MAKALELERİM
DUA ve VEDA!
01.10.2014
‘Dua’da asıl hedef kulun kendi durumunu Allah’a arz etmesi (sunması) olduğuna göre, bu, kul ile Allah arasındaki
bir ilişkidir.
İbadetin ve kulluğun semeresini Mabuttan istemek olan “dua”; elbette Peygamberimizin buyurduğu gibi “Dua ve abdest müminin silahıdır”.Yani çift silahlı silahşor oluyoruz.Abdest silahın kılıfıdır.. Fakat bu silahın mermileri takvamızdır. Yani Allah’a karşı sorumluluk bilincimizdir. Bir başka deyişle, ibadetlerimizdir. Sizin silahınız kaç kalibrelik ve şarjörü kaç tane mermi alıyor?
Duamızın başında ve sonunda salâvat okumamız lazımdır. Çünkü silahımızın yağı da salâvatlardır. Bir kaç senede birde silahımıza bakım yaptırmalıyız. Yani, Hac ve umreye giderek, şarj olmalıyız. Sakın ha maddi imkânımız yok demeyin. Öncelik neye verdiğimize bağlı, hepimizin birçok israfı var. Mesela sigara içenler, sigara parasını bir yıl biriktirse umreye gidebilir.
Eğer bir gün çok büyük bir derdin olursa;“Rabbim benim çok büyük bir derdim var” deme! Derdine dön;
– “Derdim benim çok büyük bir Rabbim var” de.
Mustafa İslamoğlu duayı şöyle anlatır:”Dua güftesi ıstırap, bestesi mahrumiyet olan bir özge ilahidir. Duada ellerimizi kullanmamızın sebebi bellidir: Ya Rab! Elimden gelen her şeyi yaptım! Elimden gelmeyen için el açtım! Bitmeden bittim dememek lazımdır. Ne zaman gerçekten “bittin” ise, Rabbimiz “yettim” der.”
(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin! Fakat siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.”(Furkan s.-77)
Sahabelerden biri, Hz. Ebûbekir’in yanına gelerek:
-Çok günahkârım, der. Benim için dua eder misiniz?
Hz. Ebûbekir:
-Yâ Rabbi, der. Bir günahkâr, bir diğerinden dua istiyor. İkisini de affeyle.
Ama bazıları uyduruk fıkralarla itikadına zarar veriyor haberi yok. Efendim güya bir fakir dua ediyormuş:
-“Ya rabbi bana bir ayakkabımın olmasını nasip eyle!” diye. Yanında da zengin biri bunu duymuş. Hemen bir ayakkabı parası vermiş ve:
-“Allah’ı meşgul etme!? Ben büyük bir ihalenin benim olması için dua ediyorum” demişmiş. Bu ne rezalet yahu!… Haşa Rabbimiz yarattıklarının duasının hepsini birden duyar ve meşgul olmaz. Böyle fıkraları ne anlatalım ve anlattıralım.
- Mehmet’in tahsildarı Kara Abdullah’ın oğlu sıtmaya yakalanmış. Şöyle dua etmiş:
-“Ey sıtma! Çocuğumun yakasını bırakmazsan, Anadolu kazaskerlerin günahı senin olsun”. Çocuk iyileşmiş. IV. Mehmet:
-“Niye Rumeli kazaskerleri değil de, Anadolu kazaskerlerinin günahı” diye sormuş? Kara Abdullah:
-“Rumeli kazaskerlerin günahı daha çoktur. Daha kuvvetli hastalıklarda kullanırım” demiş.
Tabii duayı herkes yapıyor. Ama kafiyeli mi olmalı, belli gece veya saatlerde mi yapmalıyız. Duamız kabul olmadıysa sebebi bunlar mı? Hayır!.. Samimiyet ve kulluğumuzla alakalıdır..
Duayı kendi lisanımızla irticalen yapmak daha efdaldir.Yoksa illa da özel arapça dua yapmakta keramet yoktur.Hatta bilmeyerek neler neler diyebiliriz:
Cumhuriyetten önce, Harput (Elazığ)’un Çarsancak adlı kasabasında, beylerden biri (galiba Mehmet Bey) Harput’un şair ve nüktedan âlimlerinden Nusret Efendi’ye gelir, kendisine, hiç kimsenin bilmediği etkili bir dua öğretmesini ister. Nusret Efendi kendi lisanıyla anlayarak ve içten dua etmenin daha faziletli olduğunu söylemiş. Ama nafile, illa da Arapça ve kimsenin bilmediği bir dua diye ısrar etmiş. Nusret Efendi de ona şu duayı öğretir : “Allahümmec’alni dubben kebiren fi cebelil azim”.
Kimsenin bilmediği duayı öğrenmekle sevinen Mehmet Bey, dört yıl bu duayı okur. Bir gün, evine bizim Naimi beyin babası, Harput’un ünlü âlimlerinden Kemal Efendi gelir. Namaz kılarlar. Mehmet Bey müftü Kemal Efendi’ye, kimsenin bilmediği dualar bildiğini işittirmek için namazın ardından ellerini kaldırıp işitilecek bir sesle : “Allahümmec’alni dubben kebiren fi cebelil azim” der. Duayı duyan Kemal Efendi, Mehmet Bey’e o duayı bir daha okumamasını söyler. Mehmet Bey sebebini sorar. Kemal Efendi duanın anlamını açıklar: “Canım sen, ‘Allah’ım, beni büyük bir dağda kocaman bir ayı yap diyorsun’ der. Bunun üzerine Nusret Efendi’ye karşı gazapla dolan Mehmet Bey, duasının kabul edilmediğine şükreder ve silahını kaptığı gibi, Harput’a gelir. Amacı, Nusret Efendi’yi öldürmektir. Fakat Nusret Efendi durumu öğrenince derhal, herkesin saygı duyduğu Beyzade Efendi’ye sığınır. Beyzade, kendisini tehlikeli durumdan kurtarır. Mehmet Bey’e: “Canım sen ne diye ondan dua soruyorsun? O bilmez, buna benzer bir dua var ama o bilmeyerek sana yanlış öğretmiş” deyip Mehmet Bey’i yatıştırır.
Dualarımız; ister Türkçe, ister Arapça olsun. Anlamını bilerek, sade ve içten yapıldığı zaman güzel ve makbuldür. Rabbimiz duamızı kabul eyleye!.. Âmin dediniz mi? Dualara âmin diyerek iştirak ederiz. Ama sonra yan gelip yatamayız. Gereğini yapmalıyız.Bana da dua ediniz!
Son yazım olması hasebiyle tüm okurlarımızdan haklarını helal etmelerini rica ediyorum.Din görevliler haftasına girdiğimiz bu hafta dolayısı ile, şu sözlerle bitireyim:
“İmam” demek “ana yürekli” adam demektir. İmam, ölü değil diri yıkayan adamdır. Her cami Kâbe’nin şubesi, her imam Peygamber’in temsilcisidir. Her şeyin bir imamı vardır:
İman, kalbin imamıdır.
Kalp, insanın imamıdır.
İnsan, yeryüzünün imamıdır.
Yeryüzü, gezeğenlerin imamıdır.
Cami, şehrin imamıdır.
İmam, cemaatin kalbidir.”
1-7 Ekim Camiler ve Din görevliler Haftası ve Kurban Bayramınız kutlu olsun.
Allaha ısmarladık…
ÇOCUK VE CAMİ 01.07.2014
Siz ezan okunurken ezanla dalga geçen çocuk görseniz, ne yaparsınız?!..
Sizi siz bilirsiniz ama, bizim önderimiz Hz. Peygamber şöyle davranıyordu:
Vakıa’yı Ebû Mahzûra’nın kendi ağzından dinleyelim; Beyhakî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ’da kaydettiği bir rivayette Ebû Mahzûra şöyle anlatır:
“Biz on kişilik bir gruptuk. Huneyn yolunda (Ci’irrâne’de) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a katıldık. Hz. Peygamber’in müezzini namaz için ezan okudu. Biz, müezzinle alay etmek gayesiyle söylediklerini tekrar etmeye başladık. Resûlullah, sesimizi işitmişti, bizi yanına çağırdı.
“Kulağıma gelen ses hanginizin?” diye sordu. Arkadaşlarım beni işaret ettiler. Bunun üzerine onlara gitmelerini söyledi. Bana da dönüp:
“Haydi, ezanı oku bana!” dedi. Ben boşa dikilmiştim, hiçbir şey bilmiyordum. (Öylesine mahçup oldum ki) o anda, nazarımda dünyanın en menfur insanı Resûlullah oluverdi. Bana emrettiğinden daha iğrenç bir şey de bilmiyordum.
(Gözlerimi öne eğip sustum). Bunun üzerine ezanın muhtevasını ve okunuş tarzını kelime kelime, cümle cümle tekrar ederek öğretti. Öğrenme işi tamamlanınca bana bir çıkın verdi, içinde para vardı. Sonra elini alnıma koydu, yüzümü, göğsümü ve saçımı okşadı.
“Bârekallah!” dedi. Ben cesarete geldim ve:
“Ey Allah’ın Resûlü, emret Mekke’de müezzin olayım!” dedim.
“Haydi ol! izin verdim” dedi. O anda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a karşı içimden geçirmiş olduğum bütün kötü düşünceler kayboldu ve sevgiye dönüştü.”
Üsdü’l-Gâbe’nin rivayeti Ebû Mahzûra’nın o gün müslüman olduğunu tasrih eder. Der ki: “Resûlullah onu, ezanı alay ederken işitmişti, sesi hoşuna gitti, yanına getirilmesini emretti. Ebû Mahzûra o gün Müslüman oldu. Huneyn’den dönünce Mekke’de ezan okumasını emretti. Bilahare bu işe aralıksız devam etti.”
Ebû Mahzûra (r.a.)’nın müezzin olarak kazanılması ve ezanın Muhammedî okunuş tarzına üstad kılınması, Resûlullah’ın insanları kazanmada takip ettiği ibretli sünneti anlama yönüyle mühim bir hadisedir.
Ebû Mahzûra (r.a.) saçlarını ömür boyu kesmez. Saçları çok uzadığı için, bakımı da zor oluyordu. Çokça uzayan saçlarını kesmesi konusunda tavsiyede bulunanlara da öfkelenerek “o saçları kim okşadı bilmiyor musunuz?” diyerek, Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) olan muhabbetini dile getirir.( Kütübü Sitte–8.cilt, 350. sahife)
Budistler, çocuklarına dinlerini sevdirmek için; çocuklarının istediği bir oyuncağı veya yiyecek-giyeceği alıp Budist rahibine veriyorlar. Baba çocuğuna dondurma veya çikolata vaadi ile ayine götürüyor. Ayinden sonra, çocuğunu Budist rahibinin yanına götürüyor. Budist rahibi okşuyor ve öperek babasının getirdiği hediyeyi ona veriyor. Çocuk rahibin şahsında Budistliği seviyor. Hediyeyi açınca şok oluyor. Çünkü istediği ve babasının almadığı kırmızı araba olduğunu görüyor. Sevinci bir kat daha artıyor.
Peki, ya biz! Camiye gelen çocukları kovuyoruz, kızıyoruz. Veya dövüyoruz. Bir cemaatim;
-“Ben bu camiye bir daha gelmem.” dedi. Niyeymiş? Çünkü Yaşar hoca çocuklara kızmamıza bile müsaade etmiyormuş. Ne yazık ki;
-“Çocukların olduğu camiye gitmem” diyecek kadar ileri gidenler var. Cem Karacanın yaşadıklarını bilmeyen yoktur.Benzer vakıalar gün geçmiyor ki bir camide olmasın!..
Hz. Zübeyir anlatıyor:
“Bir gün gözümle gördüm Peygamber Efendimiz secdede iken Hasan geldi, sırtına bindi çocuk kendiliğinden ininceye kadar Peygamber Efendimiz de onu indirmedi. Peygamber efendimiz namazda iken bacaklarını açar, Hasan da bir taraftan girer, öbür taraftan çıkardı”
Hz. Peygamber bir cuma günü hutbe okurken, çok sevdiği ve daha yaşları küçük olan iki torunu Hasan ve Hüseyin mescide gelirler. Hem de düşe kalka. Peygamberimizin yanına gelmeye çalışan torunlarından biri düşer. Hemen Hz. Peygamber konuşmasına ara verip torunlarını kaldırmak için onların bulunduğu tarafa doğru yönelir. Sahabeler yerden kaldırıp çocukları kucaklayıp Hz. Peygamber’e verirler. İki torununu da kucağına alan Allah’ın son elçisi, tekrar minbere çıkar ve çocukları kucağına alarak hutbesine kaldığı yerden devam eder. Hutbenin sonuna kadar da onları kucağından indirmez. Bu binlerce Müslüman’a çok açık bir uyarı, bir ders, bir örnek davranıştır.
Bizler çocukları camilerimize kazanmak için projeler üretmeliyiz. Mesela ben camiyi, bayramlarda ve kandillerde balon, çikolata veya kitap gibi hediyelerle cazip hale getirmeye çalışıyorum.Bunu da Peygamberimizin sahabelerinden Hz. Dihye b. Halife el-Kelbi (r.a)’dan örnek aldım. Cebrail (a.s) insan suretinde vahiy getirdiği zaman çoğu kez Hz. Dihye’nin suretinde gelirmiş. Bir gün yine Hz. Dihye’nin kılığında gelmiş. Peygamberimizle görüşüyordu ki, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin içeri girdiler. Peygamberimizin kucağına oturdular. Peygamberimiz sevdi, öptü ve okşadı. Bir de baktılar ki Hz. Dihye orada, hemen koştular bu sefer Hz. Dihye’nin kucağına oturdular. Düşünebiliyor musunuz? Peygamberimizin kucağından kalkıyorlar. Niye? Peygamberimizin kucağından kaldırıp, Hz. Dihye’nin kucağına oturtan etken ne idi? Çünkü Hz. Dihye çocukları hem sever, hem de hediyeler verirdi. Nitekim Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Hz. Dihye’nin kucağında bekleştiler.Fakat Hz. Dihye zannettikleri Hz. Cebrail (a.s)’dan hediye gelmeyince, ellerini Hz. Dihye’nin koynuna sokuverdiler.Peygamberimiz, mahcubiyeti ile torunlarının kendisini Hz. Dihye zannettiklerini ve Hz. Dihye’nin çocuklara hediye verdiği için, kendisinden hediye beklediğini söyledi.Nitekim de Hz. Cebrail (a.s) Cennetten Hz. Hasan’a sarı üzüm. Hz. Hüseyin’e kırmızı nar verdi.
Bu örnekleri arttırabiliriz. Ben bazen tahammülsüz olan cemaatime bu örnekleri vererek; eğer Peygamberimiz sağ olsaydı, siz Peygamberimizi kınardınız, hatta camisine gelmezdiniz deyince, hâşâ! hocam diyerek kızarıyorlar. Ama yine de, bildikleri yanlıştan çoğu dönmüyorlar.
Cem Karaca’nın sağlığında anlattığı anısı kendi ağzından şöyle aktarıldı: ‘Yedi yaşlarında camiye gittim. Dizimde ağrı olduğu için bir ayağımı uzatmıştım. Birden yaşlı bir adamın ayağıyla ayağıma vurmasıyla irkildim. Sonra haşin bir ifadeyle ‘utanmıyor musun, Allah’ın evinde ayağını uzatmış oturuyorsun, kalk’ gibi sözlerine muhatap oldum. Kalktım ve ancak yetmiş sene sonra camiye dönebildim.’ 70 yaşına kadar ateist bir hayat yaşamasına sebeb olan (H)acı nasıl hesap verebilir?!
Bugünlerde Camilerimiz Yaz Kuran Kursu dolayısı ile çocuklarımızla cıvıl cıvıl olamaya başladı.Lütfen geleceğimiz olan çocuklarımızı Camiden soğutmayalım!
Hayırlı Ramazanlar!..
BÖYLE GELMİŞ, BÖYLE GİDER!..
11.04.2014
Mahatma Gandhi;
“Düşüncelerine dikkat et; sözlere dönüşüyorlar,
sözlerine dikkat et; eyleme dönüşüyorlar,
eylemlerine dikkat et; alışkanlıklarına dönüşüyorlar,
alışkanlıklarına dikkat et; kişiliğine dönüşüyorlar,
kişiliğine dikkat et; kişiliğin kaderin oluyor..!”diyor.
Böyle gelmiş, böyle gider deyip yanlışlara ses çıkartmadan yan gelip yatamayız. Yoksa beş maymun hikâyesindeki gibi neden dayak yediğimizi bilemeyiz:
Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.
Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Su kapatılıp, maymunlardan biri dışarı alınıp ve yerine yeni bir maymun konulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır.
Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.
Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…’
Bizce böyle gelmemeli ve böyle gitmemelidir. Dinimizde olmayan hurafelerle her şeye rağmen mücadele etmeliyiz. El âlem ne der? Rahatımız bozulur mu? Gibi kaygılara girmemeliyiz.
Eskiden de günümüz de de iki türlü din anlayışı var:
1-El Âlemin Dini: İslam’da olmayan şeyleri dindeymiş gibi gösteren hurafeler…
Onlara: “Allah ne indirdiyse, indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz.” diyorlar. Ya şeytan onları cehennem azabına çağırıyor idiyse de mi onlara uyacaklar? (Lokman s.-21 )
2- Allah’ın Dini: Kur’an ve sünnetin oluşturduğu dinin aslıdır.
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(Mâide s.- 54)
Kutlu Doğum haftasına giriyoruz.Bu haftayı fırsat bilip, dinimizi kulaktan dolama (Ataların dini)’yı terk etmeliyiz.Kaynağından (Kitap-Sünnet) öğrenmeli,öğrendiklerimizi yaşamalı ve yaşadıklarımızı anlatmalıyız.Vesselam!..
“Kutlu Doğum Haftanız Kutlu olsun!..”
ANZAKLAR’IN TORUNLARI KADAR OLAMAZ MIYIZ?
10.03.2014
Çanakkale; paylaşılmak ve tarihten silinmek istenen bir Cihan İmparatorluğu içinden kahraman bir milletin varlığını bütün dünyaya ispat ettiği, tarihte eşine rastlanamayacak kadar muhteşem bir milli duygu, milli inanç, istiklâl, kahramanlık ve milli şahlanışın başlangıç noktasıdır.
Baştanbaşa bir destandır Çanakkale.. Mehmetçiğin aslanlaştığı aynı zeminde şefkat kahramanı kesildiği.. yokluğun varlığa galebe çaldığı.. imanın zaferinin bayraklaştığı.. toptan bir milletin istikbalini pazara çıkarıp ölüm kalım mücadelesi verdiği yerdir Çanakkale…
Japonların maziden çok iyi ders aldıklarını, Hiroşima ve Nagazaki’nin bir kısmını II. Dünya Harbi sonundaki durumuyla aynen bıraktıklarını, çocuklarını önce modern fabrikaları gezdirip ardından bu iki şehri ve tahribin boyutlarını gezdirip göstererek, “Eğer siz, çalışmaz ve o modern fabrikaları daha da ileri götürmezseniz, birileri gelir yine sizin memleketinizi bu hale çevirir” şeklinde ders verdiklerini okumuştum. Tarihten ders alabilen milletlerin geleceğe daha güvenle bakacakları da bilinen bir gerçektir.
Çanakkale Zaferini zafer yapan birkaç tabloyu hatırlamakla tarihten ders alalım:
Anneler çocuklarını savaşa gönderirken ağlamıyor,ağlatıyordu!.“…Oğlum Hüseyin!.. Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun, öl de köye dönme! Yolun Şıbka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.” diyerek yolluyordu!..
8.5 ay süren kanlı çarpışmalarda binlerce ton mühimmat kullanılmıştır.
Piyade ve Makinalı tüfekler karşılıklı ateş etmeleri esnasında 10 milyonda bir ihtimal olan çarpışan mermiler meydana gelmiştir.Çanakkale’de metrekareye 6000 mermi düştüğü belirlenmiş.Bu ne demektir?
1 metrekareye 6000 mermi demek her bedene 3000 mermi demektir. Bu kadar mermiyi o güzelim bedenine yeme pahasına vücutlarını neden siper ettiler dersiniz?
Çanakkale Harbi’nde yaralı çok,tedavi için gerekli malzeme yok…İlk etapta yarası kısmen küçük olan askerler iyileştirilirmiş ve O yaralı askerler de hemen savaşa devam edermiş.Ağır yaralı,ümit kesilmiş Mehmetçikler ise önce acıları dindirilir daha sonra da bir kenara bırakılırmış. Bir ağır yaralı asker getirirler.Doktor onu bir kenara bıraktırır.”Ölünce bana haber verin” demiş.Vaktim olunca ben gidip ziyaret ederim.Bulmama kolaylık olsun başucuna bir tahta çakın ve üzerine “Doktorumuzun oğluydu” yazın!…demiş.
Çanakkale savaşından hemen sonra Çanakkale’den Erzurum’a yürüyerek giden bir gazimiz: “Top arabalarının katırlarının pisliklerinden topladığımız arpaları yiyerek hayatta kaldım…” diyor.
N.Fazıl’ın diyor ki; “Ben Türkiye’yi Yerin Üstündeki 35 Milyon Ölünün değil, Yerin Altındaki 35 Milyon Dirinin Koruduğuna İnanırım.”
N.Fazıl’ın dediği gibi olduğu için Cihan devleti olmuşuz.Bizi bölmeye-parçalamaya çalışanlar başarılı olamamıştır.
“Her yıl 25 Nisan günü dünyanın öbür ucundan gelerek Şafak Duası yapan Anzaklar’ın torunları kadar olamaz mıyız?”
Olamazsak, Çanakkale’yi işte o zaman kaybettik demektir? Ne dersiniz?!.
“KUTLU YOLCULARA” SELAM OLSUN! 20.01.2014
Hacı “Mahşerin provasına” çıkacak. İhramını kefeni bilecek, geride bıraktıklarını Allah’a emanet edecek ve Hz. İbrahim’in binlerce yıl öteden gelen davetine koşacak. Yeryüzünün göbeğine, insanlığın ilk misafirhanesine, dünyanın ilk mabedine yürüyecek. Şairin dediği gibi;
Kutlu beldelere hasret çekenler,
Kalplerine “Gül” kokusu çökenler,
“Lebbeyk, Lebbeyk..” diye yola çıkanlar,
Bir büyük sevâbı işleyip gidin;
Yeni bir hayata başlayıp gidin…
Hz. İbrahim’in, Hz. Hacer’in, Hz. İsmail’in, Hz. Muhammed’in kokusunun peşine düşecek. Arafat’ta marifete erip Adem gibi “adam” olacak. Meş’ari’l-Haram’da (Müzdelife) şuura erecek. Mina’da, içindeki ve dışındaki şeytanlarla savaşmak için atış talimi yapacak. Kurban kesip Hz. İbrahim ve İsmail’in teslimiyetini örnek alacak. Dahası, İsmail’i almayıp üstüne bir de İshak’ı bahşeden Allah’ın cömertliğine bakıp, “Eğer Allah isterse, almak için istemez, vermek için ister” diyecek ve Allah için verme yarışına girecek.
İşte böyle bereketli bir yolculuk hac yolculuğu.. Kim için? Tabii ki her giden için değil. Eğer işin şuurunda değilse kişi, değil gitmek, Kâbe’nin avlusunda yaşayıp ölse hiçbir şey fark etmez. Unutmayın, Ebu Cehil’in evi Kâbe’ye Allah Resulü’nün evinden yakındı.
Gidip “acı” olmak da var, gidip “hacı” olmak da. Mührü bozulmadan gidip gelenler, zahmetli bir turistik yolculuk yapmış olurlar. Anadan doğduğu günkü gibi temiz ve pak dönmek isteyenler, haccı “ana rahmine” bir yolculuk bilmeliler. Ana rahmine yolculuk yapan insan, yiyecek, içecek, giyecek derdine düşmez. Ana rahminde bunların esamisi okunmaz. Tüm unvanlarını, statülerini, afrasını, tafrasını bırakır. Tüm elbiselerinden soyunur gibi dünyayı soyunur. “Rahmeti” bir ihram gibi kuşanır. Giden “Kutlu Yolculara ” selam olsun!.Dualarında bizleri unutmasın.Allah kabul eylesin!..Cengiz Numanoğlu’nun 1993’de yazdığı “Beytullahda ben” şiirini birkaç mısrasını “Beytullahda siz” diye gidenlere atfediyorum!.24 Ocak’ta Allah nasib ederse bende gidiyorum.Hakkınızı helal edniz!.Vesselam!..
Bir sancak altında kaç milyon insan,
Ne tenleri benzer, ne dilde lisan…
Olmuşlar… Tek yürek, tek beden de can;
İnsanlığı göreceksiniz… Beytullah’ta siz…
Bir damla misâli, kapılmış sele;
Zengin, fakir, paşa, nefer elele…
Yan yana secd’eder, sultanla köle;
Mahşerle tanışacaksınız.. Beytullah’ta siz…
Yedi bağın gülü, aynı destede,
Yetmiş iki millet, aynı listede,
Kaç milyon ”Âmin” der, aynı bestede;
Tevhîd’le haşrolacaksınız.. Beytullah’ta siz…
Rabb’in o davetli misafirleri;
Doldurmuş, Mekke’de her karış yeri.
Dillerinde dinmez, ”LEBBEYK” sesleri,
Arş’a yollar göreceksiniz.. Beytullah’ta siz…
Bir zaman derdim ki: ”Yâ Rabbî neden,
Bir daha istiyor, bir kere giden?”
Meğer bilemezmiş, insan gitmeden;
Aldım cevabımı… Beytullah’ta ben…
Gördüm ki; bu dünya bir oyalanma,
Halime bakıp da, mutluyum sanma.
Bedenim Kâbe’den uzakta amma;
Gönlümü bıraktım… Beytullah’ta ben…
LÜTFEN “KIŞ” MESAJINIZI OKUYUNUZ!. 29.12.2013
Kainat da bir kitaptır.Sık sık bakışımızı kâinata çevirmekte, kudret, ilim ve irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi çekmekte ve müminleri tefekküre ve araştırmaya sevk etmektedir:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün arka arkaya gelmesinde, insanların faydasına akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürüp yönlendirmesinde, aklını kullanan bir topluluk için alınacak dersler / gözle görülen belgeler vardır.”(Bakara, 2/164).
“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmakları yaratan ve orada meyveleri çifter çifter var eden O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine örtüyor. Bunların tümünde düşünen bir toplum için ayetler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten veya çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir tek su ile sulanır. Buna rağmen biz onların meyvelerini birbirinden üstün kılarız. İşte bunlarda aklını kullananlar için ayetler vardır.” (Yusuf, 12/2-4)
Her mevsim gibi, kışın da kendine özgü bir güzelliği vardır. Kış deyince aklımıza bir tek yaşadığımız yerin kışı gelir. Oysa bir tür kış yoktur, birçok kış vardır. Sibirya’da kış kardan öte bir şeydir. Arabistan’da kış yazdan özge bir mevsim! Güneyde kış özlenir, kuzeyde yaz! Bazılarının aksine ben kışı severim. Öncelikle baharı sevdiğim için severim. Bilirim ki, kışı sert geçen yılın baharı bereketli olur. Suları gür, bitkileri gür olur. Kış bana bahar gülünün dikeni imiş gibi görünür. Bizler baharı kış sayesinde kazanırız. Kış ödediğimiz bedel, baharsa bu bedele karşılık gelir. Kar sabrı temsil eder, bahar ise selameti. Sabrın sonu selamettir.
Onun için hayatımızın kışını Bahara çevirmek için Rabbimizin bize her yıl mesajıdır bu Kışda!..Rabbim, Mesajımızı anlamayı, anlayıp yaşamayı ve yaşayıp anlatmayı nasib eylesin!..Vesselam!..
Her Yer Mavi!
Yıllardır herkesin kulak kapadığı,insanlık dramının yaşandığı,Filistin!İşte bu yardım davetine cevap verenlerin hikayesi!.Öncelikle,bizim ciğerimizin bir parçası olan Filistin’den yükselen yardım çığlığına cevap veren yiğitlere selam olsun!.
Kim binmek istemezdi ki; o insanlık gemisine!Kim olmak istemezdi,mavinin bir tonu!..Kim şehid olmak istemezdi, İbrahim, Ali Haydar, Cevdet, Çetin, Necdet, Furkan, Fahri ve Cengizeyn!
Ama bu nasib meselesiydi!..Kimi emekli olup,çoluk-çocuğunu everip,evini arabasını aldıktan sonra evinde sıcak yatağında ölmek ister!..Ama o yiğitler Peygamberimizin” Müslüman Müslüman’ın Kardeşidir, o ona zulmetmez, onu zulme uğramaya maruz bırakmaz ve onu aşağılamaz (yani mükemmel Müslüman bunları başka bir Müslüman’a yapmaz).” [Buhârî, Mezâlim 3] fermanını hayatına geçirenlerdi.
Dünya sağırları oynarken, bir şeyler yapılmalıydı. İşte o yiğitler, dertlendikleri bu merhamet hareketi ile duyurdular. Aslında, Gazze’ye yardım konvoyunu götüren gemiye saldırması sonucunda hayatını kaybetmediler. Rabbimizin “Bilakis onlar diridirler” müjdesi gereği diridirler. Sonsuz bir âlemde daima rızıklandırılacaklardır.Onar’ın sevincine ortak olmak vardı!..Ama ne yazık ki onlar önde gidenler oldular.Biz arkalarında gıptayla bakakalanlardan olduk.Allah bize rahmet eylesin de, onların payelerine ulaşabilelim.Onlar şahadet destanını yeni versiyonunu yazdılar.Bizde ancak kahramanlık türküleri söylüyoruz.Elbette herkes yeteneğine uygun davranır .
Birçok kimsenin kendisine dokunmadığı sürece yılanı görmezlikten geliyor. Şahadeti ezgilerde haykırmak veya edebiyatını yapmak işin kolayıdır. Asıl, Filistin’e gideceğini öğrenince çocuklar gibi sevinen Necdet olmak vardı. Ama ateş illa da düştüğü yeri yaksa da, Çetinin hanımı gibi “ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun” diyebilmektir. Şahadet ateşini önceden Cengizler gibi ”adam gibi adam olsak da şahadet şerbeti bize nail olsa” diyenler, adam gibi adam olduklarını gösterdiler. Şehidlerin piri Hz. Hamza’nın elinden şahadet şerbetini içiyor..Gazze’deki çocuklara park yapmak isteyen Fahri Yaldız Dıhye bin Kelbi elinden tutar, cennette parklar yaparlar.
Ali haydar gibi olmak vardı! Zira Ona Cafer-i Tayyar, kopan koluna kanat takıp cennete uçmuşlardır.Furkan’ın annesi sevinsin Sümeyra Hatun gibi..İlay-ı Kelimetullah ve insanlık için babalarımız,ağabeylerimiz,eşlerimiz veya evladımız feda olsun!”diyebilmektir.
Mavi renk, vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir. Şairin dediği gibi:
Bir elimde kahve
Bir elimde kitap
Karşımda deniz
Alabildiğine mavi her yer
Ahh
AŞK mavi
Sabah mavi
Huzur mavi
Hafif bir esinti ve iyot kokusu
Kulağımda dalgaların ıslık sesi
Umurumda mı şimdi yaşamak ya da yaşayamama korkusu..
Saadet Bayri Fidan
Dokuz yiğidi ne sözcükler nede sayfalar anlatabilir. Şehadeti unutan bizlere hatırlatan o mücahitlere şükran borçluyuz. Bize Gazze’ye giden Mavi Marmara ile ufkumuzu mavileştirdiler. Ve bize;” biz görevimizi yaptık”. Şimdi sıra sizde ödevini verdiler.
Her yer maviydi;yer mavi,gök mavi ve gemi maviydi..
Dehşet kıpkırmızı idi.
Ama şehidler ölmedi diriydi.
İnsanlık, vallahi 9-0 yendi.
Bütün mazlumlar sevindi.
Ey şehidler sizler görevinizi yaptınız.Arkada kalan bizler düşünsün!.Siz kanlı gömleğinizle sorulara cevap verirken,bizlerin mazeret gömlekleri işe yaramayacağını anladık.Bütün şehidlere selam olsun!..Bizlere de Rabbim rahmet eylesin!..Amiin!.. (2012)
HOCALAR ÇOK YEMEZ
Yirmi yıllık görevim boyunca her din görevlisinin olduğu gibi benim de birçok anılarım var. Ama bunlardan bazısı var ki tazeliğini hep koruyor. Çünkü mana ve ehemmiyeti ile çarpıcı hatıralardır.
İşte benim hatıram çarpıcılığının yanı sıra, etkileyici olmasıdır. Sözü fazla uzatmayalım; 15 yıl önceydi, bir düğünde başıma geldi. Ne geldi? Diye soruyorsunuz tabii.anlatayım:efendim ben naçizane düğünlerde def ile ilahiler ve ezgiler, aralarda da şimdi stand-up dedikleri ama bizim öz kültürümüzde orta oyunu- meddah karışımı mesajlı espiriler yapıyorum..böylece düğünü matem havasından çıkartıp, İslam’ca eğlenmeye bir örnek vermeye çalışıyorum.ama bir kuruş para almadan yapıyorum.
Yine bir düğüne gittik. Hem de hiç tanınmadığımız Dörtyol’daki bir beldeye gittik. Elimizin elverdiği, dilimizin döndüğünce gök kubbede bir hoş seda bırakmaya çalıştık. Program bitti. Masalar açıldı ve velime yemeği serilmeye başlandı. Davetliler başladı hafif espiri ile bize takılmaya; biri:”ben hocalarla beraber yiyeceğim” deyince, diğeri: “niye?” Diyor.”Hocalara bol yemek gelir” cevabını konduruyordu. Bir diğeri: ”ben de hocalarla beraber yiyeceğim” deyince, bir diğeri:”niye?” Sorusunu sorarak adeta orta oyunu oynuyorlardı.
Niye sorusuna cevaben:“çünkü hocalara yağlı yemek gelir” diyordu. Ben ise bu tasvip etmediğim ama insanların espiri yaptığını bilerek tebessümle:”hayır ben fazla yemem veya ben yağlı yiyemem” gibi cevaplarla geçiştiriyordum ki; birisi; “adamın birinin bostanına bir hocayla bir öküz girmiş” demesi ile diğerleri gıcıkca ve alaylı bir eda ile:”eee sonra nolmuş?” Diye soruyor.
Fıkrayı anlatan iştahla ve gülerek anlatmaya devam ediyordu:”bostan sahibinin çocuğu seslenmiş babasına:”baba, bostana bir hoca ile bir öküz girdi ne yapayım?”
Baba:”öküzü bırak, hocayı çıkar oğlum” demiş, deyince düğündeki herkes gülmeye başladı. Hem de ne gülmek! Kahkahalar atıyorlar…
Takdir buyurursunuz ki bende bu sözler ve gülüşler şok etkisi yaptı. Beni tanımıyorlardı ama hoca olamam onlara yetiyordu. Ve bana hakaret ettiklerini adeta farkında bile değillerdi.
Bir kere ben, düğünlerde ki velime yemeklerinden yemek sünnet olduğu için, yapılan burada kulaklı çorba dedikleri, başka yerlerde yüzük veya mantı çorbası dedikleri çorbadan bir tas içer, kalkarım.
Ama beni tanımamalarına rağmen ;”öküzü bırak, hocayı çıkar oğlum” sözünü duyunca, masadan kalktım ve sandalyemi alarak bir portakal ağacının dibine gittim ve şöyle dedim:”hoca bostandan çıktı, buyursun öküzler”
Bu sefer de, davetliler şok olmuştu.çünkü benden böyle bir çıkış beklemiyorlardı anlaşılan..
Fıkrayı anlatan adam:”ama hocam ben şaka yaptım” diye kendini savununca, bende:”ben şaka yapmıyorum. Buyursun öküzler” adam:”ama hocam sen bizi öküz yaptın ayıp oluyor” deyince, ben parlamışım:”bre ahlaksız adam! Sen bizi öküzden de aşağı yaptın. Ben sana paye verdim. Asıl ayıp hatta terbiyesizlik senin yaptığındır.” Hiç kimsede ses çıkmıyordu. Düğün sahibi gelip hocam ben özür dilerim buyurun yemeğe dedi ise de “ben hayır bu ortamda daha fazla kalamam ve burada da yemek yiyemem”. Dedim ve düğünden ayrıldım.
Aslında bu hatıram şimdi dillere destan olmuş. Ve kimse eskisi gibi buralarda hocalara böyle aşağılayıcı hakaretler yapamamaktadır. Zira “çok yemek kâfirlerin özelliğidir” der peygamberimiz. Onun için mü’min çok yemez, hoca da. Çünkü bizler her şeyimizle örnek insanlarız. Her şeye rağmen de örnekliğimizi devam ettirmeliyiz. Hocalar çok yemez, çok çalışır… (2010)