜNE ANSIZIN DÜRTTÜ. DEVE SIÇRAYIP KALKARKEN SEVGILI PEYGAMBERIMIZ’I YERE DÜŞÜRDÜ. DUBÂA BINT-I ÂMIR ISMINDE MÜSLÜMAN BIR KADIN EFENDIMIZ’E YAPILAN BU HAKÂRETI GÖRÜR GÖRMEZ; “EY ÂMIR HÂNEDÂNI! GÖZÜNÜZÜN ÖNÜNDE ALLAH’IN RESÛLÜ’NE YAPILAN ŞU EZIYETI GÖRÜP DE IÇINIZDEN ONU HATIRIM IÇIN KORUYACAK KIMSE YOK MUDUR?” DEDI. AMCA OĞULLARINDAN ÜÇ KIŞI HEMEN KALKIP BEYHARA ALÇAĞININ ÜZERINE YÜRÜDÜLER. BU OLAYDAN SONRA EFENDIMIZ VEFÂKÂRLIĞININ BIR GEREĞI OLARAK BUNLAR HAKKINDA:

“EY ALLAHIM! ŞUNLARA BEREKETINI IHSÂN ET!” DIYE DUÂ ETTI. BU DUÂ BEREKETI ILE ALLAH TEÂLÂ ONLARA ÎMÂN NASÎB ETTI VE NIHÂYETINDE ŞEHIDLIK MERTEBESINE NÂIL OLDULAR. (İBN-I HACER, EL-İSÂBE, IV, 353)

ONUN VEFÂSI HERKESE ŞÂMILDI. ANCAK, HER ŞEYDEN AZIZ TUTTUĞU İSLÂM DÂVASINDA EN KÜÇÜK BIR VAZÎFE ALAN KIMSELERE KARŞI, DAHA HUSÛSÎ BIR TEVECCÜH GÖSTERIR VE MUHABBET BESLERDI. MESCID-I NEBEVÎ’YI TEMIZLEYEN ZENCI BIR KIMSE VARDI. EFENDIMIZ ONU BIR ARA GÖREMEDI. MERAK EDEREK NEREDE OLDUĞUNU SORDU. ÖLDÜĞÜNÜ SÖYLEDILER. BUNUN ÜZERINE VEFÂ ÂBIDESI EFENDIMIZ; “BANA HABER VERMENIZ GEREKMEZ MIYDI?” BUYURDU. DAHA SONRA; “BANA KABRINI GÖSTERIN!” DIYEREK KABRINE GIDIP CENÂZE NAMAZI KILDI VE ONA DUA ETTI. (BUHARI, CENÂIZ, 67)

PEYGAMBERIMIZIN AMCASI HZ. HAMZA’YA (R.A.) VEFASI

FAHR-I ÂLEM EFENDIMIZ AYNI ŞEKILDE ALLAH YOLUNDA CIHAD EDIP ŞEHIT DÜŞENLERI DE ASLA UNUTMAZ, ONLARIN GERIDE KALAN YETIMLERININ YETIŞTIRILMESI, HAYATA HAZIRLANMASI VE DUL KALAN HANIMLARININ IHTIYAÇLARININ KARŞILANMASI HUSÛSUNDA, ŞAHSEN BÜYÜK ÇABA GÖSTERIR VE ASHÂBINI DA BUNA TEŞVIK EDERDI. BUNA DAIR YAŞANMIŞ BIRÇOK OLAY ARASINDAN IKI TANESI ŞÖYLEDIR:

PEYGAMBER EFENDIMIZ HUDEYBIYE UMRESI’NDEN DÖNERKEN, UHUD SAVAŞINDA ŞEHID DÜŞEN HZ. HAMZA’NIN KÜÇÜK KIZI ÜMÂME ARKASINDAN; “AMCACIĞIM, BENI KIME BIRAKIP GIDIYORSUN?” DIYE SESLENMIŞTI. BUNUN ÜZERINE EFENDIMIZ, ONU YANINA ALARAK MEDINE’YE GETIRDI. ÜMÂME’YE KIMIN BAKACAĞINI SORDUĞUNDA AYNI ANDA ÜÇ KIŞI BUNA TÂLIP OLDU. BUNLARDAN BIRINCISI ZEYD BIN HÂRISE (R.A.) OLUP RESÛL-I EKREM ONU HICRETTEN SONRA HZ. HAMZA (R.A.) ILE KARDEŞ YAPMIŞTI. İKINCISI HZ. ALI OLUP ÜMAME’NIN AMCASI SAYILIRDI. ÜÇÜNCÜ ŞAHIS DA CA’FER BIN EBÎ TALIB (R.A.) OLUP ÜMAME’YE YAKINLIĞI ALI (R.A.) GIBI IDI. ANCAK BIR FARKLA KI HZ. CA’FER’IN ZEVCESI, ÜMAME’NIN TEYZESI IDI. NEBIYY-I MUHTEREM BIR ŞEHIT YAVRUSUNA GÖSTERILEN BU ALÂKADAN SON DERECE DUYGULANDI. DEMEK KI ASHÂB-I KIRÂM RESÛLULLAH’IN VEFÂ MEKTEBINDE YETERLI DERSI ALABILMIŞ VE BU KONUDAKI NEBEVÎ AHLÂKI KAZANMIŞTI. ALLAH RESÛLÜ:

“– EY ZEYD! SEN ALLAH VE RESÛLÜ’NÜN DOSTUSUN. EY ALI! SEN DE BENIM KARDEŞIM VE DOSTUMSUN. EY CA’FER! SEN DE BANA YARATILIŞÇA VE HUYCA EN ÇOK BENZEYENSIN!” DIYEREK ÜÇÜNE DE AYRI AYRI ILTIFAT ETTI VE TEYZESIYLE EVLI BULUNMASI SEBEBIYLE ÜMAME’YI GÖZETIP YETIŞTIRMEYE HZ. CA’FER’I DAHA UYGUN BULDU. DAHA SONRA PEYGAMBER EFENDIMIZ HER SAFHADA ÜMAME ILE ILGILENDI VE ZAMANI GELINCE ONU HZ. ÜMMÜ SELEME’NIN OĞLU SELEME ILE EVLENDIRDI. (BUHÂRÎ, MEGÂZÎ, 43; İBN-I SA’D, VIII, 159)

MÛTE MUHAREBESINDE DIĞERLERIYLE BIRLIKTE EN BAŞTA ÜÇ KUMANDAN; ZEYD BIN HÂRISE, CA’FER BIN EBÎ TALIB VE ABDULLAH BIN REVÂHA PEŞPEŞE ŞEHIT DÜŞMÜŞLERDI. SAVAŞ SONUNDA İSLÂM ORDUSU MEDINE’YE DÖNDÜĞÜNDE ŞEHITLERIN ARDINDAN RESÛLULLAH VE MÜSLÜMANLAR GÖZYAŞI DÖKTÜLER. BU ESNÂDA PEYGAMBER EFENDIMIZ’IN MÜSLÜMANLARI DÖVÜNEREK VE FERYAT EDEREK AĞLAMAKTAN MEN ETTIĞI GÖRÜLDÜ. BUNUN YERINE ŞEHIT EVLERINE YEMEK GÖTÜRMELERINI ISTEDI. BILHASSA GERI KALAN YETIMLERIN HIMAYESI ILE YAKÎNEN ILGILENILMESINI TENBIH ETTI. BU KONUDA BIZZAT ASHÂBINA ÖRNEK OLDU, HZ. CA’FER’IN AILESINE BAŞSAĞLIĞI DILEYEREK TESELLÎDE BULUNDU VE ÜÇ GÜN SÜREYLE EVLERINE YEMEK GÖNDERDI. O GÜNDEN ITIBAREN ÇOCUKLARINI DA HIMAYESINE ALDI. (İBN-I HIŞAM, III, 436)

RESÛLULLAH SÂDECE KENDISINE YAPILAN IYILIKLERE KARŞI VEFÂKÂR DEĞILDI; AYNI ZAMANDA GETIRDIĞI HAK DÎNE VE ASHÂBINA YARDIMI DOKUNAN HERKESE, ÖMRÜNÜN SONUNA KADAR MINNETTÂR KALMIŞ, FIRSAT DÜŞTÜKÇE VEFÂKÂRLIĞINI GÖSTERMIŞTIR.

PEYGAMBERIMIZIN HABEŞISTANLILARA VEFASI

HABEŞISTAN HICRETININ ÜZERINDEN YILLAR GEÇMIŞTI. BIR DEFASINDA HABEŞISTAN HÜKÜMDARININ ELÇILERI, RESÛL-I EKREM’IN HUZÛRUNA GELDILER. HZ. PEYGAMBER BUNLARLA YAKÎNEN ILGILENDI, HATTA ONLARA BIZZAT HIZMET ETTI. ASHÂBIN BU HIZMETI KENDILERININ YAPABILECEĞINI SÖYLEMELERI ÜZERINE, PEYGAMBER EFENDIMIZ’IN VERDIĞI CEVAP ÇOK ANLAMLIDIR; “BUNLAR HABEŞISTAN’A GÖÇ ETMIŞ OLAN ASHÂBIMA YER GÖSTERMIŞ, IKRÂM ETMIŞLERDIR. BUNA KARŞILIK ŞIMDI BEN DE ONLARA HIZMET ETMEK ISTERIM.” (BEYHAKÎ, ŞUABU’L-ÎMÂN, VI, 518; VII, 436)

HABEŞISTANLILARA KARŞI VEFÂKÂRLIĞINA DEVÂM EDEN PEYGAMBERIMIZ, ARADA DENIZ BULUNDUĞU VE KARADAN DA GÜNLERCE GIDILECEK MESÂFE OLDUĞU HÂLDE NECÂŞÎ’NIN VEFÂTINI HEMEN O GÜN ASHÂBINA HABER VERDI VE:

“– UZAK BIR BELDEDE ÖLEN KARDEŞINIZIN CENÂZE NAMAZINI KILINIZ!” BUYURDU. SAHÂBÎLER; “YÂ RESÛLALLÂH! KIMDIR O?” DIYE SORDUKLARINDA, EFENDIMIZ:

“– NECÂŞÎ ASHAMA’DIR! BUGÜN ALLAH’IN SÂLIH KULU ASHAMA ÖLDÜ! KARDEŞINIZ IÇIN ALLAH’TAN MAĞFIRET DILEYINIZ!” BUYURDU VE CENÂZE NAMAZINI KILDIRDI. (MÜSLIM, CENÂIZ, 62-68; İBN-I HANBEL, IV, 7)

PEYGAMBERIMIZIN ŞEHITLERE OLAN VEFASI

RESÛLULLAH, SON HASTALIĞINDA RAHATSIZLIĞI IYICE ARTINCA, ASHÂBIYLA GÖRÜŞMEK IÇIN MESCIDE GELMIŞTI. MESCID MÜSLÜMANLARLA DOLUP TAŞIYORDU. ALLAH’IN SEVGILI RESÛLÜ, İSLÂM’I TEBLIĞ ETMIŞ VE INSANLARIN BIR ÇOĞUNA HIDÂYETI ULAŞTIRMIŞTI. BUNUN SEMERESI OLAN BU KALABALIK CEMAAT, O AZIZ İNSAN’I ÇOK SEVINDIRMIŞTI. ARTIK GÖZÜ ARKADA KALMAYACAKTI. ANCAK DÂVÂSI BU HÂLE GELINCEYE KADAR MALI VE CANI ILE CIHÂD EDEN, ŞEHID OLAN VE ORADA OLMAYAN ASHÂBI DA VARDI. EFENDIMIZ ONLARI HIÇBIR ZAMAN UNUTMAMIŞ VE GÖNLÜNDEN ÇIKARMAMIŞTI. ZAMAN ZAMAN CENNETÜ’L-BAKÎ’YE, ZAMAN ZAMAN DA DIĞER ŞEHIDLIKLERE GIDEREK ONLARA DUÂ EDIYORDU. İŞTE BU SON KONUŞMASINDA DA KALABALIK BIR CEMAATIN “ÂMIN” SADÂLARI ARASINDA BIR VEFÂ OLARAK ONLARI HAYIRLA YÂD EDECEKTI. HÂDISEYI ANLATAN SAHÂBÎ ŞÖYLE DIYOR:

“PEYGAMBER EFENDIMIZ, KELIME-I ŞEHÂDET GETIRDIKTEN SONRA:

«EY INSANLAR! SIZE OLAN NIMETINDEN DOLAYI O ALLAH’A HAMD EDERIM KI KENDISINDEN BAŞKA HIÇBIR ILAH YOKTUR!» DIYE HAMD Ü SENÂDA BULUNDU. HER ZAMAN YAPTIĞI GIBI UHUD GÜNÜ ŞEHIT DÜŞEN MÜSLÜMANLAR IÇIN DE ALLAH’TAN MAĞFIRET DILEDI. (İBN-I SA’D, II, 228, 251)

BU NE VEFÂ YÂ RABBÎ! YILLARIN ESKITEMEDIĞI, ACILARIN, SIKINTILARIN VE GÂILELERIN UNUTTURAMADIĞI, BOLLUKLA ZAYIFLAMAYAN, RAHATLIK VE SALTANATLA YOK OLMAYAN NE MUAZZAM BIR VEFÂ!

PEYGAMBERIMIZIN ENSARA OLAN VEFASI

DAHA SONRA ENSÂR’A OLAN VEFÂSINI GÖSTEREREK ŞÖYLE BUYURDULAR:

“EY INSANLAR! İNSANLAR ÇOĞALIYOR ANCAK ENSÂR AZALIYOR. HATTA YEMEKTEKI TUZ KADAR AZALACAKLAR. İÇINIZDEN HER KIM, BIR KIMSEYE ZARAR YA DA FAYDA VERMEYE MUKTEDIR OLABILECEĞI BIR IŞIN BAŞINA GELIRSE, ENSÂR’IN IYILERINE IYILIKLE MUÂMELE ETSIN, KÖTÜLÜK YAPANLARINI DA AFFETSIN.” (BUHÂRÎ, MENÂKIBU’L-ENSÂR, 11)

“SIZLERE ENSÂR’A IYI MUÂMELE ETMENIZI TAVSIYE EDERIM. ONLAR BENIM CEMAATIM, SIRDAŞLARIM VE EMINLERIMDIR. ÜZERLERINE DÜŞEN GÖREVLERI HAKKIYLA YAPMIŞLARDIR. HIZMETLERININ KARŞILIĞI ISE HENÜZ TAM OLARAK ÖDENMEMIŞTIR. (ÂHIRETTE FAZLASIYLA ÖDENECEKTIR.) BU SEBEPLE ONLARIN IYILERINI(N YAPTIĞINI) KABUL EDIN, KÖTÜLERININ YAPTIKLARINDAN ISE VAZGEÇIVERIN.” (BUHÂRÎ, MENÂKIBU’L-ENSÂR, 11)

EFENDIMIZ BUNDAN SONRA MINBERE BIR DAHA ÇIKMADI. KENDISINE İSLÂM DÂVÂSINDA EN ÇOK YARDIM EDEN ENSÂRI’NI, ÜMMETINE EMÂNET ETTIKTEN SONRA VAZÎFESINI YAPMIŞ OLMANIN RAHAT VE HUZÛRU IÇINDE YÜCE RABBI’NE KAVUŞTU.

İSLÂM’A GÖNÜLLERINI VE KAPILARINI AÇAN BU KAHRAMAN INSANLARA KARŞI EFENDIMIZ’IN VEFÂKARÂNE DAVRANIŞLARI SAYILAMAYACAK KADAR ÇOKTUR. MEKKE FETHEDILDIĞINDE ENSÂR; “ARTIK BIZI TERK EDER, MEKKE’DE KALIR.” DIYE ÜZÜLÜRLERKEN O, ENSÂR’I TERCIH ETMIŞ VE ONLARLA BIRLIKTE MEDÎNE’YE GERI DÖNMÜŞTÜ.

YÂ RABBÎ!.. BIZLERI AHDINE SÂDIK VE VEFÂKÂR KULLARINDAN EYLE!..

BAŞTA ANNE-BABALARIMIZ, HOCALARIMIZ, VATANIMIZI BIZE EMÂNET EDEN ŞÜHEDÂ ECDÂDIMIZ OLMAK ÜZERE; ÜZERIMIZDE HAKKI OLAN HERKESE VEFÂ ILE MUKABELEDE BULUNMAYI BIZLERE MÜYESSER EYLE!..

ÂMÎN!..

NEREDE BU MÜMİNLER?! 

Kur`an`a Göre Mümin Kimdir?

İnsanın anlamı, Allah’a kulluk üzerine kuruludur. Kul olmanın ilk adımı şüphesiz, tertemiz bir inançla inanmak ve ardından şüphesiz teslim olmaktır. Gerçek mümin kimdir? Cevabını arayacağımız en önemli sorumuz bu! Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim ‘gerçek mümin kimdir’ sorusunun cevabını veriyor. İşte Kur’an-ı Kerim ayetlerinde ‘mümin kimdir’ sorusunun kırk cevabı:

1) Allah’a ve Resulüne inanırlar

“İman edenler ancak, Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” [Hücurat Suresi, 15]

2) Kitapların tümüne inanırlar

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, onlar ise, bütün kitaplara iman ettiğiniz halde sizi sevmezler. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün!” Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir.” [Al-i İmran , 119]

3) Gayba inanırlar

“Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.” [Bakara Suresi, 3]

4) Ahirete kesinlikle inanırlar

“Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.” [Bakara , 4]

5) Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar

“Daha önce gelip geçen o peygamberler, Allah’ın vahiylerini tebliğ eden, Allah’tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Allah hesap görücü olarak yeter.” [Ahzap 39]

6) Namazlarını huşu içinde kılarlar

“Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.” [Müminun Suresi, 2]

7) Faydasız işlerle uğraşmazlar

“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” [Müminun Suresi, 3]

8) Zekâtlarını hakkıyla verirler

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” [Bakara Suresi, 177]

9) Kendilerine verilenden infak ederler

“İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir.” [Kasas Suresi, 54]

10) Ramazan’da oruç tutarlar

“…Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.” [Bakara Suresi, 185]

11) Güçleri yeterse Allah’ın evini haccederler

“Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır)” [Al-i İmran Suresi, 97]

12) Allah’ın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir

“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” [Enfal Suresi, 2]

13) Namuslarını korurlar

“Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.” [Furkan Suresi, 68]

14) Anne ve babalarına öf bile demezler

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle” [İsra 23]

15) Mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler

“Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vaat etmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” [Nisa 95, 96]

16) Cihad ettikleri için kınanmaktan korkmazlar

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir” [Maide 54]

17) Tevazu sahibidirler, cahillerle tartışmazlar

“Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, ‘selâm!’ der (geçer)ler” [Furkan 63]

18) Asla yalan söylemezler

“Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler” [Müminun 8]

19) Hatalarında ısrar etmezler

“Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir” [Al-i İmran 135]

20) Hiçbir ticaret onları, Allah’ı anmaktan alıkoyamaz

“Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tespih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar” [Nur 36, 37]

21) Her şeye karşı Allah’ın tarafındadırlar

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir” [Mücadele 22]

23) Yalnız Allah’a güvenirler

“De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler” [Tevbe 51]

24) Asıl hedef olarak ahreti benimsemişlerdir

“O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz” [Nisa 74]

25) Merhametle davet ederler

“Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir” [Nahl 125]

26) Başkalarının ilahlarına sövmezler

“Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rab`lerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir” [Enam 108]

27) Allah’ım haram kıldığı cana kıymazlar

“Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin.  İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız” [Enam 151]

 28) İnananlara ‘sen mümin değilsin’ demezler

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mümin değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” [Nisa 94]

29) Resullerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar

“Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kuran’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz”

30) Toplantıda iken izin almadan gitmezler

“Müminler ancak Allah’a ve peygamberine inanan, onunla beraber toplumu ilgilendiren bir iş üzerindeyken ondan izin almadan çekip gitmeyen kimselerdir. O halde bazı işlerini görmek için senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” [Nur 62]

 31) Sabrederler

“(Bunlar), “Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru” diyenler, Sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir” [Al-i İmran 16, 17]

32) İyiliği emreder kötülükten sakındırırlar

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” [Tevbe 71]

33) Allah’ı hatırlarlar

“Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhal Allah’ı hatırlarlar da) sonra hemen gözlerini açarlar” [Araf 201]

34) Kendilerinden olmayanı sırdaş edinmezler

“Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık” [Al-i İmran 118]

35)İsraf ve cimrilik etmezler

“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır” [Furkan 67]

36) Herkesin hakkına riayet ederler

“Onlar, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır” [Rad 21]

37) İşleri aralarında istişare iledir

“(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir” [Şura 36, 39]

 38) Ayakta, oturarak ve yan yatarak Allah’ı anarlar

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler” [Al-i İmran 191]

39) Rablerine yalvararak, gizlice, korkarak ve umarak dua ederler

“Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez” [Araf 55]

40) Çok az uyurlar

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı” [Zariyat 15, 17]

MÜTEVAZİ OLANLAR

Mütevazi Olanı Allah Yükseltir

Kendini bilen Rabbini bilir. Rabbini bilen haddini bilir. Hayatın hangi amaçla yaratıldığını bilen, alemi temaşa eden, alemi anlayan, dünyayı anlayan ve sonuçta insanı anlayan herşeyin Yaratıcısının kim olduğu anlar. Bu sebeple gerçek anlamda düşünen, hakikati anlamaya çalışan insan tevazulu bir hayat sürmenin gayreti içerisinde olur,  kibirli olamaz, olmamalıdır. Çünkü kim olduğunun farkında olan Kibre asla kalkışmaz. Kuran-ı Kerim bizlere tevazuyu hayatına aktarmayıp  kibirli davranış gösterenlerin sonunu hep felaketle sonuçlandığını hatırlatmaktadır. İlk kibirlenen İblis oldu. Yaratılmış olduğunu ve bir Yaratanının olduğunu unuttu. Allah’ını unutunca O’nun emrini yerine getirmeyi unuttu. Unutunca Rahmetten kovulanlardan oldu. Bu husus bizlere şöyle anlatılmaktadır.

 “Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: “Adem’e secde edin” dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.”

Allah’ın emrine itaatsizlik eden ve tevazu yerine kibri tercih eden iblis, tövbe edip Rabbine geri dönmek yerine kibri onu daha büyük kötülüğe sevk etti, Dünyada ve ahirette hem ziyana uğrayanlardan hem de kendinin vesvesesine uyanları kötülüğe sürükleyenlerden oldu. Yüce Rabbimiz ayetin devamında şöyle buyurmaktadır. “Allah: Öyle ise, “İn oradan!” Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi. Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” dedi. Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!”[1]

Kendini unutmayan Rabbini unutmuyor. Rabbini unutanlar aslında hep kendini unutmuşlardır. Kendini unutanlar dünyanın zevkine aldanmış, malın mülkün hiç bitmeyeceğine kanmış, dünyada fesat çıkarıp, zulüm, haksızlık, nihayetinde ise dünyasını perişan edenler ahiretini de hüsrana uğratmıştır. Unutulmamalıdır ki, Allah kimseye azap edici değildir. Yüce Allah kendisinin unutulmaması için insana akıl verdi, gönül verdi, anlayış verdi, kavrayış verdi. Bunların yanında birde Peygamberler, Kitaplar gönderdi. Hepsi insan için. Hepsi Rabbin unutulmaması için. Hepsi dünya ve ahiret mutluluğunu yakalamak isteyenler için. Ama yoldan çıkan şeytan insanları da kendisi gibi yoldan çıkartmaya çalıştı. Ona uyanlar ve vesveselerine aldananlar, tövbe etmeden, Allah’ı hatırından çıkararak dünyada yaşamak isteyenler hep zarar etti. Kur’an-ı Kerim bu ibretlik hadiseleri özellikle kıssa olarak bizlerin nazarına sunmaktadır.

Birçok ayette geçmiş kavimlerin yapmış oldukları aşırılılıklar dile getirilmekte, kendilerine gönderilen Peygamberleri dinlemeyen ve kitaplara uymayıp doğru ve gerçek hidayet yoluna Allah yoluna uymayanların dünyada azaba çarptırıldıkları hatırlatılmakta aynı yanlışa bizlerin düşmemesi istenmektedir.

Hz. Nuh kendi kavmine, Ad Kavmine Hz. Hud, Semud Kavmine Hz Salih, Medyen Kavmine Hz. Şuayb, Nemruta Hz. İbrahim, Firavuna Hz. Musa gönderilmiş, kibirle hareket eden, yanlışlıklar içerisinde olan insanların hepsi Yüce Allah tarafından uyarılmıştır.

Kibir insanı helake sürüklemektedir. Kibrin karşısında ise tevazu gelmektedir. Tevazu Sözlükte “alçak gönüllü olmak” anlamına gelen tevazu, ahlâk kavramı olarak,”kişinin nefsini Hakk’ın huzurunda kulluk mevkiine koyması, insanlara karşı kibirli ve gururlu olmaması” demektir.[2]

Allah-u Teala iyilikler içerisinde olmamızı, başta ana-babamız olmak üzere tevazu içerisinde bir davranış sergilememizi istemektedir. Ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir.

“Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim!, Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.”[3] Bir başka ayette ise Yüce Allah kendisine inanan kullarının davranış şeklini şöyle bildirmektedir.

 

 

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.”[4] Yüce Rabbimiz bir başka ayette ise insanlardan başka yaratılan varlıklarında tevazu içerisinde olduklarını bizlere hatırlatmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor.

“Allah’ın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah’a secde ederek ve tevazu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir.”[5]

Yüce Rabbimiz Kibri yasak kapsamı altına almakta, Kibirli olmayanların sonuçta felaha kavuşacaklarını müjdelemektedir. İlgili ayetler şunlardır.

 

“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.”[6]

 “İşte ahiret yurdu. Biz onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara has kılarız. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[7]

 Sevgili Peygamberimizin birçok hadislerinde ise kibrin kötülüğü insanlara hatırlatılırken, mütevaziliğin ise ne kadar önemli olduğu ve insan hayatına kattığı güzellikler dile getirilmektedir. Bu hadislerden bir kaçı şöyledir.

“Size cennet ehline delâlet edip bildireyim: Her zat olan, insanlar tarafından zaîf görülen (mütevazı’) Mümindîr. O şayet Allah üzerine bir şeye yemîn etse, Allah muhakkak onu yemi­ninde gerçek çıkarırdı. Size cehennem ehlini de bildireyim; Onlar da her katı yürekli, kibirli ve hileci, ululuk taslayan kimselerdir”[8]

“Allah Teâlâ bana: O kadar mütevâzi olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin, diye bildirdi.”[9]

“Sadaka vermekle mal eksilmez. Allah Teâlâ affeden kulunun değerini artırır. Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir.”[10]

 

Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin kendisi hakkında olan şeylerle övünmediğini ve nasıl bir tevazu içerisinde olduğu bir hadiste bizlere şöyle aktarılmaktadır. “İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v)’in ashabından bazı kişiler, kendisini beklemek üzere oturmuşlardı. Rasûlullah (s.a.v.) çıktı onlara yaklaşınca onların konuştuklarını duydu. Bazıları şöyle diyordu: “Şaşılacak şey doğrusu Allah yaratıklarından birini dost edinmiş, İbrahim dost edinmiş diğer bir kısmı ise Musa’nın Allah’la konuşması daha hayret verici bir şeydir. Allah onunla apaçık konuşmuştur. Diğer bir kısmı ise İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur. Diğer bir kısmı da Adem, babasız şekilde yaratılmış, seçkin insandır, dediler.” Rasûlullah (s.a.v.) onların yanına geldi selam verip şöyle buyurdu: “Konuşmalarınızı ve hayret ettiğiniz şeyleri dinledim. İbrahim, Allah’ın dostu olup o bir gerçektir. Musa’da Allah’ın konuştuğu seçkin bir kimsedir, bu da doğrudur. İsa’da Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Buda bir gerçektir. Adem: Allah seçmiştir. Bu da bir gerçektir. Dikkat ediniz Allah’ın sevgilisi övünmeksizin benim övünme yok. Kıyamet günü hamd sancağını taşıyacak olan benim övünmek yok… Kıyamet gününde ilk şefaat edecek olan benim şefaati kabul edilecek olanda benim. Fakat övünme yok… Cennetin kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek olan benim. Allah bana Cennet kapısını açacak beraberinde olan mü’minleri ve fakirleri Cennete sokacaktır, fakat övünme yok… Ben geçmişlerin ve geçeceklerin en değerlisiyim, fakat övünme yok…”[11]

Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin tevazu timsali hayatından bir örnek şöyledir. Mekke’nin fetih günü Sevgili Peygamberimiz, kendisine Mekke’nin fethinin de ikram ve ihsan edildiğini görünce, Allah’a karşı duyduğu derin minnet ve şükrandan dolayı başını yine tevazu ile yere eğdi. O derece eğildi ki, sakalının ucu neredeyse devesinin semerinin başına değiyordu. O esnada devamlı olarak “Ey Allahım! Hayat ancak ahiret hayatıdır” diyordu.[12]

Sahabenin büyüklerinden ve ikinci halife Hz. Ömer’in hayatından bir kesit sunarak Sahabe hayatında tevazünün yerini daha iyi anlayabiliriz. Hz. Ömer halife olduğu yıllarda bir gün ashâb-ı kirâmdan Cârûd İbni Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle Binti Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Hz. Peygamber zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir olayı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etmiş, meselesini halletmek üzere Mücâdele sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî:

– Ömer! diye seslendi.

Hz. Ömer durunca Havle ona şunları söyledi:

Biz seni bir hayli zaman “Ömercik” diye bilirdik. Sonra büyüdün “delikanlı Ömer” oldun. Daha sonra da sana “Mü’minlerin Emîri Ömer” dedik. Allah’dan kork ve insanların işleriyle ilgilen. Zira Allah’ın azabından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırmaktan da korkar.

Bu sözler üzerine Hz. Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu haline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek:

– Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin, dedi. Hz. Ömer arkadaşına şunları söyledi:

– Bırak onu istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allah Teâlâ’nın arş-ı a’lâdan duyup değer verdiği Havle’dir. Vallahi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir yine onu dinlerdim.[13]

Mütevazilik Allah (c.c.) tarafından bizlere emredilmiş olan ve dünya hayatında insanlara huzur getiren bir haslettir. Nitekim Yüce Rabbimiz kullar arasında haksızlık yapılmamasını, insanların horlanmaması ve insanların diğer insanlara karşı kibirle hareket etmemelerini istemektedir. Şu husus çok dikkat çekicidir. Hayatında kendi imkanları sebebiyle kibirlenen insan aslında kendisine ait olmayan bir şeyle insanlara karşı övünmektedir ki, buda çok yanlış bir durumdur. Malıyla övünen insan malın kendisine ait olmadığını ve sonunda bitecek olduğunu unutmamalıdır. Fiziki yapısıyla övünen bir gün gücün, kuvvetin, güzelliğin, endamın gideceğini, yaşlılığın insanın belini bükeceğini unutmamalıdır. Fizyolojik yapısıyla övünen yaratılışın hiçbir evresinde müdahil olmadığı bir konuda nasıl övünebilmektedir. İnsanların fiziki yapısıyla alay eden “kambur, kör, sağır vb.” Allah’ın yarattığı mahlukatı beğenmezlik yaptığını ve buda çok hatalı bir tutum olduğunu unutmamalıdır.

Mütevazilik sadeliği, sadelik ise merhameti getirir. Merhamet edene merhamet edilir, merhamet etmeyene ise merhamet edilmez. Allah rızası için tevazu gösteren insana hem Yaratan tarafından merhamet edilir, kendi katında değeri artar ve kendisinden razı olunur, hem de insanlar tarafından razı olunan bir insan haline gelir.

Efendimiz mütevaziydi. Ashab mütevaziydi. Nitekim Yaratan da mütevazi olanları sevmiş, derecelerini yükseltmiş, kibirlenenleri ise dünyada ve ahirette hakir kılmıştır. Bir hadislerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır. “Kim Allah Sübhanehu (rızâsı) için bir derece tevazu (alçak gönüllülük) ederse Allah o kimseyi buna karşılık olarak bir derece yükseltir. Kim de Allah (rızâsı) hilâfına bir derece kibirlenirse Allah bu kimseyi kibirlenmesine karşılık olarak bir derece alçaltır ki, nihayet onu aşağıların en aşağısında kılsın.”[14]

Tevazu neye değer vermemizi hatırlatan güzel bir haslettir. Kibir ise aklımızı kapatan, gönlümüzü karartan ve neye ne kadar değer vermemiz gerektiğini unutturan bir kötülüktür. Bu sebeple ölümü sıkça hatırlamak, her şeyin bir gün nihayet erdiğini unutmamak tevazu içerisinde bir hayat sürmemize yardımcı olacaktır.

Tevazu kulluğun gereğidir. Kulluk Allah’ı Yaratan olarak kabul edip, kendisini de yaratılan olarak görmesidir. Yaratılanın Yaratan karşı tevazu duyması ise en doğal ve en gerçek şeydir. Kibir ise kulluğunun hatırdan çıkarılmasının bir neticesidir. Yaratılanın yaratılmış olduğunun ve acziyetinin hatırdan çıkarmasıdır. Her şeye muhtaç olduğumuzu unutmamalıyız. Bedenimizde bulunan bütün organlara muhtacız. Bir uzvumuz hastalandığı zaman onu iyileştirmek için ne kadar çaba göstermekteyiz. Bir uzvumuz noksanlaştığı zaman ise ne kadar sıkıntı çekmekteyiz. Havaya muhtacız, aldığımız hava kirlendiği zaman ciğerlerimiz hastalanmakta; suya muhtacız, susuz yaşabilir miyiz? Güneşe muhtacız, dünyamızın kendi etrafında ve güneş etrafında dönüşüne muhtacız. İnsan olarak muhtaç olmadığımız hiçbir şey var mı? Bu sebeple mütevazi olan şahıs acziyetini bilmiş demektir. Bu acziyet ise haddi bilmeyi ve kibirlenmemeyi gerektirir.

Sözümüzü güzel bir mısra ile sonlandırıyoruz.

Mal’ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi!

Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi…

Yüce Rabbimiz bizleri kibirlenenlerden ve sonuçta kaybedenlerden değil, tevazulu bir hayat sürerek dünya ve ahiret güzelliğini elde edenlerden eylesin. Kendi rızasına uygun, razı olunan bir iman, yaşanılan Salih bir ibadet ve kamil bir ahlak nasip etsin.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şu beş şeye hayret ettiğini ifade buyurur:

             “Hayret bütün  hayret onadır ki,

  1. Allah’ın yaratmalarını  görüp dururken, Allah’a ortak koşar.
  2. İlk yaratılışı görür de, ikinci yaratılışı inkar eder.
  3. Her gün her gece ölüp dirilip dururken ;öldükten sonra dirilmeyi inkar eder.  
  4. Cennete ve cennetı verene iman eder de yine dar’ü-l ğurur  ( aldanma dünyası)  için çalışır.     
  5. Evvelinin bulanık bir nutfe, ahirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefahur eder.”

Rasulullah buyurdu ki:

“Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!”

Bir adam: “Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!” dedi.

Rasulullah da şöyle buyurdu: “Allah güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir”[ Müslim]

GÜNAH KİMİ RAHATSIZ ETMEZ?!

Münafıkların Özellikleri

İnsanlar inançları bakımından üç gruba ayrılmıştır: Mü’min, Kâfir ve Münafık. Mümin, Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye denir. Kâfir, İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce Allah’tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye denir.

Hak dine inanlarla bunu açıkça inkâr edenlerden sonra üçüncü bir inanç ve davranış grubu vardır. Bu gurupta bulunanlar Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun, Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselerdir ki,  bunlara münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır.[1]

Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim’in ikinci suresi Bakara suresinin ilk ayetlerinde bu üç grubun özellikleri belirtilmiştir. Müminlerin özellikleri bizlere şöyle bildirilmiştir.

“Elif Lâm Mîm, Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.”[Bakara suresi, 1-5]

Kur’an-ı Kerim’de ve Sevgili Peygamberimizin hadis-i şerifler ışığında münafıkların özelliklerini üç ana başlıkta incelemeye çalışacağız.

  1. Münafıkların itikatları (inançları) bozuktur: Münafık, kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamında “n-f-k” kökünden türemiştir. Din ıstılahında ise, kalbi ile inanmadığı halde inkarını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin görünen kimseye denir. Yapmış olduğu bu davranış şekline ise nifak denir.

Münafıkların en önemli özelliği itikatta yanlış inançta olmalarıdır. Çünkü inanç bakımından münafıkların en belirgin özelliği inanmadıkları halde inanmış gözükmeleridir. Kuran-ı Kerim’de münafıkların özellikleri arasında ilk zikredilen husus budur.

 “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.  Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.” Bakara, 2/8-16] 

Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl’dür.

Münafıklar Allah’a ve Resülullaha inanmış değillerdir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir.

 “(Münâfıklar), “Allah’a ve peygambere inandık ve itaat ettik” derler. Sonra da onların bir kısmı bunun ardından yüz çevirirler. Hâlbuki onlar inanmış değillerdir.” Nur, 24/47]

Münafıklar Allah’a ve Resulüne inanmadıkları gibi müminlerle de dostlukta bulunmazlar ve ayrıca kâfirlerle de dost oldukları halde onlarla beraber gözükmemeye özen gösterirler. Yani iki grup arasında gidip gelirler. Allah-u Teala Kutsal Kitabımızda şöyle buyurmaktadır.

 “Onlar küfür ile iman arasında bocalayıp dururlar. Ne bunlara (Mü’minlere) ne de şunlara (kafirlere) bağlanırlar. Allah kimi saptırırsa ona asla bir çıkar yol bulamazsın.”[ Nisa, 4/143] 

Bu sebeple İtikadi anlamda münafıklığın sonucu Allah’ın azabıdır. Yüce Rabbimiz birçok ayette şöyle Münafıklar için ahiret azabını bildirmektedir. Birkaç ayet zikredersek;

 “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.” Nisa, 4/145] 

Bir başka ayette mealen şöyle buyrulmaktadır. “Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için sürekli bir azap vardır.” Tevbe, 9/68]

  1. Münafıkların ibadet anlayışları bozuktur:

Münafıkların bir başka özelliği ise, inanmadıkları şeyleri yerine getirdiklerinden dolayı ibadetleri zoraki yaparlar. Yapmış olduğu ibadetleri Allah’ın rızasını kazanmak için değil de insanlara gösteriş için yerine getirirler. Bu ise makbul olan bir davranış şekli değildir. Yüce Rabbimiz bu hususu bizlere şöyle bildirmektedir.

 “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.”  Nisa, 4/142]

  1. Münafıkların ahlaki özellikleri bozuktur:

Münafıklar yalancıdırlar, yeminlerini her zaman kendilerine kalkan edinirler, insanları Allah yolunda olmalarını engellerler, gösterişlidirler ve sözlerini hep süslü göstermeye çalışırlar. Kur’an-ı Kerim’de “Münafikun” diye münafıkların hayat tarzlarını ortaya koyan müstakil bir süre vardır. Bu sürenin ilk ayetlerinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

 

“(Ey Muhammed!) Münafıklar sana geldiklerinde, “Senin, elbette Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz” derler. Allah senin, elbette kendisinin peygamberi olduğunu biliyor. (Fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yaptılar da insanları Allah’ın yolundan çevirdiler. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür! … Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! O münafıklara, “Gelin, Allah’ın Resülü sizin için bağışlama dilesin” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. … Onlar, “Allah Resûlü’nün yanında bulunanlara (muhacirlere) bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” diyenlerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar (bunu) anlamazlar.” Münafıkun, 63/1-7]

Münafıklar kötülüğün yayılmasını arzu ederler ve bunun için çalışmalarda bulunurlar, iyiliğin yayılmasına ise engel olurlar. Ayrıca cimridirler. Hayır yolunda harcama yapmadıkları gibi hayrada teşvikçi olmazlar. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir.

“ Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir (birbirlerinin benzeridir). Kötülüğü emredip, iyiliği yasaklarlar, ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fasıkların ta kendileridir.” Tevbe, 9/67]

Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde münafıkların alametlerini şöyle ifade etmektedir.

 “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” Bu hadiste sayılan üç alâmetten birincisi, yani yalan söylemek, sözün bozuk olmasına; ikincisi yani va’dinden dönmek, niyetin bozukluğuna; üçüncüsü olan hıyanet de fiilin, davranışın bozukluğuna delâlet eder. Bu alâmetler, bazen gerçekten Müslüman olan birinde bulunabilir. O takdirde o kimseyi küfürle veya münafıklıkla mı itham edeceğiz? Halbuki bir Müslüman’ın kâfir veya münafık olduğuna hükmetmenin câiz olmadığı, hatta bunun haram olduğu konusunda ümmetin icmâı vardır. İmam Nevevî, kendisinde bu nitelikler bulunan Müslüman’ın münafığa benzediğini ve münafıkların ahlâkıyla ahlâklandığı fakat kâfir ya da münafık olmadığını söyler. Sevgili Peygamberimiz münafıkların hayatında alışkanlık haline getirdikleri bu özellikleri müminlerin hayatlarından uzaklaştırmak ve sakındırmak istemektedir.

Sonuç itibariyle Münafıklardan kasıt Allah’a ve Resulüne ve onların getirdiklerine inanmadıkları halde inanmış gözüken insanlardır. Bu insanların inanç yapıları bozuk olmasından dolayı ibadet ve ahlak yapıları bozuktur. İtikadi anlamda inanmadığı halde inanmış gözükenlerin durumu dünyada ve ahirette hüsranlıktır. Ameli anlamda ve ahlaki anlamda Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde zikredilen münafıklarda bulunan davranış şekilleri inanan mümin kullarda da olması mümkündür. Bu davranış şekilleri kişiyi dinden çıkarıcı unsurlar değildir. Böyle davranış şekillerinde bulunanlara münafık denilmemelidir. Bize düşen görev, ameli ve ahlaki anlamda münafıklığın alametleri olan özelliklerden kaçınmak olmalıdır.

KÜSLÜK

Üç Günden Fazla Küs Kalmak ile İlgili
Ayet ve Hadisler

Küsme hastalığı, birbirlerine arka çevirme ve yüzüne bakmamakla ortaya çıktığı gibi gücenme hali, kırgınlık ve benzeri durumlarda da ortaya çıkar. İslâm’da dargınlık hali, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu halin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir.

 Müslümanlar sürekli olarak birbirleriyle kardeş gibi geçinen ve birbirlerine her zaman her işte maddî ve manevî yardımda bulunan, birbirlerinin elinden tutan ve kardeşlerinin daima iyiliğini, kemalini isteyen kimselerdir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek, arka çevirmek, buğz etmek, hased etmek, çekememek, gücenmek ve kırgınlık insanın aklına ve hayaline bile gelmez. Durum böyle iken nerede kaldı aleyhinde bulunmak ve onun zararına en ufak bir teşebbüste bulunmak ve diğer kötü işleri yapmak. Fakat insanın yaratılışında da, bazen kızmak ve gazap etmek gibi çirkin huyların bulunması sebebiyle, şayet böyle bir dargınlık olursa, bunun en çok üç gün olması gerekir. Daha sonra birbirlerine rast gelip karşılaştıkları zaman önce hangisi selam verirse, hayırlısı odur ve bu selamla dargınlık ve küslük kalkmış olur. Eğer üç günden sonra dargın olarak ölürse, Cehennemi hak etmiş olacakları açıklanmıştır.

Miras bölüşümünde ‘Sen çok aldın, bana az verdin veya iyisini sen aldın, kötüsünü bana verdin’ gibi bilgisizce sözler söyleyip, bir emanet için küsmek ve darılmak hiç akıllıca bir davranış mıdır? Fakat insanlar çok çeşit huylu, ayrı tabiatlı olduklarından, kıymetsiz şeyler için gürültü çıkarmaktan adeta lezzet almaktadırlar. Öyle ahmaklar da vardır ki, bunlara vaaz ve nasihat, hatta dayak ve hapis bile fayda etmez. Çünkü kalp kararınca ve katılaşınca, merhametten, şefkatten, yardım duygusundan yoksun, kişisel çıkarından başka bir şey bilmeyen ve ancak kendi aklını beğenen bir zavallı halini alır. Bu gibilere ne derseniz boşuna nefes tüketmiş olursunuz. İlim ve irfan nimetinden yoksun olan bu zavallılar, İslâm’ın kadir ve kıymetini bilmeden, dünyadan göçüp giderler ki, bu onlar için en büyük felakettir.

Özellikle akrabalar arasında meydana gelen dargınlıklarda, onların her ne kadar kusurları olsa dahî, onu Mevla’ya bırakmak gerekir. Herkesle ve akrabalarla iyi geçinmeye bakmalıdır müslüman. Eğer biz bu günkü halimizle şunun kusuru var, bunun da kusuru var deyip, kırılacak ve ayrılacak olursak, kimsenin kimse ile görüşmemesi lazımdır. Büyük bir zararın meydana gelmesi söz konusu olmadığı takdirde selâmlaşmak ve sosyal bağları güçlendirmek gerekir. Kendilerinden zarar geleceği tahmin edilen kimselerle ise, ‘görüşmekten ziyade görüşülmemesi daha evladır’ denmiştir.

Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarfedilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep vb. görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir. Netice itibariyle her kim Resûlullah (s.a.v.)’ın en güzel yoluna uymuşsa, cahilî, ilkel, kaba yobaz, ham softâ tavır ve tutumları bırakmak zorundadır. Buna riayet eden müslümanlar asla dargın kalmazlar.

Şu da var ki, buğzu- fillâh denilen (yani yalnızca Allah (c.c.) rızası için kızmak ve küsmek)’ durumda, Allah (c.c.)’a ve Resûlü (s.a.v.)’ne isyan edenlere veya kendilerinden müslümanlara, İslâm’lığa bir zarar gelme ihtimali olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.

PEYGAMBERİMİZ ÜÇ GÜNDEN FAZLA KÜSMÜŞMÜDÜR!

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ÜÇ KÜSLÜĞÜ;

1-      EŞLERİ İLE İ’LA HADİSESİ İLE: Validelerimize karşı bir ay dargın durdukları VE MESCİDDE ÇADIR KURDU! AHZAB SURESİ AYETLERİ NAZİL OLANA KADAR BARIŞMADI!, Hz Ömer (r.a.)’in oğluyla dargınlığı da, bu gibi sebeplere dayanır. (KONUM)

2-      TEBÜK SEFERİNE KATILMAYAN ÜÇ KİŞİ İLE: Tebük gazasında özürleri olmadığı halde bu gazaya katılmayan üç kişiyle de Müslümanlar VE PEYGAMBERİMİZ 50 GÜN KONUŞMADILAR! TEVBE 118.AYET İNİNCE KONUŞTULAR! (SADAKAT)

3-      ZEYNEP B. CAHŞ İLE: VEDA HACCINDA EŞİ SAFİYYE ANNEMİZ İÇİN ZEYNE B.CAHŞ DAN BİR DEVE İSTEDİ! O DA;”O YAHUDİNİN KIZINA MI VERECEĞİM?!” DEYİNCE PEYGAMBERİMİZ TAM 90 GÜN KONUŞMADI! AYŞE ANNEMİZİN ARACILIĞI İLE BARIŞTI! VE 15 GÜN SONRA VEFAT ETTİ! (TAKVA)

Allah’ın ahirette yüzüne bakmayacağı 3 kişi kimdir günahları ne?

Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- bir defasında arka arkaya tam üç kez:

“–Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” buyurdular.

Ebû Zer -radıyallahu anh- :

“–Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar! Kimlerdir bunlar yâ Rasûlallâh?” diye sordu.

 Peygamber Efendimiz  -sallâllahu aleyhi ve sellem- :

“–Elbisesini (kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, yalan yeminle malını pazarlayan ve verdiğini başa kakan!” buyurdular. (Müslim, Îman, 171)

KÜSLÜK İLE İLGİLİ AYETLER

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَࣖ 

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulun!” (Hucurât sûresi, 10)

Müslümanlar arasında selâmı sabahı kesmeyi, küsmeyi, konuşmamayı gerektiren küçük veya büyük olaylar olabilir. Bunu bir anlamda normal karşılamak gerekir. Ancak normal olmayan, Müslümanların bu tür olaylar sebebiyle birbirleriyle alâkayı uzun süre kesmeleridir. Mademki müslümanlar din kardeşidir, o halde uzun süre birbirlerinden kopuk kalamazlar, kalmamalıdırlar. Gerek fert olarak gerekse toplum olarak Müslümanlar arasındaki küskünlüklerin, kırgınlıkların ve düşmanlıkların ortadan kaldırılması, aralarının bulunması öteki Müslümanların görevidir. Kardeşlik bunu gerektirir.

Kardeşler toplumunda kardeşliğin devamından kardeşlerin tamamı sorumludur.

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰىࣕ وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَؕ اِنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ 

“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, Günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın! Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide-2)

İnsanoğlunun kardeşine yardım etme duygusu ve eğilimi fıtrîdir. Onun mayasında böyle bir duygu ve eğilim vardır. Ancak yardımlaşma da bir sınıra tâbîdir. İşte bu âyet o sınırı belirlemektedir. Hemen bir önceki cümlesinde “İyilik ve takvâda birbirinize yardım ediniz!” buyrulurken, ardından “Günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın!” buyrulmak suretiyle, kardeşler arasındaki yardımlaşma ilkesinin günah ve düşmanlık konularında geçerli olmadığı bildirilmektedir.

Bu âyet-i kerîme, sevgili Peygamberimiz’in bir hadisini akla getirmektedir: Efendimiz “Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuş. Sahâbîler sormuşlar: “Mazluma yardımı anladık, Ey Allah’ın Resûlü! Ama zâlime nasıl yardım ederiz?” Bunun üzerine Efendimiz, “Onu da zulmünden vazgeçirirsiniz!” buyurmuş. Buradan anlaşılmaktadır ki, günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmamak, bu gibi konularda kardeşleri desteksiz bırakmak aslında iyilikte yardımlaşma demektir. Bu da Müslümanların her olayda Müslümanca yardımlaşmakla yükümlü oldukları anlamına gelmektedir.

KÜSLÜK İLE İLGİLİ HADİSLER

“Birbirinizle İlginizi Kesmeyiniz, Sırt Dönmeyiniz, Kin Tutmayınız Ve Haset Etmeyiniz” Hadisi

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız, ve haset etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helâl değildir.” (Buhârî, Edeb 57, 58, 62; Müslim, Birr 23, 24, 28, 30-32. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbni Mâce, Duâ 5)

Bir Müslümanın, Din Kardeşini Üç Gün Üç Geceden Fazla Terk Edip Küs Durması Helâl Değildir” Hadisi

Ebû Eyyûb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir Müslümanın, din kardeşini üç gün üç geceden fazla terkedip küs durması helâl değildir: İki Müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa öteki öbür tarafa döner. Halbuki o ikisinin en iyisi önce selâm verendir.” (Buhârî, Edeb 62, İsti’zân 9; Müslim, Birr 23, 25, 26. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime 7)

“Din Kardeşi ile Arasında Düşmanlık Bulunan Kişi Dışında Allah’a Şirk Koşmayan Her Kulun Günahları Bağışlanır” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Her Pazartesi ve perşembe günü ameller Allah’a arzolunur. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi dışında Allah’a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere) siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir edin, buyurulur.” (Müslim, Birr 36. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 47)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Kardeşler toplumu olduğuna defalarca işâret ettiğimiz İslâm toplumunda elbette ilişkilerin çok sıcak ve kardeşçe olması beklenir. Ama müslümanlar da nihayet birer insandır. Çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış, küsmüş olabilirler.  Bu durumda, aslolan kardeşlik hukukunun yeniden tesisi için dinimiz bazı tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Birinci hadiste, önce ilişki kesme noktasına gelinmemesi için gerekli tavsiyelerde bulunulmakta sonra da şayet böyle bir noktaya gelinmişse, bunun en son sınırının üç gün üç gece yani 72 saat olduğu belirtilmektedir. Bunun ötesinde isterse bir saat olsun küs durmanın helâl olmadığı bildirilmektedir.

Günlük dünyevî işler ve ilişkiler sebebiyle birbirine kırılan iki Müslümanın, – ciddî bir dînî sebep söz konusu olmadığı sürece –  en çok üç gün birbirlerinden uzak kalabilecekleri, küs durabilecekleri kaidesi böylece ortaya konulmuş olmaktadır.

İkinci hadis, bu genel kaideyi hatırlattıktan sonra, ilişki kesme ve küs durma olayını bir misalle anlatmakta ve bir gerçeğe dikkat çekmektedir. İki müslüman birbiriyle yolda belde karşılaştıkları zaman, biri yüzünü bir tarafa öteki öbür tarafa çevirir veya yollarını değiştirir ya da birbirlerini görmezden gelirler. Bu, aralarındaki kardeşlik hukukunun gözardı edildiği anlamına gelir. Bu derece birbirleriyle alakayı, selâmı sabahı kesmiş olarak en fazla üç gün geçirme hakları vardır. Bilinmesi gereken gerçek şudur: Herhangi bir sebeple birbirine küsmüş iki müslüman karşılaştığı zaman, kim önce selâm verirse, hayırlı olan odur.

Müslümanların birbiriyle olan münasebetlerinin yeniden düzelmesini sağlayacak ilk adımı atan, ilk sözü söyleyen ilk kez selâm veren kişi, elbette ötekinden daha hayırlı olacaktır. Çünkü yaptığı iş, toplumun tamamına yönelik ilişkileri onarmak ve iyileştirmek demektir. Müslümanlar arası ilişkiler selâm ile başlar. Onun için de selâmı ilk verenin daha hayırlı olduğu bildirilmiştir.

Üçüncü hadis, birbiriyle alakayı kesen ve birbirine küsen müslümanların ilâhî huzurda tâbi tutuldukları bir muameleyi haber vermekte ve dolayısıyla müslümanları sürekli barışık olmaya çağırmaktadır. Her pazartesi ve perşembe günleri kulların amelleri Allah’a arzolunur ve yüce Rabbimiz şirk dışında kalan günahları kullarından dilediklerine bağışlar. Birbiriyle küs iki Müslümanın ameli arzolununca görevli meleklere bunların amellerinin kabulünü aralarını düzelttikleri zamana kadar erteleyin, buyurulur. Yani işledikleri iyi kötü bütün amelleri bekletilir, kabul ve af muamelesine tabi tutulmaz.

Sevgili Peygamberimiz’in haber verdiği bu işlem, bir Müslüman için ne kadar ağır bir durumdur. Bu ağır durumdan kurtulmak için, yegâne yol, dargın olduğu kişilerle derhal barışmaktır.

Hadislerden Öğrendiklerimiz

  1. Müslümanlık, toplumda kardeşliği esas alan bir dindir.
  2. Müslümanlar birbirleriyle en fazla üç gün üç gece dargın durabilirler.
  3. Dinî ya da şer’î bir sebep varsa o takdirde küslük süresi uzayabilir. Nitekim Hz. Peygamber, hanımlarıyla bir ay kadar ilişkisini kesmiş ve küs durmuştur.
  4. Küslerin en hayırlısı karşılaştıkları zaman önce selâm verendir.
  5. Birbiriyle dargın olan müslümanların amelleri, barıştıkları zamana kadar ilâhî huzurda bekletilir, kabul veya af muamelesine tâbi tutulmaz.

Ümidini Yitiren Şeytan

Câbir radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim demiştir:

“Şeytan, Arap yarımadasında Müslümanların kendisine kulluk etmelerinden ümidini kesmiştir. Fakat onları birbirlerine düşürmeye, aralarını açmaya çalışacaktır.” (Müslim, Münâfıkîn 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 35)

 

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Efendimiz’in Vedâ hutbesinde de bu hadise benzer bir beyânı bulunmaktadır. Şöyle buyuruyor:

– “Ey mü’minler!. Gerçekten şeytan sizin şu topraklarınızda kendisine kulluk edilmesinden ümidini ebediyyen kesmiş bulunmaktadır. Fakat o, sizin önemsiz saydığınız iş ve davranışlarınızda kendisine uyulmasından memnun olacaktır. Dininizi ondan koruyun!” (bk. İbni Hişâm, Sîre, IV, 251).

Hz. Peygamber’in her iki beyânındaki  haber ve uyarısı, her çeşit tahrik, kargaşa ve kırgınlığın temelinde  bir inanç problemi, bir dinî ve sosyal kargaşa çıkarma amacı bulunduğunu, şeytanın temsil ettiği sapıklar cephesinin müslümanlara yönelik sinsî faaliyetlerinin sürekli olduğunu ortaya koymaktadır. Kardeşlik hukukuna ters düşen her türlü tahrik, hadisimizin ifadesiyle bir “tahriş”tir. Tahriş ise, düşmanlık, anarşi ve fitne çıkarmaya yönelik her çeşit faaliyet anlamındadır. O da şeytanın ve adamlarının işidir.

Arap yarımadasında ve namaz kılan müslümanların bulunduğu hemen her yerde şeytana kulluk edilmeyecek,  ama müslümanlar  hiç bir zaman ve zeminde şeytanın, aralarında  düşmanlık doğuracak sinsi faaliyetlerinden de yakalarını kurtaramayacaklardır. Bu demektir ki, müslümanlar arasında çıkacak her ilgi kesme, düşmanlık ve küs durma olayı şeytanın arzu ettiği ve memnun olduğu bir sonuçtur. “Şeytan azâbta gerek”. Kardeşlik hukukunu ayakta tutmak, dargınlıkları ise en fazla üç gün içinde sona erdirmek de müslümanların sürekli görevidir, öyle olmalıdır.

Hadisimizin dolaylı olarak yaptığı çağrı  budur.

Hadisten Öğrendiklerimiz

  1. Şeytan Müslümanların arasında düşmanlık, dargınlık ve dağınıklık olmasını ister.
  2. Müslümanlar üç günden fazla dargın durmamak suretiyle bir taraftan kendi görevlerini yapmış bir taraftan da şeytanı me’yus ve perişan etmiş olurlar.

“Müslümanın Din Kardeşine Üç Günden Fazla Küs Durması Helâl Olmaz” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in  şöyle buyurduğunu işittim demiştir:

“Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helâl olmaz. Kim Müslüman kardeşini üç günden fazla terkeder ve o hal üzere ölürse cehenneme girer.” (Ebû Dâvûd, Edeb 47)

Kim Din Kardeşini Bir Yıl Terk Edip Küs Durursa…

Sahâbî Ebû Hırâş Hadred İbni Ebû Hadred el-Eslemî (es-Sülemî de denir), radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:

“Kim, din kardeşini bir yıl terkedip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girer.” (Ebû Dâvûd, Edeb 47)

“Selâm Veren Küs Durmaktan Çıkmış Olur” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan günaha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb 47)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Ebû Dâvûd’un  Sünen’inde  rivayet etmiş olduğu bu üç hadîs-i şerîf, üç günü aşkın küs durma olaylarında ne gibi sonuçlar doğacağına dikkat çekmektedir.

Allah rızâsı  gibi yüce ve ciddî bir sebebe dayalı  olan dargınlıkların herhangi bir vebâli olmadığı bilinmektedir. Birinci hadiste, böyle bir sebebe bağlı olmaksızın Müslüman kardeşiyle küs duran ve bu tutumunda ısrar ederek küs olduğu halde ölen kimsenin cehenneme girmeye müstehak olduğu açık bir şekilde ifâde edilmektedir. Tabiatıyla Allah Teâlâ o kulunu dilerse affeder, dilerse bağışlamayıp cehenneme koyar. Ancak işlemiş olduğu hata, kendisini cehennemle burun buruna getiren bir büyük kusurdur.

Hadis, Müslüman kardeşini üç günden fazla terkeden, onunla konuşmayan ve o halde ölenlerin âhiretteki durumlarını haber vermek suretiyle, işin basit bir ilişki kesmek anlamında olmadığını, insanı âhirette de müşkil durumda bırakabileceğini haber vermektedir.

İkinci hadis, “üç günden fazla”  ifadesine “bir yıl” kaydını getirerek, bu kadar bir süre müslüman kardeşiyle küs duran insanın, o müslümanın kanını dökmüş gibi büyük bir cezayı hakettiğini bildirmektedir. İnsanın kanını akıtmak onu öldürmek demektir. Adam öldürmek ise, şirkten sonra en büyük günahtır, cezayı gerektirir. Bir sene süreyle bir müslümanı terkedip onunla küs durmak da adam öldürmek gibi cezayı gerektiren bir büyük hatadır. Buradaki benzetmeden dolayı, bir yıldan fazla küs duran kimsenin kısas edileceği anlamı çıkarılamaz. Bu, küs durmaktan men etme konusunda gösterilen hassasiyet ve ciddiyeti gösterir. Benzetmelerde, bazı yönlerden eşitlik yeterli olmaktadır. Her yönden birbirine denk olması aranmaz, Bu sebeple hadisimizdeki bir yıl süreyle küs durmanın bir Müslümanın kanını akıtmaya benzetilmiş olması cezayı haketmek bakımından olup çarptırılacakları cezada denklik açısından değildir. Öte yandan benzetmelerin mübâlağa mânası taşıdığı da unutulmamalıdır.

Hadîs-i şerîfteki  “bir yıl” kaydı, büyük bir ihtimalle bir sene içinde insanın mizaç ve duygularını etkileme gücüne sahip dört ayrı mevsimin bulunmuş olmasından dolayıdır. Dört ayrı mevsimi geçirmesine rağmen duygu ve tavırlarında bir değişiklik olmayan adamın, o hal üzere devam edeceği var sayılır. Onun için de artık küs olduğu Müslümanı, öldürmüşcesine kendisi açısından yokluğa mahkum etmiş gibi olur. Bu da onun kanını akıtmak gibi bir suç sayılır.

Üçüncü hadis, üç gün küs duran iki Müslümandan biri karşılaştıklarında selâm verir öteki de alırsa, hem küslüğü ortadan kaldırma hem de selâm sevabını paylaşacaklarını bildirmektedir. Selâmı almayan taraf, barışma ve selâm alma görevlerini terketmiş olacağı için günaha girecektir. Sonuç ne olursa olsun, selâm veren kimse, dargınlığa son vermek istediğini açıkca ortaya koyduğu için, mü’min kardeşiyle küs durma vebâlinden yakasını kurtarmış olur. Çünkü barışmak için tam teşebbüste bulunmuştur. Sorumluluk tamamen, selâmı almayan ve barışmaya yanaşmayanın üzerinde kalır.

Böyle iki kat vebâlin altına girmemek için insan, inad etmenin kendisine kazandıracağı hiç bir şey olmadığını hatırlayarak, bâri verilen selâmı almak suretiyle  barışma ve selamlaşma sevabına ortak olmalıdır. Hadisin gösterdiği yol ve yaptığı teşvik budur.

Hadislerden Öğrendiklerimiz

  1. Müslümanın Müslümanla üç günden fazla küs ve dargın durması câiz değildir.
  2. Üç günden fazla küs duran o hal üzere ölecek olursa, Cehenneme girmeyi gerektiren bir büyük suç işlemiş sayılır.
  3. Bir yıl süre ile küs duran kişi, din kardeşinin kanını akıtmış gibi büyük bir günah işlemiş kabul edilir.
  4. Üç günlük cevâz süresinden sonraselâmı veren ile alan barışma ve selâm sevabında ortak olurlar. Selâmı almayan bütün sorumluluğu yüklenir. Selâm veren ise, küs durma vebâlinden kurtulur.
  5. Dinimiz, Müslümanların barışık olduklarında da dargınlıklarında da birbirleriyle kardeş olduklarını unutmamalarını ön görmekte, tavsiye etmektedir.

SENDEKİ DERT Mİ YOKSA DERMAN MI?

Sizden öncekilerin başına gelen sıkıntı ve zorluklar, sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara dokunan sıkıntı ve zorluklarla öylesine sarsıldılar ki Resul ve onunla birlikte olan müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.

Bakara-214

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذٖينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْؕ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِؕ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ

 

Hz. Peygamber Aleyhisselam şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri, etleri soyulup kazınırdı, testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de yine bu işkenceler onları dininden geri çevirmezdi. Allah Teala elbette bu işi (İslamiyet’i) tamamlayacaktır. Öyle ki, hayvanına binip, San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.” [Buhari]

Dertsiz insan var mıdır? Kendimizi yokladığımızda ve çevremize baktığımızda Dertsiz insan yoktur? deriz muhtemelen.  İnsan neleri dert edinmez ki? Kendini, eşini, evladını, evini, vatanını, milletini, inancını, dinini dert edinir. Bazı insanların derdinden öldüğü şeyler, bir başkası için bir anlam ifade etmez. Bazen derdini söyleyene: Seninki de dert mi? Bu derdi nimet sayan nice insan var? deriz.

 

Hangi önemde/derecede olursa olsun dert sahibi olmak iyidir. İnsanı insan yapar, dinç tutar, ilerisi için ümit verir, hayal kurdurur dertler. Yani dertli olmak aslında kötü bir şey değildir, belki gerekliliktir de. Tabii burada bir konuyu gözden kaçırmamakta fayda var. Neyi dert ediniyoruz? Ya da Derdimiz Nedir??.

Büyük Alim İsmail fakirullah hazretlerinin dediği gibi, “Bilirsen uzağın yakınındır bilmezsen yakının uzağındır.”

Elde etmeyi ya da kurtarmayı düşündüğümüz şeyler derdimizdir? Hani bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim? diye bir söz var ya onun gibi bana derdini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim?. İnsanlara örnek ve önder olanlar, büyük işler başaranlar hep dertli insanlardır. Ancak, derdi olanlar hedefe ulaşmak için yılmadan, yorulmadan çaba gösterirler. Dertlerinden içleri sıkılır, rüyalarını dertleri istila eder, uyandıklarında kan-ter içinde kalmışlardır çoğu zaman. Onunla yatar, onunla kalkarlar. Öyle bir derttir ki: Bir derdim var, bin dermana değişmem? dedirtir. Öyle bir dert ki: Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş? dedirtir. Öyle bir dert ki: Hedefe ulaşıncaya kadar gülmeyeceğim, eğlenmeyeceğim, durmayacağım, yorulmayacağım? dedirtir. Öyle bir dert ki insanı Şah İsmail Hatayi yapar, Yunus Emre yapar, Selahaddin-i Eyyubi yapar. Ancak dikkat etmek lazım; sahip olduğumuz dert kıymete gelir bir dert olmalı, işin en esaslı noktası burası. İnsanın derdi, insanı Allah´ın rızasına ulaştırmalı.

Tanzimat yıllarında İç Anadolu´nun büyük şehirlerinden birinde Ulucamide va´az veren bir hoca vardı. Hoca her gün kürsüden va´azını verir, sözü bitince kürsüye elini şiddetle vurur ve Çoban çaldı düdüğü? der, kürsüden inerdi. Bu hal senelerce devam etti. Bir gün cemaattan bazıları sordular: Hocam, senelerdir, Çoban çaldı düdüğü? deyip duruyorsunuz. Bunun hikmetini anlayamıyoruz. Lütfedip izah etseniz deyince Hocaefendi şöyle anlattı:

Evlatlarım! Vaktiyle medresede talebe iken bir bayram tatili sebebiyle arkadaşlarımla medreseden evimize dönüyorduk. Namaz vakti yaklaşınca gölgelik bir yer aradık, hem soluklanalım hem namazımızı kılalım diye. İlerde bir ağaç gördük, yaklaşınca bir sürü fark ettik.  Çobanda bizi fark etmiş. Sarığımızdan ve kıyafetimizden bizim medrese mollası olduğumuzu tahmin etmiş, çok severmiş mollaları. Yanına varınca bizi kucakladı. Namazlarımızı cemaatle kıldık. Çoban bize azığında ne varsa ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki: Haydi herkes içinden bir niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce dua edelim?. Hepimiz içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce dua ettik, dileklerimizin kabulünü istedik. Dua bitince çoban dedi ki: Şimdi herkes, aklından geçirdiği duasını söylesin? Bunun üzerine arkadaşlarımdan birisi: Ben fetva kuruluna üye olmayı murad ettim?, diğer arkadaşım ?Ben medresemize muallim olmak diledim? dedi. Ben de dedim ki: Memleketimdeki Ulu camiye vaiz olmayı Rabbimden niyaz ettim? dedim. Çobana sorduk ne niyet ettin diye. Çoban : Ben de Allah´ın ve Peygamberinin razı olduğu bir kul olarak hayat sürüp, iman-ı kâmil üzere ruhumu teslim edip cennete girmeyi diledim, Rabbim´den? dedi.

 

Evlatlarım! Aradan zaman geçti. Arkadaşlarımın biri fetva kuruluna üye, diğeri de medresemize hoca oldu. Ben de bildiğiniz gibi senelerdir burada Ulu Cami´de vaaz ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre çobanın da duası kabul olmuş görünüyor. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istemiş, muhtemelen kurtulmuştur da. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve izan olmayınca!?.

Uhud Savaşında Hz. Sümeyrâ’nın babası, kocası, kardeşi ve oğlu da şehid oldu!

Habbâb b. Erett radıyallahu anhu anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v) Ka’be’nin gölgesinde kaftanını yastık ederek dayandığı bir sırada yanına vardık. “Yâ Rasûlallah! Bizim için Allah’a duâ edemez misin? Allah’tan yardım dileyemez misin?” dedik. (Kureyş müşriklerinin işkencelerinden şikâyet ettik) Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v)’ın rengi değişti ve şöyle buyurdu:

“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler bulunmuştur ki, (zalimler tarafından) yakalanır, onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi o çukurun içine gömülürdü. Sonra büyük bir testere getirilir, onun başı üzerine konulurdu da cesedi ikiye bölünürdü, fakat bu onu dinden döndürmezdi. (Bir başkasına da benzer işkenceler uygulanır); demir taraklar ile etinin altındaki kemiği ve sinirleri taranırdı da, bu işkenceler o mümini dîninden çevirmezdi.

(Sahâbîlerim!) Size yemîn ederek söylüyorum ki, Allah bu işi (İslâm dînini), mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir süvârî San’â’dan Hadramevt’e kadar (tek başına) yolculuk edecek de Allah’tan ve bir de (yolcu koyun sahibi ise) koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz!.”( Buharî)

SÖYLESENE BU SENDEKİ DERT Mİ YOKSA DERMAN MI?

Niyâzî-i Mısrînin dediği gibi “Derman arardım derdime derdim bana derman imiş.”

Aradığımız derdin çaresi belkide derdin ta kendisi imiş bilemiyoruz.

Dertten hâlî değildir mümin bu dünyada hiçbir zaman.

Çünkü dertsizlik diyarı burası değil, orası Cennet.

Hâl böyleyken bize düşen de dertlerden kurtulmaya çalışmak değildir; zaten dertsiz kalmak bu dünyada mümkün olmayacaktır.

Bize düşen, dertlerimizle kul olmaya bakmak… Tabiri caizse, dertlerimize sımsıkı sarılmak…

Çünkü dert, yaratılış gayemiz olan kulluğa sevk eder bizi…

Dert bizi duaya koşturur, dünyaya küstürür.

Dert bizi Rabbimizle dertleştirir, Rabbimizi bize sırdaş eder.

Eğer hakikatini bilirsen, derdin ganimettir sana.

Hatta dermanındır.

Derdini seversen Allah’a yakın kıldığı için seni,

o bir misafir olarak görevini yaptıktan sonra kalkıp gider ve geride sadece Allah’la baş başa geçen zamanının lezzetini bırakır.

Biraz daha derinlere inelim, ne dersin?

Ey içim, ben sana dökeyim, sense yazıya. Belki hem bana şifa olur hem kağıda, hem de kağıt beyazındaki mümin sadırlara…

                    Öyle anlar olur ki adına “çıkmaz” dersin. Hiçbir çıkış yolu göremez gözbebeklerin. Nereye kafanı çevirsen dağlar gibi duvarlar vardır, derin ve dar bir su kuyusunun içinde görürsün kendini. O hâlin içinde hapsedilmişsindir. Belki de o hapishanede yiyecek rızkın, içecek suyun vardır; sen bilmezsin. Elindeki tek sermayeye yani sabra sarılır ve kurtarılmayı beklersin. Çünkü bildiğin bir şey varsa o da şudur ki sen kaderin mahkumusundur, kader ise hiç şüphesiz âdildir. Âdil olan kaderin hükmüne ikna etmek için kalbini, imanına yapışırsın. Çare namına bir tırnaklık kadar yer açıklık göremez o karanlıkta gözlerin. Ama “çaresizim” demeye de varmaz dilin. Çünkü adını anmak bile şifa olan bir Allah vardır…

O’nun rahmeti sadece bu zindana has değildir ki! Bunu düşündüğünde fark edersin: aslında seni bu zindana atanın da o rahmet olduğunu.

Bu hep böyle gelmiştir, böyle gidecektir. İman etmekle imtihan edilmekten kurtulacağız sandığımız her an yanılacağızdır. Hayır, iman eden imtihan edilir. Ne kadar büyükse imanın o kadar çıkmazlara koyulursun.

Öyle ya, gül padişahının yanında silahına davranmış dikenler vardır.

Çünkü o padişah korunmaya ve kollanmaya değen kişidir.

Yani iman nasip işi olduğu gibi imanın muhafızı imtihan dahi nasip işidir…

İmtihan nimettir…

Ayetler bir kulağından girip diğerinden çıkmasın ey içim! Ayetlerin sesini yüreğine götür ve her an devridaim eden kanınla tekrar tekrar kalbinde yankılansın!

“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Sûresi 5-6)

Ve imtihan ne kadar güçse Cenab-ı Hakk da beraberinde o kadar kolaylık verir sana.

Ama bu hemen olmaz. Senin samimiyetin bu süreci belirler. İman varsa dert yoktur diye bir şey olur mu, imanın ne kadar çoksa derdin de o kadar işin içinden çıkılmaz olur. Öyle çıkmazda olursun ki her ne tarafa baksan kapısı penceresi olmayan kurşundan bloklarla etrafın sarılıdır, içinden röntgen ışınları bile çıkamaz… Gözlerin kendine döner ve kendini ise apaciz bulursun. Ama yine de asla “çaresizim” demeye dilin varmaz. Çünkü imanın kadar bilirsin ki “Allah var! Allah çare olarak yeter…”

Bu hep böyledir. Kul işin içinden çıkamaz. Artık öyle bir hâlde olursun ki şunu söylersin “Beni bu hâlden Âlemlerin Rabbinden başkası kurtaramaz. O’ndan başka kimsenin buna gücü yetmez.”

İşte o an anlarsın ki; meğer gerçekten Allah’tan başka ilah yokmuş, meğer gerçekten de O’ndan başka hak mabud yokmuş.

                       Biliyor musun, Cenab-ı Hakk’ın seni bütün bu çıkmazlara sokuşu da işte tam bu yüzdendir. Bu hakikati anla diye… Yunus Aleyhisselama zifrin en karanlık tonunda olan bir gecede, uçsuz, karanlık, soğuk suların içinde bir balığın karnında yapayalnızken; geceyi, denizi, balığı hizmetkâr kılan bunu anlamasıydı. “Subhansın ya Rab, Senden başka ilah yok.” deyip aczini itiraf edişiydi…

Yani Allah’ın kim olduğunu hakkalyakin tanıyıp kendinin de KUL olduğunu anlamasıydı.

                        Kulluk için yaratılan bir kulun hayatını çıkmazlara sokan Allah, elbette kuluna zulmetmek için yapmaz bunu. Dedim ya, seni bu zindana atan da o rahmetin ta kendisidir. O’ndan başka ilah muamelesi yaptığın hangi aciz mahluk varsa etrafında, onlarla çevrili o hapishaneden kurtarmak için kulunu çıkmaza sokar Allah. O zaman anlar ki kul; bu çıkmaz sokaktan çıkış, ancak secde secde miraç ile olur…

Cahiller için son çare Allah’tır, ârifler içinse “tek çare”…

İnsan bu çıkmazdan ancak çaresiz olmayıp Allah’ın tek çare olduğunu anlamakla kurtulur.

Bu hep böyledir.

Hazreti İbrâhîm, ateşe atılmak üzere mancınığa koyulduğu zaman çıkmazdaydı.

Ama ateşe atılmadan önceki son sözü “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.” idi.

Hz. Yakub, ciğerparesine tuzak kurulup “Onu kurt yedi.” dediklerinde çıkmazdaydı.

Ama sözü “Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.” olmuştu.

Yûsuf Peygamber ıssız bir yerde bir kuyuya atıldığında çıkmazdaydı.

İftiraya uğradığı zaman, çıkmazdaydı.

Yıllarca bir zindanda kalırken, çıkmazdaydı.

Ama dünya yüzüne gülüp her şey yoluna girdiğinde sözü “Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı Müslüman olarak al ve salihlere kat.” oldu…

Rasûlullah (ASM), canından çok sevdiklerine 3 yıl boykot uygulandığı zaman çıkmazdaydı;

Ama “Allah bizimle beraberdir.” demek O’na korkmamak için yetmişti…

                   İnanan, Rabbinin sonsuz rahmetine ve her işteki hikmetine itimad eden adamdır.

İnananın güveni, kar yağan dağlara değildir.

Bu güven, El-Emin olan Resûlullah’ın bir an bile güvenmekten pişman olmadığı Allah’adır!

Başında kılıçla “şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye bekleyen müşriğe “Allah!” diye haykırtan ancak bu sarsılmaz imanıdır…

O’nun güveni, resulü olduğu Allah’adır.

               Yani içim, sen Rabbinin hadsiz rahmetinden ve hikmetinden asla şüpheye düşme. Kul olduğunu ve Rabbinin kim olduğunu ise asla unutma.

Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.(Bakara-212)

Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.

(Ali imran-14)

Dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerini dünya hayatı aldatmış o kimseleri kendi hallerine bırak. İnsanlara Kur’an ile şunu hatırlat: Herkes kendi yaptığı günahlar yüzünden hesaba çekilecek. O zaman insanın Allah’tan başka ne bir yardımcısı ne de bir şefaatçisi olacak. Azaptan kurtulmak için her şeyini fidye olarak vermek istese bile yine de kabul edilmeyecek. İşte onlar işledikleri günahlar yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

(Enam-70)

Onlardan bazı kimselere verdiğimiz dünya hayatının süsü ve debdebesinden ibaret olan geçimliklere gözün kaymasın! Biz bu nimetlerle onları imtihan ediyoruz. Unutma ki, Rabbinin senin üzerindeki nimeti ve âhirette sana vereceği rızık hem daha hayırlı, hem çok daha devamlıdır. (Taha-131)

Eğer size bir sıkıntı isabet ederse, başka halklara da benzeri sıkıntı isabet etmiştir. Bu günleri, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçek inananları ayırt etmesi ve gerçeğin tanıklarını belli etmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez. (Ali imran-140)

Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sınanıyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar.(Tevbe-126)

DUALARIMIZ NEDEN KABUL OLMUYOR?!

EDİLEN DUALARIMIZ NEDEN KABUL OLMAZ?

İBRAHİM B. EDHEM, BASRA ÇARŞISI’NDAN GEÇİYORDU. İNSANLAR ONU BULMUŞKEN ETRAFINA TOPLANDILAR VE SORDULAR: “ALLAH’A DUA EDİYORUZ DA, O, BİZİM DUAMIZI KABUL ETMİYOR. NEDEN?” İBRAHİM B. EDHEM ŞU CEVABI VERİYOR:

ÇÜNKÜ, SİZİN KALPLERİNİZ ON ŞEYDEN DOLAYI ÖLMÜŞ:

1- ALLAH’I BİLİRSİNİZ AMA O’NA KULLUK ETMEZSİNİZ.

2- KUR’AN OKURSUNUZ, AMA ONUNLA AMEL ETMEZSİNİZ.

3- PEYGAMBERİMİZ’İN ÜMMETİNDEN OLDUĞUNUZU İDDİA EDERSİNİZ AMA O’NUN SÜNNETİYLE AMEL ETMEZSİNİZ.

4- ALLAH’IN NİMETİNİ YERSİNİZ, AMA ONUN ŞÜKRÜNÜ EDA ETMEZSİNİZ.

5- ŞEYTANA DÜŞMANLIK İDDİASINDA BULUNURSUNUZ FAKAT ONU TAKİP EDER VE ONUN İSTEĞİNE UYGUN HAREKET EDERSİNİZ.

6- CENNETE GİRMEK İDDİASINDA BULUNURSUNUZ AMA ONUN İÇİN HİÇ BİR HAZIRLIK YAPMAZSINIZ.

7- CEHENNEMİN HAK OLDUĞUNU SÖYLERSİNİZ AMA ONDAN KAÇMAZSINIZ.

8- “ÖLÜM HAKTIR” DERSİNİZ, FAKAT ONUN İÇİN HAZIRLIK YAPMAZSINIZ.

9- YATAKTAN KALKTIĞINIZDA İNSANLARIN KUSURLARIYLA UĞRAŞIRSINIZ. AMA KENDİ KUSURLARINIZI UNUTURSUNUZ.

10- ÖLÜLERİNİZİ GÖMERSİNİZ AMA ONLARDAN İBRET ALMAZSINIZ. ALLAH SİZİN DUANIZI NASIL KABUL ETSİN! HAYDİ, HEMEN ALLAH’A KARŞI İŞLERİNİZİ DÜZENE KOYUN Kİ, ALLAH DA BÜTÜN HALLERİNİZİ DÜZELTSİN.”

FATİHANIN SIRRI
FATiHA SURESiNiN SIRRI
Resûlullah Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)) buyurdular:
“Cebrâil (Aleyhisselam) bana dedi ki: Allâh-ü Teâlâ sana selâm söylüyor ve buyuruyor ki:
Kul benim huzurumda namaza durup “Allâhu Ekber” dediğinde onunla aramızda bulunan perdeyi kaldırırım.
Kul “ELHAMDÜ” dediğinde Allâhü Teâlâ, “Hamd kime mahsustur?” diye sorar, o da “LİLLAHİ” diye cevap verir.
Allâhü Teâlâ, “Allah kimdir?” diye sorunca “RABBİLALEMİN” der. “Alemlerin Rabb’i kimdir?” buyurunca “ERRAHMANİRRAHİM” der.
“Rahman ve Rahim kimdir?” diye sorunca “MÂLİKİ YEVMİDDİN” Yani; Din gününün sahibi, der. Bunun üzerine Allâhü Teâlâ,
“Ey kulum, din gününün sahibi benim” der.
Kul, “İYYÂKE NA’BUDÜ VE İYYÂKE NESTAÎN; Yalnız SANA kulluk eder ve yalnız SEN’den yardım isteriz” deyince Allâhü Teâlâ, “Ey kulum, mademki yalnız bana kulluk edip yalnız benden yardım istiyorsun, o halde istediğini dile ki sana verilsin” buyurur.
Kul “İHDİNÂ; bize hidayet et” deyince Allâhü Teâlâ, “Hangi hidayeti istiyorsun?” buyurur. Kul “ESSIRÂTA’L-MÜSTAKÎM; “Sırât-ı müstekîmi, doğru yolu” deyince Allâhü Teâlâ,
“Hangi yolu istiyorsun?” diye sorar. Kul “SIRÂTALLEZÎNS EN’AMTE ALEYHİM” “Kendilerine in’âm ettiğin bahtiyarların yoluna” deyince Allah-ü Teâlâ:
“Ey meleklerim, siz de şahit olun ki ben bu kulumu, kendilerine nimet verdiğim peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraber kıldım” buyurur.
Kul, “ĞAYRİ’L-MAĞDÛBİ ALEYHİM VELADDÂLLÎN; Ne o gadap olunanların, ne de sapkınların” deyince Allâhü Teâlâ tekrar meleklere, “Şahit olun ki ben bu kulumu nimet verdiğim kimselerden kıldım, gazaba uğramışlardan ve sapkınlardan eylemedim” buyurur.
Kul “Amin” deyince onunla beraber bütün melekler de “Amin” derler..
“Fatiha Suresinin Sırrı” konulu sohbetli toplantımızda;
1- Fatiha suresinin Kur’anın önsözü olduğu,
2- Kur’anın tekrarlanan yedi ayet olduğunu,
3- Fatihasız namaz olmayacağını,
4- Kur’anı okuyup, anladıktan sonra tefekkür edince; hayatımıza yansıyacağını,
5- Varsın Olmasın Hayatta Her istediğimiz.
Biz Olana Elhamdülillah, Olmayana Eyvallah Demesini bilmemiz gerektiğini,
6- Her halimize hamdetmemiz, Nimete ise şükretmemiz gerektiğini,
7- Fatiha suresini okuduğumuzda; teslimiyetimizi, taahhüdümüzü ve niyazımızı yaptığımızı,
8- Duamızın kabulü için ihlas gerektiğini,
9- Ebu Hureyrenin çileli, sabırlı ve itaatli hayatından kesitlerle Ashab-ı Suffe’ yi
10- Var Gününde Sen Allah Dersinde. Dar Gününde Rabbin Sana Buyur Kulum Diyeceğine,
11- Kışın Baharı için Sabretmek gerektiğini öğrendik!